Arzu Mey, cafenin önüne çıktığında bir gerçekle daha yüzleşti. Ozan 20'li yaşlardaydı, kendisi ise 50'sini geçmişti. Bu nedenle onu takip etmek sandığı kadar kolay olmayacaktı. Genç sevgilisinin kısa sürede cafeden hayli uzaklaştığını fark etti. Hologram da olsa yaşlıydı ve Ozan'ın durup dinlenmesini dilemekten başka çaresi yoktu. Arzu Mey, tabana kuvvet yürüdü peşinden. Yürürken de unuttuğu birçok duyguyla yüz yüze geldi. Ah! bir de koklayabilseydi çevresini. Belki denizin kokusunu hissetse zihni açılırdı. Hatta tadabilse. Boyoz yemeyeli ne de uzun zaman olmuştu. Hele limon damlasında parıldayan midyelerden ne çok yerlerdi Ozan'la. İlla ki de Kemeraltı'nda. Arzu Mey, "Ne yapıyorum ben?" dedi kendi kendine. Var gücüyle yürümeli, şu işi çözmeliydi artık. Sonra kafasında bir şimşek çaktı. Oraya gidiyordu Ozan. Öldüğü yere. Bu nasıl da çıkmıştı aklından? Denizde bulunmamış mıydı cesedi? Biraz ilerideydi üstelik. Boğulmuştu. Şimdi, şu anda gözü kara bir halde İzmir'in soğuk sularına bırakmaya mı gidiyordu kendisini? Elbette ki oraya gidiyordu. Başka nereye gidecekti? Kendisi de zaten birkaç saat sonra almamış mıydı o kötü haberi? Yüzme bilmezdi Ozan. Bu nedenle en kesin yolu seçmişti. Denizin orta yerine bırakmıştı kendini. Hiç kimseler müdahale etmemişti. Kimse görmemişti onun halini. Hakikaten onlardan başka kimse yoktu çevrede. Şaşırtıcıydı. "Ne uygun zamanı seçmiş" diye geçirdi içinden. Arzu Mey birden durakladı. Halbuki aksine ilerlemesi lazımdı. Çünkü Ozan da durmuştu. Kısa bir şaşkınlıktan sonra bunun çok iyi bir fırsat olduğunu düşünerek 20'sindeki delikanlının yanına koşturmaya çalıştı. Telefonunu çıkartmıştı cebinden Ozan. Hararetli hararetli konuşmaya başlamıştı. Duyamıyordu ama çok kızgın olduğu her halinden belliydi. Cebinden sigara paketini çıkardı. Telaşlı telaşlı yakıp, ciğerlerine çekti bir ağız dolusu dumanı. Ama yeniden hareket etti. Bu hiç iyi olmamıştı. Şimdi annesi yaşında olan ilk aşkı yetişmeye zorlanıyordu. Arzu Mey'in hologram görüntüsü belki nefes nefese kalmıyordu ama gerçek bir insana göre çok ağır hareket ediyordu. Daha da fenası koşturmaya başladı Ozan. Bir süre sonra da gözden kaybolup gitti. Arzu Mey'in belki zamanı yoktu ama itirazı da yoktu. Yavaş adımlarla Kordon'un tadını çıkara çıkara 30 yıl öncesinin İzmir siluetini çekti içine. Nasıl olsa biliyordu Ozan'ın kendini sulara bıraktığı yeri. 10 dakika, en fazla yarım saat sonra yetişirdi ona. Nasıl olsa ordan bir yere gitmeyecekti Ozan. Gidemeyecekti. Uzaktan Karşıyaka'yı süzdü Arzu Mey. Güliz orda olmalıydı şu an. Sınıftaki en samimi arkadaşıydı Güliz. Onunla da bağlarını tamamen kopartalı 25 yıl olmuştu. Aslında kız her bayramda kendisini aramıştı ama o Amerika'nın büyüsüne kaptırıp uzaklaşmıştı tüm sevdiklerinden. Sonra da istese de kapatamamıştı arayı. Yalnızlaşmıştı. Kocasına bile yabancılaşmıştı. Tüm suçu ona yüklemek bencillik olurdu; farkındaydı. En az onun kadar sırt çevirmişti. İlk seneler işini bahane edip ona vakit ayırmayan kendisi değil miydi? Her tartışmalarında ağzı daha çok iyi laf yaptığından daha baskın gelen de kendisiydi zaten. O ise genelde aynı şeyleri söylerdi. "Seninle olmak uğruna neleri göze aldım ben" derdi papağan gibi. Arzu Mey de "Senin göze aldıklarının 5 mislini alıp, geldim ben buraya" deyip fırçalardı kocasını. Kazanan yine kendisi olurdu. Ama ikisi de kaybederdi aslında. Arzu Mey, hologram görüntüsüne tanıtır gibi uzaklara, çok uzaklara bakıyordu. Hafta sonundaki Foça kaçamaklarını, Çeşme'den bir gün parasız pulsuz otostopla dönüşlerini, Kokoreççi Yavuz'un tezgâhını, vapurda martılara gevrek atışını, şimdi ara sokaklara dalsa rahatlıkla bulabileceği sahafları anlatıyordu gizliden gizliye. Sonra birden göğün kararmasına tebessüm etti. Böyle günleri ne çok yaşamışlardı vakti zamanda. Sabah kalktıklarında günlük güneşlik olan hava, akşam şiddetli yağmura dönüşür, üzerlerindeki incecik kıyafetlerle sıçana dönerlerdi eve gidene kadar. "İzmir'in havasına güven olmaz" sözünü test edip onaylamışlardı yüzlerce kez. Ve işte yine birdenbire yağmur atmaya başlamıştı. O güne dair anılarında yağmur tamamen hafızısından çıkmıştı oysaki. Yağmurun holograma etkisi olmayacağını bildiğinde en ufak bir tereddüte düşmeden devam etti yoluna. Belki New York'ta bir haftada katettiği yolu bir gün de yürümüştü ama yorgun değildi. Sonra ikinci kez duraladı Arzu Mey. Ozan biriyle konuşuyordu ileride. Hatta konuşmaktan öte tartışıyor gibiydi. Dahası itişiyorlar mıydı ne? Doğruydu, itişiyorlardı. Ve etrafta bir Allah'ın kulu yoktu. Üstelik yağmur da şiddetini artırmıştı. Arzu Mey, sanki onları ayırabilirmiş gibi daha hızlı hareket etmeye başladı. İlk defa gerçek anlamda koşuyordu sanki. Bir yandan da Ozan'ın karşısındaki kapşonlu gençle kavgasından gözünü alamıyordu. Artık iyice yaklaşmıştı Arzu. Fakat yine yetişememişti. Çünkü kapşonlu genç aniden üzerine atlayarak olanca gücüyle itti Ozan'ı. Sevgilisi ise karşı koyamadı. Ozan ve kapşonlu genç havada bir yumak olup denize düştüler. Denizde rüzgârın etkisiyle kuvvettli bir dalga peydah olup fazlalıklarını Arzu Mey'in tam önüne püskürttü. Arzu Mey tüm dikkatini denize verip bir hareket aradı. Ve bir dizi soru yankılandı kulaklarında. İyi de sadece Ozan'ı çıkarmışlardı denizden. Peki diğerine ne olmuştu? Daha da ötesi kimdi o kapşonlu genç? Demek ki intihar etmemişti sevdiği. Hatta aklından bile geçirmemişti. Rüzgâr bir dalgayı daha püskürttü kıyıya. Bu dalgayla birlikte bir el gelip taş zemini tuttu. Kapşonu kafasında çıkmıştı ama kafasının arkasına yapışmıştı sanki. Can havliyle dirseğini koydu taş zemine. Derin derin nefes alıp öne attı kendini. Şimdi Arzu Mey'in görünmeyen ayak dibindeydi. Sanki Arzu Mey, denizden kendisi çıkmış gibi titrediğini hissediyordu. Herkesin intihar diye bildiği bir cinayetti aslında. Yağmur inanılmaz şiddetlenmişti artık. Kapşonunu geriye atıp kafasını kaldırdı genç adam. İşte o an Arzu Mey'in hologramı sanki can bulup, kalbini tetikledi. Sait Orhan, gözlerini dikmiş kendisine bakıyordu. Aslında boşluktu gördüğü veya karşıdaki ışıklı lokantalardı. Tüm heybetiyle kalkıp, Arzu Mey'in görünmeyen hologramının içinden geçip gitti. Arzu Mey dönüp bakamadı bile arkasından. Yıllarca aynı yastığa baş koyduğu adamın sevdiği adamı bir yağmurlu Şubat gününde itip canını alışı gerçeği ile kala kaldı. Niye yapmıştı bunu? Niye yapacaktı, kendisi için elbet. Bir ses aradı Arzu Mey. Biri bir açıklama yapsın istedi. Ve o ses Sait Orhan'ın yaşlı dudaklarından döküldü sanki:
"Seninle olmak uğruna neleri göze aldım ben."
Sonra da "Şırank" diye bir ses duydu. Şırank'ı cebine koydu Arzu Mey. Güzel sözcük kalmamıştı sokakta...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ŞIRANK
Science FictionAnılarının içinde sürüklenip duran Arzu Mey, geçmişe dönmek için bir fırsat elde eder. 2042'nin New York'undan 2012'nin İzmir'e dönecek olan Arzu'nun derdi hayatının en kötü gününe bir kapı aralamaktır. Yani sevgilisinin yitip gittiği vakte.