2180 / Aralık
Altın Çağ
Gözlerimi açtığımda, ilk hissettiğim şey soğukluktu.
Soğuk sanki tüm bedenimi ele geçirmiş gibiydi. Göz kapaklarımı hareket ettirirken bile zorluk çekiyordum. Boğazımı temizleyip yutkundum ve hareket etmeye çalıştım. Zorlukla doğruldum ve derin nefesler aldım. Etrafıma baktığımda, bir ormanda olduğumu anlamıştım. Karların üzerindeydim. Çimenlerin üzerine bir örtü gibi serilmiş bembeyaz karı korkunç kılan tek şey kandı. Kan her yerdeydi. O kadar çoktu ki, bir an, bunun beynimin bana oynadığı bir oyun, veya gördüğüm o dehşet verici kabuslardan birisi olduğunu sandım.
Kıpırdayıp ayağa kalkmaya yeltenince, sol bacağımdaki keskin acıyı hissettim. Bacağıma baktığımda tam dizimde korkunç bir ezilme olduğunu fark ettim. Sürekli akan bir kan vardı ve onu hareket ettirmeye çalıştıkça daha büyük bir acı hissediyordum. Bilincim yerine geldikçe, acı kendisini daha fazla göstermeye başlamıştı.
Ve tam o anda, gözüm ilerideki ağacın altında yatan cansız bedene takıldı.
“Anne!” Diye bağırdım boğazımı yırtacak bir şekilde. Beni bulmalarından korkmuyordum, beni öldürmelerinden korkamıyordum. Sanki kalbim paramparça olmuş gibi hissetmiştim. Annemin tam kalbinde bir bıçak saplıydı, başı benim tarafıma doğru yatmıştı. Mavi gözleri buz gibi olmuş, sanki bir buz tabakasıyla kaplanmış gibiydi. Hafif aralık olan dudaklarının arasından kan akmış ve teninde kurumuştu. Benim güzel anneme ne yapmışlardı böyle…
“Anne!” Diye bağırdım bir kez daha. Onu koruyamamıştım.
Bacağımı umursamadan yanına süründüm ve ona sıkıca sarıldım. “Anne…” Dedim hıçkırıklarımın arasından. “Özür dilerim anne!”
Karın yeniden yağmaya başladığını hissetmiştim, ama soğuğu veya acıyı engelleyen bambaşka bir duygu vardı sanki içimde. Berbat hissediyordum. Annemi ölüme terk etmiştim. “Beni affet ne olur…” Dedim boğuk bir sesle. Daha sonra geri çekildim ve başını karların üstüne koyup, uzun, sarı saçlarını okşadım. Derin bir nefes alıp, gözlerini kapattım ve alnını öptüm. O kadar çok acı veriyordu ki…
“Lillia!”
Bakışlarımı giderek yaklaşan sesle arkama çevirdim. Treason, bana doğru şaşkın bir şekilde geliyordu. Onu görünce gözyaşlarım yeniden kendilerini ortaya çıkardılar. Treson dehşetle annemin cansız bedenine baktı. “Üzgünüm Treason…” Dedim kısık bir ses tonuyla. “O öldü.”
Gözlerini annemden ayırmadan dizlerinin üzerine çöktü. O kadar şaşırmıştı ki, ağlayamıyordu bile. Olduğu yerde donup kalmış bir şekilde anneme bakıyordu. Bir süre sonra kendisini toparlayarak doğruldu ve titrek adımlarla yanımıza yaklaştı. “Gitmeliyiz Treason.” Diye mırıldandım zorlukla. Treson bana baktı. “Yaralıyım. Beni buradan götürmelisin.”
“Berbat görünüyorsun, Lillia.” Dedi beni baştan aşağıya süzerek. Bacağımı kendisine doğru çekip, yaramı kontrol etti. “Çok kan kaybetmişsin.”
Silah sesleri duyunca, yerimden zıplayıp bu seslerin geldiği yere döndüm. Bu halde eve ulaşamayabilirdim. Annemin ölümünden sonra, Treson’un da ölümüne göz yumamazdım. “Treson.” Dedim kararlı bir ses tonuyla. Hemen bana döndü ve gözlerini kıstı.
“Asla.” Dedi keskince ve beni yerden kaldırdı. Beni hızlı hareketlerle sırtına alırken acıyla inlemiştim.
Sırtından inmeye çalıştım. “Bu halde ne kadar koşabilirsin, aptal?” Dedim sertçe.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Dedik ve Kestik
Science FictionBen Lillia. Yıllardan 2200, günlerden Cumartesi ve Şubat ayındayız. Bugün tam iki yüz yıldır yağmayan yağmur yağdı ve bu uluslararası hayatta kalma savaşına son verdi. İnsanlar gerçeği öğrendi ve temiz, doğal su kaynakları ile petrol elde etmeye baş...