Aldatıcı beyazlığıyla huzur ve masumiyeti hatırlatan kar, engelsiz yollarını geceye uzatmıştı; cadde ve sokaklara inerken, içimdeki isimsiz genç kız uyanıktı. Omzumda değildi, güzel başını yastığımın çukuruna yerleştirmişti. Zor kapanmış yağlı göz kapaklarımdan çenemdeki gamzeye kadar süzüyordu beni.Herkesin gecesi bir şekilde sessiz ve sakin geçiyordu.
Kapalı perdelerin ötesinde insanın içini sıcak düşüncelerle dolduran yumuşak sarı ışıklar birer birer söndürülüyor, apartman binaları karanlığın ayırt edilemeyen bir parçasına dönüşüyorlardı. Kar, gecenin inkâr edilemez güzelliğinin yanında duramıyordu; soğukla buz oluyor, sonunda eriyip gidiyordu.
Gece ebediyen ölümsüzdü.
Grup halinde en güvensiz yerleri dolaşan sokak köpeklerinin çoğu zaman ulumayı andıran sesleri, evlerin yüksek katlarına tırmanıyordu.
Herkes o gün ne yaşadıysa, rahat yataklarına uzandıkları zaman da onu hatırlardı. İyiyse iyiyi, kötüyse kötüyü görürdü.
Evimin bakımsız küçük bahçesinin arka tarafına bakıyordu odamın penceresi. Hemen yanı başındaki aşırı büyümüş geyik elması ağacının yapraksız dalları, beni selamlarcasına sağa ve sola sallanıyordu.
Ben güzellikten yoksun yaşantıma, yeni bir çirkin hatıra daha bırakmıştım.
Sessizlik ruhun önemli bir ihtiyacıydı; sessizlik, yarattıklarınla baş başa kalmak, en sevdiğin serinin kitaplarını okumak, müzik dinleyerek huzurlu bir uykuya dalmaktı. Şimdi de aynı etkiyi yapmasını isterdim. Sessizliğin kötü yanları kendini hemen göstermezdi. Sessizlik, ölümcül miktarda odama sızan zehirli bir gazdı.
Odamın soğukluğunda bedenimi soba gibi ısıtan yorganımı tekmeleyip gözlerimi ovuşturdum ve sancılarımı bir an için hissetmeden doğruldum.
Bunu yaptıktan bir saniye sonra her yanım yüzümü buruşturmama neden olacak kadar kötü ağrımıştı maalesef. Saat on iki kırk beş idi. Hava şiddetli bir fırtına çıkacağını anlatmaya çalışıyordu. Gökyüzü akşam saatleri yaklaşmış gibi kararmış, bulutlar açık maviden cansız bir griye dönmüştü. Beni depresyona sürükleyecek olan tüm duyguların karışımı karnımdan gelen sesler, hamlamışçasına ağrıyan kemiklerle çıkıyordu ortaya.
Kendime yiyecek bir şeyler hazırlamaya halim yoktu.
Hala zayıftım, bir kenara atılmış ve Tanrı'nın bile şah damarından daha yakın olmak istemediği bir yaratığına dönüşmüş gibi hissediyordum.
Sonrasında evin huzurlu sükuneti annemle babamın olmayışıyla korkunç, sessiz bir kabustan farksız geldi. Haftanın her günü, saat başı ve bugün... Bu sabah.
Değişik bir varlığın kendini evin duvarlarına saklayıp ürkütücü gözleriyle bir köşeden beni gözetlediğini hissediyor, evin odalarındaki loşluk, küçüklükten kalma korkularımı yüzeye çıkarıyordu. Siyah tüylü kunduzvari hilkat garibeleri odamın ortasında izinsizce oraya buraya hareket ediyorlardı. Zararsızdılar.
Nasıl huzurlu hissedebilirdim ki kendimi? İnsan anne ve babası ölünce doğup büyüdüğü evde onların yokluğunu ne kadar kısa sürede kabullenebilirdi?
Ağabey bozuntusu da ortalıkta yoktu. Cenazeye gelmemezlik etmesi ona olan son iyi hislerimi toprağa vermişti maalesef. Koca kıtadaki tek yaşayan akrabam oydu ama kendisinin bundan haberi yoktu! Sevmemesini anladım da, ölüm bambaşka bir meseleydi. Görmezden gelinemez, unutulamazdı. Hele bir de ailenin ölümüyse.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sessiz Ay
Loup-garouCecilia'nın yaşamı, ailesinin yaşattığı sıkıntılarla ve uyguladığı psikolojik baskılarla akıp gitmektedir; ta ki onları bir akşam sonsuza dek kaybedene kadar... Cecilia onların hayatından çıkmasıyla sonsuz bir özgürlüğe kavuştuğunu sanıyordu...