HINODE
Rüzgârla uçuşan bulutların, güneşin, yıldızların küçük ışık süzmeleri oluşturduğu safir rengi gökyüzünün milyonlarca kat üzerinde süzülen ruhani bölge, kendisine dokunan gümüşi parmakların etkisiyle dalgalanıyordu. Her ufak dokunuşta uzayın derinliklerinde yarıklar açılıyor, ölü yıldızlar kendilerini aşağı bırakıyordu.
Hinode, garip bir sıvıyla kaplanmış elini fani sınırdan çekti ve bacaklarını kollarının arasına aldı. Kalbi öyle hızlı çarpıyor, başı öyle dönüyordu ki, tek istediği yüzünü okşayacak hafif bir esintiydi. Havanın olmadığı yerde nefes almak gibiydi bu his; ona hayat veren şey, acıdan başka hiçbir işe yaramıyordu.
“Hinode?”
Kulaklarında uğuldayan bu sesin yankısı neden hiç bitmiyordu? Sonsuzluğa bağlı hayatı boyunca, kalbinin en derinlerinde hiç kapanmayacak izler bırakmış bu lanetlenmiş duygu, kendi günahı, daha ne kadar eziyet çektirecekti ona?
“Hinode?”, diye tekrarladı senfoni tadındaki ses.
Omuzuna dokunan soğuk elin etkisiyle irkildi Hinode. Kalbi daha da hızlı çarpmaya başlamıştı, dudakları ve göğsü resmen yanıyor, alevler saçıyordu.
“Yuake…”
Gözleri, karşısındakinin buz rengi bakışlarıyla delinmiş, adeta parçalanmıştı. Omzundaki soğukluk hissi bütün vücudunu uyuşturuyordu.
“Sen iyi misin?” dedi Yuake, kim bilir kaçıncı kez tekrarlıyordu bunu.
Kalbi o kadar hızlanmıştı ki, duyulmadığından emin olmak için göğsünü bacaklarına iyice bastırdı.
Keşke beni hiç bırakmasan.
Hinode titrek elleriyle omuzunda duran parmakları yavaşça itti. “Bana…” Söylediği her sözcük boğazını yakıyor, acıtıyordu. “Dokunma.”
Yuake sahte bir gülümsemeyle, havada kalan elini indirip ensesine yerleştirdi ve gözleri tekrar ruhani bölgenin derinliklerine daldı.
Bu yükseklikten, tüm hayatları küçücük bir ipliğe bağlı insanlar neredeyse birer noktadan ibaretti. Var olan her yaşamın tek bir kaderi vardı, kaderin de tek bir sonu.
Yaşam ve ölüm arasındaki bu ince bağ, insana sadece bir kez bağlanırdı ve değiştirilemezdi. Bu, tanrıların koyduğu bir kuraldı. Kader ipliklerinin korunduğuna emin olmak adına tanrılar, her meleğe bir tür ruhani bölge vermiş; her melek, dünyanın belirli bir bölümünü güvence altına almıştı.
Hinode bu kırmızı ipliklere bakmayı sevmiyordu. Yaşamı boyunca başka birinin çizdiği yoldan yürüyen insanlar, kendini hatırlatıyordu ona. Ona verilen kaderde duygu yoktu, sevgi yoktu, ruh yoktu. Küçücük kalbine bağlı bu kader, asla sahip olamayacağı kişinin ruhuyla dolmuş, boğulmuş, mühürlenmişti. Kördüğüm haline gelmiş bir kader ipliği gibiydi sevgisi; ipliğin sonunun gelmesini engelliyor, ancak içini hiç bitmeyen sonsuz bir acıyla yakıp kavuruyordu.
“Eğer ölürsen…” diye mırıldandı Hinode sesi titreyerek. O buz rengi gözlere bakmayı deli gibi istiyor, ancak bunu yaparsa oracıkta bayılacağını biliyordu. “Öldükten sonra insan olmayı istiyor musun?”
Yuake böyle bir soru karşısında afalladı. Gülümseyince elmacık kemikleri ortaya çıkıyor, gözleri kısılıyordu. O gece siyahı saçları karıştırmamak için kendini zor tuttu Hinode.
“Hayır,” dedi Yuake. Beyaz teni ruhani bölgeden gelen ipliklerin ışıltısıyla kırmızı bir renge bürünmüştü. “Başka birinin benim için seçtiği hayatı yaşamak istemiyorum. Kaderini kendin yazamıyorsan, robottan ne farkın kalır? İnsan olmanın özelliği bu mu?”
Hinode parmaklarını ruhani bölgede hafifçe gezdirerek düğüm haline gelmiş birkaç kader ipliğini çözdü. Ellerini sallayarak gümüşi parmak uçlarına bulaşan yapışkan sıvıyı temizledi.
“Ya sen?” dedi Yuake cenneti andıran gülümsemesini göstererek.
Hinode nefes alamıyor, ciğerleri sızlıyordu. “İsterdim.”
Yuake kaşlarını çattı. Şaşırdığında kaşlarının arasında beliren ince çizgiyi seviyordu Hinode.
“Neden?” Eliyle ruhani bölgedeki kırmızı kargaşayı gösterdi. “Bunları sevmediğini sanıyordum.”
“Sevmiyorum.” Hinode bacaklarını kendine öyle bastırıyordu ki göğsünde kırmızılıklar kaldığına emindi. “Sadece…” Pembeleşmiş yüzünü karanlık boşluğa çevirdi. “Sevdiğim kişinin gözlerine özgürce bakabilmek isterdim.”
Yuake’nin yanakları nedensizce kızarmıştı; aniden ayağa kalktı ve sırtını Hinode’ye çevirdi. “Bu-bugünlük bu kadar yeter.” Sırtındaki iki yarıktan beyaz bir sıvı aktı ve yarısaydam kanatlara dönüştü. O kadar uzunlardı ki kanat uçları neredeyse dizlerine geliyordu. “Dinlenmen gerek.”
Hinode hiçbir şey söyleyemeden, Yuake’nin arkasından yağmur damlaları gibi süzülen kanatlarını izledi.
***
YUAKE
Yuake karanlık boşlukta süzülürken kanatları titriyordu. Bütün vücudu adeta kilitlenmiş gibi karıncalanıyor, başını döndürüyordu. Bu nasıl bir histi? Yıllardır yan yana olduğu kişiye bakınca ne zamandır midesi böyle bulanıyordu?
Soğuk parmak uçları ile ateş gibi yanan göz kapaklarını ovuşturdu, nabzı gözünü seğirtiyordu.
Kanatları buna alışmış gibi, onu her zamanki sığınağına götürdü. Bu bölge, tanrılar katındakilerce pek bilinmezdi; hâlbuki müthiş bir havası vardı. Yuake de en çok bu yalnız havayı solumayı seviyordu.
Yemyeşil çayırların ortasında kalmış, ıssız bir araziydi burası. Ağaçlar etrafı o kadar örtüyordu ki, kuşların yalnızca sesleri duyulabiliyordu. Dağların en üst tepelerinde ay ışığıyla yıkanmış akarsu, dolunay geceleri süt beyazı renginde akar; tomurcuklar çiçeklenir, çiçekler gece renkli meyveler verirdi.
Yuake, kanatları eriyerek suya dönüşürken nehrin kenarına yavaşça süzüldü. Kanatları tamamen sıvılaştıktan sonra sırtındaki yarıklar, hafifçe kapanırlarken korkunç bir kaşıntı hissi veriyordu. Yüzünü doğruca uzun çimenlerin arasına gömerek toprağı avuçladı; ıslak toprağın kokusu onu her zaman sakinleştiriyordu.
Kalp atışlarını duyamayacak hale geldiğinde sırtüstü döndü; kapalı gözlerinin arasından ay ışığı süzülüyordu.
Ateşi olup olmadığına bakmak için sağ elini alnına yasladı, ne var ki başı kadar elleri de yanıyordu. Ne olmadığını bilmediği bir his kalbini kömür gibi yakıyor, siyah dumanlarıyla ruhunu boğuyordu. O eflatun rengi gözlere baktığında bütün anılarını silen, zihnini uyuşturan, kulaklarını sağır eden bu duygunun adını neden anlayamıyordu?
Başını çıplak kollarının arasına gömdü. Arkadaşlık, diye düşündü. Evet, bu kesinlikle arkadaşça, saf bir bağlılıktı. Bu hisler yıllarca birlikte çalışmanın getirdiği bir dostluk ilişkisinden ibaretti, öyle olmalıydı. Ötesini düşünemiyordu. Daha doğrusu “ötesi”, bu dünyada olmayan, olamayacak bir kavramdı. Bedeni yanıp kavrulsa, kalbi patlasa bile, bu duyguları en derinliklerinde saklamalıydı.
Bir anda içindeki tüm hisler, sıcak damlalar halinde gözlerinden aşağı süzüldü.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kaderin Kırmızı İplikleri
RomanceBirbirlerinin ruhları arasında sıkışıp kalan, kaderin iplikleriyle düğümlenen iki meleğin hikâyesi.