Güneş, gökyüzündeki yerini almış, bulutları etrafına toplamıştı. Bir elimle kolumu tutarken güneş ışınlarının yüzümdeki her hücreye doluşmasını ve ruhumun aksine bedenimi aydınlatmasını öylece seyrediyordum. Sırtımı yatağa dayamış bir halde yerde oturuyordum. Uykunun uğramayı unuttuğu bir gece daha geçirmiştim.
Etraf apaydınlıktı, ruhum kapkaranlık... İntihar eden her saniyenin ardından gözlerimi kırpıyor ve düşüncelerin beynime akın etmesine izin veriyordum. Annemi, babamı ve tüm Vabil halkını düşünmek kalbimde ani sancıların baş göstermesini sağlıyordu. Annem şimdi ne yapıyordu? Neredeydi? Onu özlediğim gibi beni özlüyor muydu? Onlardan ayrıldığım andan itibaren ruhumda bir boşluk oluşmuştu sanki. Huzur gitmiş, yerine huzursuzluk gelmişti. Babam yanımdayken hissettiğim ‘Güvendeyim’ hissinin yerinde yeller esiyordu.
En önemli sorunum ve düşüncelerimin merkezindeki mesele ise şuydu: ya öldüyseler... İnanması ne kadar güç olsa da bir savaşın içindeydik ve onların iyi olup olmadıklarını bilmiyordum. Tek bildiğim şey onları bu birkaç günde çok fazla özlediğimdi.
Dizlerimi kendime doğru çektim ve ellerimi ağrıyan gözlerime kapattım. Güneş ışığından dolayı gözlerim yaşarmıştı. Gece boyunca soğuk zeminde oturduğum için bedenimde ağrılar vardı ama ailemi düşünürken o konforlu yatağa yatmaya dayanamıyordum.
Sessizliğin hüküm sürdüğü evde sert ayak sesleri yankılandığında hala ellerim gözlerime kapalı bir halde yerde oturuyordum. Kaldığım odanın kapısı açıldı ve içeri sert adımlarıyla biri girdi. Bunun o olduğunu biliyordum.
Adımları oldukça yakınımda son bulduğunda çelik grisi bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum.
“Bugün benimle geliyorsun.” Sesi beynimde oradan oraya sıçrayan düşünceleri odalarına kapattı ve tuhaf bir şekilde baş ağrım hafifleyen zihnimle birlikte azaldı.
“Neden?” Ellerimi gözlerimden çekip kafamı kaldırarak ona baktım. Üzerinde asker yeşili bir üniforma vardı. Elini onu ilk gördüğümde yaptığı gibi üniforma üstünün düğmelerinin arasına sokmuştu. Bu haliyle oldukça ürkütücü görünüyordu.
“Ben istiyorum çünkü.” Yetersiz cevabından sonra üzerime bir bakış attı ve “Altına bir şey giy.” Dedi. Bakışlarımı üniformasından çekip gözlerine çıkardım. Güneş ışığı yüzüne vururken çelik grisi gözleri mavi gibi görünüyordu. Esmer teninde mavi gözler çok hoş durmuştu.
“Tamam.” Dedim duygusuz bir sesle. Kızları görmek istiyordum.
“Bana pantolon gibi bir şey getirebilir misin?” Kapıya doğru ilerleyen bedeni durdu ve bana omzunun üstünden bir bakış attı.
“Ellerin yok mu?”
“Ama eşyalarına dokunmamamı söylemiştin...” Kollarımı bacaklarıma sararken kafasını önüne çevirdi ve odadan çıktı. Sanırım bu tamam demekti.
Birkaç dakika sonra elinde gri bir eşofman altıyla geldi. Ben hala oturduğum yerdeydim, o gelince de kalkmadan ona baktım.
“Hadi, işim var.” Sert sesi odada dağıldı ve sonrasında adım sesleri. Yavaşça ayağa kalktım ama başım döndüğü için yatağa tutunmak zorunda kaldım. Her yerim ağrıyordu. Yatağın üzerine bıraktığı eşofman altını bacaklarımdan geçirdim ve bağıcıklarını iyice sıkarak belimden düşmesini engelledim. Aşağı kata indiğimde komutan dış kapının önünde beni bekliyordu. O an karşımdaki adamın adını bile bilmediğimi hatırladım. Belki de bilmek istemiyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ÖLÜ AY
Teen Fiction"Bir ülkenin yok oluşuna şahitlik ediyordum; kendi ülkemin yok oluşuna." "Evler baskına uğradı; yakıldı, yıkıldı. Çocuklar öldürüldü, ülkem paramparça oldu. Sırada soykırımın tamamlanması kaldı." "Her yapılan şeyin bir bedeli vardır. Sizin bedelini...