Saatlerdir denediğim uyuma çabalarım saat 2 gibi işe yaramıştı fakat uzun sürmedi. Saat daha 5 olmadan uyanmıştım ve gözümde bir gram uyku yoktu. Neden mi? Çünkü yıllardır hayalini kurduğum meslek için yurt dışına gidecektim. Sınavı kazanmam, burs teklifinin gelmesi, vize, pasaport… hepsi hangi ara gerçekleşti, hangi ara yapıldı anlayamadım bile. Sabahı zor edeceğimi anlayarak vakit geçirmek için bilgisayarın başına geçtim. Yurt dışını kazanmak zordu; ama orada yaşamak daha da zor olacaktı. Hayatımda ilk defa ailemden uzak bir yerde yaşayacaktım. Bunu düşünmek bile kısa süreli titreme yaratıyordu. Önüme gelen google sayfasıyla gözlerimi kırpıştırıp bunları düşünmemeye çalıştım.
Google’dan Londra’ya gittiğimde kalacağım ve çalışacağım yerlerin adresine tekrar tekrar baktım ve fotoğraflarını inceledim. Bir terslik çıksın istemiyordum. Saatin 7’yi gösterdiğini görünce banyoya gidip elimi yüzümü yıkadım. Çıkardığım listeden eksik-fazla şeyleri gözden geçirdim. Bir şeyleri unutup gitmemeyi umuyordum.
Annem kahvaltıyı çoktan hazırlamıştı. Babam işten izin almıştı benimle son kahvaltısını yapabilmek için. Ufaklıkta uykusunun en güzel yerini bölüp kahvaltı sofrasında beni bekliyordu. Annem gene donatmıştı masayı. Kızarmış ekmek ve bal-tereyağ üçlüsünü koymuş. Onları böyle görünce bir an vazgeçmek geliyordu. Ama şimdi vazgeçersem ilerde çok pişman olmaktan korkuyordum.
“Hadi otursana canım.”
Annemin sesiyle kendime geldim ve hemen yüzüme yalancı bir tebessüm yerleştirdim.
“Gene donatmışsın masayı. Görende askerden oğlun gelecek sanar.”
“Bak şuna Brit. Sanki görende hiç böyle masa hazırlamıyordum sanar.”
“Ben bilmem . İkramiye günlerimde bile hazırlamamıştın böyle bir masa.”
Babamla birbirimize bakıp kıkırdadık. Annem de babamın lafına gülümseyerek cevap verdi. Tom ise sadece bana bakıyordu. Söyleyecekleri vardı ama susuyordu.
Kahvaltıyı yaparken her zaman olduğu gibi dünden bugünden yarından konuştuk. Hepsi üzgündü, ama bana belli etmemeye çalışıyorlardı. Tom daha fazla dayanamayıp;
“Bizi unutmazsın değil mi abla?” dedi.
“O nasıl söz öyle?
Görende sürgüne gidiyorum zannedecek. Telefon, internet hadi hiç olmadı mektup var. Yani benden kurtulamazsınız. Hatta bir süre sonra yeter arama bile dersiniz.” Dedim gülümseyerek.
Babamın da annemin de yüzünden rahatladıklarını hissedebiliyordum.
*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*
4 saatlik uçuşun bitmesine 10 dakika vardı. Nihayet karaya ayak basacaktım. Zaman bir türlü geçmek bilmiyordu. Ailemden ayrılalı 4 saat olmuştu. Onları özlemeye başlamış mıydım? Bunun cevabını vermek istemiyordum. Hava alanında son kez onlara baktığımda içimden bir parça kopmuştu. Onlar 17 yıllık kızlarını başka bir ülkeye yolluyorlardı ve en az 6 ay dönemeyecekti. Bu düşüncelerini kafamdan atmak ister gibi kafamı salladım. Yapılan anonsla uçağın ineceği herkesin yerlerine oturması istendi.
Uçaktan inince valizimi bulup benim için bekleyen görevli bayanı aramaya koyuldum. Mail de siyah takım giyeceğini ve bir kağıtta ismimin yazacağını söylemişti. Nihayet ismimin yazılı olduğu kağıdı bulmuştu. Benim hayal ettiğim kişi zayıf, genç ve sarışındı. Ama bu kadın –rose- hafif toplu, 40 yaşlarında ve kumraldı. Yanına gidip İngilizce olarak kendimi tanıttım. Kadının sirke satan yüzü kendimi tanıtmamdan sonra gülümsemeye başladı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Loving him is RED(Tamamlandı)
FanfictionSadece okul için ingiltere'ye gelmiştim. Yatılı bir okuldu. Her şey normal olacaktı benim için. Taaa ki Kıvırcık kafanın biri üzerime kahvesini dökene dek. Peki neden o şu an sahnede şarkı söylerken, ben onun sonra ki performansı için kıyafet seç...