Poyraz öğretmenlik yaptığı okulundan çıkmış soğuktan hareket kabiliyetini yarı kaybetmiş elleri ceplerinde arabasının anahtarını sıkıca tutuyordu. O kadar sıkıyordu ki canı yanıyordu. Belki de hala ellerini hissedebildiğinden, yaşadığını hissedebildiğinden emin olmak istiyordu. Ağır adımlarla kaldırım taşlarının arasındaki çizgilere basmadan yürümeye çalışıyordu. Çocukken okuldan eve dönerken oynadığı bir oyundu bu. O günleri özlemişti. Hayat daha basit ve neşeliydi. Zaman şimdiki gibi bütün hızıyla akmıyor, insan yaptığı şeylerden zevk alabiliyordu. O zamanlar herşey çok daha ilginç ve heyecan verici geliyordu. Her sabah annesinin hazırladığı kahvaltıyı yerken çizgi film izlemek, arkadaşlarıyla sokakta taşlardan kale direği yapıp top oynamak, hatta düştügünde dizlerinin kanamasını bile özlemişti. Artık yaraları o kadar çabuk iyileşmiyordu. Yaşanıyordu. Aklına birkeresinde sokaktan komşular tarafından gürültü oluyor bahanesiyle kovulup çimlere gittiklerinde kale direği yapacak taş bulamayıp "çimlerde top oynamak yasaktır" yazılı bir tabelayı kale direği yapıp top oynadıkları geldi. Dudağında hafif bir gülümsemeyle arabasının kapısını açmaya çalışırken orta yaş krizi herhalde diye iç geçirdi. Arabaya bindiğinde dikiz aynasını kendine çevirip gözlerine baktı. Etrafındaki çizgiler hariç aynısıydı. Yıllar yüzünde derin izler bıraksa da gözlerine ve bakışlarındaki umuda dokunamamıştı. Gür bıyıkları ve uzun boyu onu yaşından daha büyük gösteriyordu. Koyu siyah saçları kahverengi gözleriyle yakışıklı denebilecek bir adam olmuştu. Annesi boyundan dolayı daha çok yakıştığını söylediği için dizlerinin altına kadar uzanan bazen siyah bazense krem rengi paltolar giyiyordu. Arabasını çalıştırıp bir şarkı açtı ve yola çıktı.
- Nasılsın?
- İyidir. Seni sormalı hiç gözükmüyorsun ortalıkta.
- iş güç işte evden okula okuldan eve sınav dönemi de başladı. Bu aralar daha yoğunum.
- Benim işimde ortalıkta kim gözüküyor kim gözükmüyor onu kontrol etmek işte. Diyerek gülümsedi mert. Kendine verdiği sözü tutmuş çelimsiz bedenine rağmen 4. denemede polislik sınavlarını geçmişti. Orta boylu, kumral saçlı ve güler yüzlü bir insandı. Hemen hemen herkes onu sever gördükleri zaman dakikalarca muhabbet etmek isterlerdi.
İki arkadaş sık sık mustafa dayının kahvesine gelir, çay içip sohbet ederlerdi. Mustafa dayı altmış yaşlarında, göbekli saçlarının ve sakallarının ekserisi beyazlamış babacan bir adamdı. Boynuna astığı gözlükleriyle her fırsatta kitap okur ve derin konuşurdu. Kahvenin hemen yanında küçük bir evde ailesiyle birlikte yaşar, kahvenin hemen arkasında yetiştirdiği tavuklardan aldığı yumurtaları satardı. Tavukları koruyan bir köpeği ve sevimli beyaz tavşanları vardı. Hayvanları çok severdi. Bir gün kartopu adındaki tavşanı hastalanmıştı. Oda ölecekse özgür ölsün diyerek serbest bırakmış, hayvan kahvenin etrafındaki yeşilliklerde birkaç hafta yaşadıktan sonra ölmüştü. Mahallenin çocukları kartopunu mütevazi bir cenaze töreniyle toprağa vermişlerdi.
Poyraz ve mert kahvenin önündeki masaya oturmuş mustafa dayının gelmesini beklerken çaylarını yudumluyorlardı. Bir süre sonra işlerini bi tiren mustafa dayı
- ooo çocuklar siz mi geldiniz. diyerek yanlarına oturdu.
- Hayırdır çocuklar durgunsunuz bugün. gülümseyerek ikisinin de gözlerinin içine bakıyordu. Poyraz;
- İş güç işte mustafa dayı ne olsun.
- En kötü derdiniz bu olsun evlatlarım. Dünya üzerinde böylesine acılar ve kederler varken... Esasında insanın cehennemi bir gün öleceğini bildiği an başlar. Yeryüzünde hiçbir canlı öleceğinin idrakinde değildir. Doğarlar, beslenirler, nesillerini devam ettirip sesiz sakin geldikleri toprağa geri dönerler. Ancak insanoğlu avuçlarının arasından akıp giden zamanı yakalamaya çalışırcasına kısacık ömrüne daha çok para daha çok aşk ve daha çok şan sığdırmak için uğraşıp durur. Çünkü ölümün ayak seslerini her aldığı nefeste daha derinden hisseder. Ama bilmezki durduğunda zaman yavaşlar. Kendini hissetmeye, düşüncelerini duymaya başlar insan. İşte o zaman, zaman başkalarının değil senin olur. Mesele çok şey yaşamak değil güzel yaşamaktır.
- Hay ağzına sağlık dayı bugünde cilaladin kalbimizi. diye atıldı mert.
Ama Mustafa dayının içinde bir sıkıntı vardı o gün kahve her zamankinden daha boştu sanki gökyüzünden bir sessizlik ve Yalnızlık Akın Akın topraklara yağıyordu kimse birbiriyle çok fazla konuşmuyor sadece kısa ve öz kelimelerle dertlerini anlatıyorlardı sanki kimsenin birbiriyle konuşacak bir şey kalmamıştı Mustafa dayı Böyle zamanlarda Çayı daha bir demli yapardı. . Kalın parmaklarıyla ince belli bardağa doldurulmuş simsiyah çayı tuttu webos bıyıklarını altından höpürdeterek Bir yudum aldı
