Bugün eylül ayının onbiri. Çoçukların okula başladığı, ağaçların yapraklarından ayrıldığı, sıcak yaz meltemlerinin yerine bıldırcınları Karadeniz'e kadar götüren bıldırcın fırtınasıda dediğimiz poyraz rüzgarlarının başladığı aydır Eylül ayı.Benim gibi yalnız insanların bir ağaca, kuşlara, kedilere köpeklere veyahut denizlere, dalgalara arkadaşlık etiği sığınacak bir liman arayışı içine girdiği bir aydır eylül ayı. Yalnızlık !Tanrı'nın sadece kendine lütfettiği büyük bir erdem olan yalnızlığı yıllardır taşıyan ruhum bu poyraz rüzgarları ile sığınacak bir liman, bir kuş, bir arkadaş ararken kendimi elimde kalem ve bugün Castor'un dükkanından aldığım günlüğüm ile Beykoz'un sahilinde oturur iken buldum.
Bu gün evden çıkıp sezerler yokuşunu tırmandıktan sonra soğuksu Çeşme'sinden aşağıya inerken yunan göçmeni olan castor'un dükkanının önündeki kalabalık dikkatimi çekti.Çok sevimli bir insandır castor. Göbekli tıknaz alnı açık kel kafalı ve kendine has Yunan şivesiyle cana yakın bir kişiliği vardır. Castor'un kırtasiye dükkanına bakarken çoçukluğum gözlerimin önünden film şeridi gibi geçti. Okulun istediği kitapları, defterleri soğuksu ilköğretim okuluna giden her çoçuk gibi annem ile castor'un Kırtasiyesinden alırdık.Okumayı sevmesemde yazmayı çizmeyi bir hayli sevdiğim için defter almak için sık sık giderdim castor'un kırtasiyesine. Her gidişimde ismimi hatırlayamadığı için balgözlü mahlasıyla çağırırdı beni. Karısıyla birlikte çalışır hiç çırak almazdı yanına. Bugünlerde yaşlandığı için olsa gerek yanına Topal Salih'in kızı Aysel'i çırak almış . Aysel biraltmış boylarında halk tabirinde balık etli denilen kiloda kıvırcık saçlı henüz reşit olmamış bir kızdı. Castor'un kızım onu getir bunu götür demesiyle çizgi desenli basma eteğiyle bir oyana bir bu yana koşturuyordu. Castor'un kızıydı artık Aysel. Çoçuğu olmayan castor'un manevide olsa bir çocuğu olmuştu bence. Okulların açılmasıyla işleri bir hayli artan castor'u ve eşini selamladım. Castor ve eşide gülümseyerek selamladılar beni. Kalabalığın arasında bizim zamanımızın çok ötesine geçmiş olan telli defterler çarptı gözüme. Sonra bizim bıçaklarla soyduğumuz kurşun kalemlerin yerine geçen yeni kalemleri gördüm.Büyük harflerle basmalı kalem yazan mukavvanın önüne gelip kalemlere bakmaya başladım. Üstten basınca ucundan bizim bıçaklarla yapamayacağımız kadar ince fabrikasyon yapımı uç çıkıyordu. Gün geçtikçe herşey yenileniyor ve insanlara geçmişte yaşadığı zorlukları unutturuyordu. Tabi yenilenen herşeyde yeni zorluklar katıyordu insan hayatına. Kurşun kalemlerin kalemtraş ile çöp başında ucunun açılması devri bitmişti belki fakat yeni zorluk basmalı kalemle yazabilmekti. Uç denilen meret azıcık bastırsan kırılıyordu, hafif tutsan yazıyı düzgünce yazamıyordun. Basmalı kalem ile olan imtihanımı bitirip biraz daha ilerlediğimde bazı insanlara sırdaş olan, bazılarının yoldaşı olan, bazılarının ise sadece bir defterden ibaret gördüğü günlükleri gördüm. Benim ise rahmetli Tuna'dan başka arkadaşım olmamıştı bu vakte kadar. Bazen sarhoşluğumda kendi kendime konuştuğum olmuştu lakin bu deliliğin değil, yalnızlığımın göstergesiydi elbette. Günlükleri incelerken bir ara Aysel yanıma gelip elimdeki günlük için bu çok iyidir efendim bunda tarihlerde yazıyor diyerek girdi söze. Satıcılığındaki başarıyı ölçmek adına elimdeki siyah günlüğü bırakıp mavisi olup olmadığını sordum. Biraz bakındıktan sonra sadece siyahı olduğunu söyleyip mavi olan başka bir günlüğü gösterdi. Depoda olup olmadığını sorduğumda ise Castor'un dükkanının hiç deposu olmadığını öğrendim. Aysel yüzündeki gülümsemesi ile gözümün içine bakarak birde buna bakın isterseniz diyerek dışı gri, sayfaları krem renginde olan bir günlük uzattı. Aysel'in satıcılığındaki çabasını beğenmiştim Castor tıpkı kendisi gibi yetiştiriyordu Aysel'i. Böylelikle dört lira ikiyüzelli bine günlüğümü alıp Castor'u ve eşini selamlayıp devam ettim yoluma. Ve kendimi Beykoz'un sahilinde otururken buldum. Günlüğü kapatıp kalemle birlikte ceketimin iç cebine soktum. Artık yaşadığım her şeyi anlatabileceğim gözlemlerimi çekinmeden söyleyebileceğim bir arkadasım vardı. Az biraz ötede hareketlerinden sevgili oldukları anlaşılan iki genç tabiata göre etçil olan martıları simit ile besliyorlardı. Martıların simitleri havada kapmalarını seyrederken duyduğum ezanın sesi saatin biri yirmi geçtiğini ve vardiyaya kırk dakika kaldığını haber veriyordu. Son kez sahilin temiz havasını içime çekerek gerindim, şöyle bir Sarıyer'e baktım uzaktan, içimden el salladım geçen gemilere ve yürümeye başladım.Sevgili olan iki gencin yanından geçerken kızın martılar hakkında ne kadar soğuk hayvanlar dediğini duydum.Erkek olanı içinse hepsi aynıydı bence. Çünkü erkek olanı o an martılar ile değil sevgilisinin yüzündeki ifade ile ilgileniyordu. Hafif esen poyraz rüzgarlarının tadını çıkarta çıkarta fabrikaya kadar yürüdüm. Mesainin başlamasına henüz on beş dakika kalmıştı ve ben daha giyinmemiştim bile. Soyunma kabinine girip üzerimi değiştirirken aynada gördüğüm tek şey ruhsuz bir bedenden ibaretti. Çünkü ruhum henüz sahildeki bankta Sarıyer'in tepelerinde uçan kuş topluluğunu seyrediyordu. Belkide hemen yanı başında balık tutan baba oğulun oltalarına takılan balıklara bakıp derin düşüncelere dalıyordu. Nitekim ruhum bankta oturan bir aylak olsada bedenim fabrikada bir işçiydi. Ve Beykoz iskelesine yanaşan Eminönü vapurunun kornası saatin ikiye beş kaldığının haberini veriyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
25. Saat
RomanceGit gide içinden çıkamayacağınız bir yalnızlığın içine düşeceksiniz işte bu sizin kuyunuzdur.