Masumiyet

3 0 0
                                    

Ideolojiler topluma giydirilmiş deli gömlekleridir der Cemil Meriç. Takılmayın şimdi konumuzla bi alakası yok. Bu da burda dursun. Aklınızda bulunsun. Bir yerlerde bir entelle falan muhabbet etmek zorunda kalırsanız kullanırsınız. Zaten bütün derdimiz karşımıza çıkan hepsi birbirinden farklı hayat görüşlerine göre bir iki cümle üretebilmek değil mi? Öyle ki konusu geçtiğinde sessiz kalmamak için evrim teorisini ezberlemiş, devrim nutuklarında göze çarpalım diye castro'yu che'yi gezmiş’i okumuş, modaya ayak uydurmak için daha on sekizimizde sigaraya başlamış, bira markalarının menşeini araştırıp ortamlarda ağır içiciyim pozları atmış insanlarız bir çoğumuz. Fakat beyefendiler, hanımefendiler hayatın bir de bizim fark etmekte zorlandığımız gerçekleri var. Misalen ben... Henüz 21 yaşındayım fakat ruhum 17 bedenim 40 ı aşmış gibi gözüküyor. Neden böyle oldum ben hep sevgiden. Yani sevgisizlikten. Sevmekten daha doğrusu. Amaaan sevilmemekten diyecektim. Bakın konuyu saptırıyorsunuz. Fakat müsaade etmeyeceğim. Evet arkadaşlar hayatın gerçeklerini açıklıyorum. Iyi dinleyin. Madde 1: Hayat; canımızın içi, gönlümüzün neşesi annemizin karnından doğar doğmaz ilk tokadı yediğimiz bir arenadır. Bu arenaya bizi öylece eğitimsiz, savunmasız atarlar. Içeride bu arenada onlarca yılı devirmiş çok deneyimli abiler ablalar vardır. Fakat işte işin acı tarafı bu abi abla muhabbetleri fazla uzun sürmez. Zaman aktıkça sendelemelerimiz, kırgınlıklarımız, nefretimiz ve öfkemiz artarken sevgi, saygı, inanç ve değer yargılarımız azalır. Bu hep böyle miydi? Hayır. Okuduğumuz kimi kaynaklara göre eskiden iyi insanların sayısı biraz daha fazla, arabaların sayısı ise çok azmış. Kafamızı kaldırıp bakalım. Ne kadar çok araba var değil mi? Atların, eşeklerin, develerin pabucunu hep damlara attık. Dam demişken şimdilerde damlar da epey azaldı. Artık gökdelenlerin tam o göğü delen kısmı eski damların yerine geçiyor galiba. Ne yazık ki o kadar yüksekte mangal yanmıyor. Evet arkadaşlar kıymetli hocamızın değerli vaktinden çalmayalım. Hayatın gerçekleri bunlar. Var mı sorusu olan?
Sınıfın uyanığı söz aldı. “Hayatın gerçekleri dedin ama tek maddede bitirdin nasıl oldu bu hafız?”
Hafız mı? Şöyle hitaplara da nasıl uyuz oluyordum. İsmimiz niye vardı? Hem çok bağlayıcı bi kelime: hafız. Yahu belki ben hıristiyanım. Niye zan altında bırakıyorsun be adam. İçimde apayrı konulara eleştiri getirmeden şuan cevap versem iyi olacak diye düşündüm.
“Papaz şimdi hayatın gerçekleri çok da bizim vaktimiz sınırlı be mümin kardeşim.”
Sınıftan gülüşmeler yükseldi. Hoca ise kürsüye yaşlanmış hayretle bu yaşananları izliyordu. Muhtemelen meslek hayatı boyunca birçok öğrencinin kendini bilmez tavırlarına şahit olmuştu ama ben işi bazen çok abartıyordum. Üstelik bu tavırlarımı bertaraf edecek tek bir başarılı girişimim yoktu. Zaten hayatım boyunca hep böyle olmuştu. Hiçbir işi layıkıyla yapamamıştım. Hoca bana iletişim tarihini sunum hazırla demişti. Hem de 2 ay süre vermişti. Ben zaten sürenin 2 ay olduğunu duyunca kafadan 1 ay ertelemiştim. Sonra 1 hafta daha. Sonra günler günler derken sunum günü gelmiş çatmış ben hiçbir hazırlık yapmadığım için çıkıp bir dolu saçmalamıştım hayatı  gerçekleri falan. Olsundu. Ben de böyle bi insandım. Okumak güzeldi ama okul güzel değildi. Ödevler sunumlar hep saçma şeylerdi. Kafamdan bunlar geçerken hoca bu saçmalığa bi son vermek istercesine gözlerimin içine bakıp “Sıfır!” diye bağırmıştı. Ben de sırıtarak canın sağolsun hocam demiştim. Senin yüzünden meslekten soğudum diyen hocalarım toplansalar kooperatif kurabilirler ya da 1 işçinin 30 günde yaptığı bir evi 1 günde yapamazlardı çünkü o işler öyle olmuyordu.
Fazla arkadaşım yoktu. Aslında çok vardı da hiç yoktu. Yani demek istediğim herkesle konuşuyor fakat hiç kimseyle anlaşamıyordum. Onlar hayatı çok sıradan yaşıyorlardı. Hepsinin tek derdi bölümü bitirip ise başlamak, maaş almak evlenmek, çoluk çocuğa karışmak, senede 1 hafta da tatile çıkabilmekti. Saçma değil miydi? Senede 1 hafta tatil yapabilmek için 51 hafta çalışmaya ne gerek vardı ki? Bunlar hep kapitalizmin oyunuydu. Bu laf da meşhurdu. Ortamlarda havalı gösteriyordu. Ben de kullanıyordum. Evliliğe gelince bence evlenmek için de paraya dolayısıyla çalışmaya gerek yoktu. Tabi bu şartlarda evlenebilmem için benim gibi düşünen bir karşı cins bulmak lazımdı. Bu arada ben erkektim. Yani hala erkeğim. Yok hayır değiştirmeyi düşünmüyorum. Lakin burda bir parantez açmalıyım. Insanların meslek sahibi olmalarına karşı değilim. Meslek sahibi olsunlar tabi ki. Fakat temeldeki amaç para olmasın. Tutkuyla işlerini yapsınlar para zaten kazanılır. Bu cümlelerden de yarası olanlar tabağına yiyebileceği kadarını alıp gocunabilirler. Ben bolümü bitirirsem gazetecilik yapar mıyım bilmiyorum. Fakat yaparsam amacım asla para kazanmak olmayacak. Hele bizim meslekte amaç para olursa mesleğin şerefini pamuk ipliğine bağlamış oluruz. Bu kısımlar çok tehlikeli çok. Neyse... Konuyu dağıtmayalım. Ben size bir şey anlatıcam. Fakat iyi dinleyin. Zira övünmek gibi olmasın ilginç bir hikayem var. Kendim de oldukça ilginç sayılırım zaten. Mesela gazetecilik okuyorum ama hiç gazete okumuyorum. Çünkü farkındayım ki gazetelerin hepsi birer hemşire. Evet hemşire. Ilginç bir benzetme oldu. Açıklamam icap ediyor sanırım. Bizim bu gazetecilikte kitle iletişim kuramları denilen bi olay var. Olay derken yani birtakım araştırmalar var medya ile ilgili. Şöyle ki dünyamızın çeşitli yerlerinde bazı değişik insanlar iletişim üzerine araştırmalar yapmışlar. Sonucunda da bazı kuramlar ortaya çıkmış. Bunlardan bir tanesi de hipodermik şırınga kuramı. Bu kurama göre kitle iletişim araçları toplum tarafından kabul edilmesi istenilen düşünceleri algısal olarak öyle bir aktarır ki hepimiz bir iğne ile enjeksiyon yapılmışçasına etkileniriz tüm bu yayınlardan. İşte bu yüzden bütün gazeteler hemşiredir. Bize iğne yapmak istiyorlar. Ama işte ben iğne sevmediğimden olsa gerek gazete okumuyorum. Şimdi bu yazdıklarımı okuyan hocalarım olursa ( ki olursa memnun olurum ) hayal kırıklığına uğrayabilirler. Biz bu çocuğa hiçbir şey öğretememişiz kendi ekmeğine kan doğruyor diye. Ama ne yapayım sevgili hocalarım benim içimde bir yer var orası inanmayınca güvenmeyince ne kadar zorlasam da olmuyor. Sizi seviyorum. Sevgili okurlar! Toplum içinde hocalarımla fısıldaştığım için hepinizden ayrı ayrı özür dilerim. Ne diyordum? Hah evet. Ben biraz değişiğim. Hatta boradan birazcık daha da fazla olabilir. İki tane ev arkadaşım var. Adımı sorsanız bilmezler. Çünkü bana şizofren diye hitap ediyorlar. Hem de neden biliyor musunuz? Kendi kendime konuşup, kendi kendime mektup yazıp kargoya verdiğim, küçük kağıtlara küçük notlar alıp odamın duvarlarına yapıştırdığım için. Ama ben bunu kabul etmiyorum. Ben şizofren değilim. Tamam Süheyl adında hayali bir arkadaşım var ama bu benim şizofren olduğum anlamına gelmez. Olsa olsa deliliktendir. Deli olduğunu kabul ederim. Çünkü delilik, ayrıcalıktır!
Benim gerçek dünyada da bir arkadaşım var ismi Tuğrul. Tuğrul benim 12 yıllık arkadaşım. Birbirimiz hakkında her şeyi biliriz. Tuğrul da aslına bakarsanız tam olarak benim kafadan değil ama idare ediyor işte. İtiraf etmeliyim o olmasa bu başımdan geçenleri asla atlatamazdım. Meraklanmaya başladınız değil mi? Öyleyse yapın kahvenizi... Başlıyoruz.
Karşımda oturmuş, ellerini tozlu masaya değdirmemeye özen gösteren yirmi yedili yaşlarda bir kadın... Gözleri bana öyle hayretle bakıyor ki kendimi rahatsız hissetmeye başlıyorum. Burda bulunduğum süre zarfında herkesi her şeyi tiye almış olan ben ilk defa gerildiğimi hissediyorum. Otoriter ses tonuyla konuşmaya başlıyor kadın. “Sen ne anlatıyorsun Yusuf? Savcının iddianameye yazdıklarına cevap olabilecek bir şeyler söyle bana. En olmadı olayları olduğu gibi baştan sona anlat ki seni savunabileyim mahkemede.
Az önce bülbül gibi şakıyarak saçma sapan şeyler anlatan ben birden duruluyorum. Kısık çıkan sesimle “Benim savunmaya da avukata da ihtiyacım yok. Hayatım bitti zaten burdan kurtulmama imkân da yok.” deyiveriyorum.
“Bak sana yardımcı olmak istiyorum. Ama sen bir müvekkilin avukatına derdini anlatmasından ziyade kitap yazar gibi konuşuyorsun. Dosyanı inceledim. Evet farkındayım iddianame çok güçlü onlarca suçtan yargılanıyorsun ama suçluluğunu ispat eden tek bir delil bile yok. Ama masumiyetini kanıtlayan bir delil de yok. Bana yardım et o delili bulayım.”
Derin düşüncelere daldım. Son zamanlarda insanlar o kadar kötüydü ki şimdi birinin gelip iyiliğimi düşündüğümü söylemesi hiç inandırıcı gelmiyordu. Ama onun benden hiçbir çıkarı yoktu sadece işini iyi yapmak istiyordu. Mahkeme günü yaklaşıyordu. Hâkim soracaktı ama benim kendimi savunabilecek hiçbir şeyim yoktu. Dolayısıyla karşında oturan avukat Sena hanıma da güvenmekten başka çarem yoktu.
“Ne kadar zamandır burdayım?”
“Bugün 28inci günün.” dedi. Bunu söylerken hücrede zaman kavramını yitirmiş olmama ne kadar üzüldüğünü hissettim. Vay be 28 günlük mahkûmdum demek. 6 ay önce biri bana bunları anlatsa aklını yitirdiğini düşünürdüm. Dışarıda annem, babam, kardeşlerim, akrabalarım, arkadaşlarım var. Eminim benim nasıl olup da hapse düştüğüme anlam veremiyorlardır. Tamam ben hiç iyi bi çocuk iyi bi öğrenci olmadım ama beni seven insanları üzmezdim. Sahi nasıl düştüm ben buraya? Sena hanım da sabırla anlatmamı bekliyor. “Bana karşı dürüst olun Sena hanım. Burdan kurtulma ihtimalim var mı?”
“Zor ama imkansız değil.” diye hiç olmayan umudumu yeşeren bi cevap alınca anlatmaya karar veriyorum. Bu umutla birlikte aklıma gelen ilk şey Süheyla’ya kavuşmak. Süheyla... Kim bilir ne haldedir? Dayanmalısın oğlum Yusuf. Süheyla için dik durmalısın.
“Şimdi Sena hanım... Bundan 6 ay kadar önceydi. Ben Yusuf Tahtakılıç yanıldım yazıldım bi kıza yazıldım. Yazıldım derken yanlış olmasın. Kimsenin duygularıyla oynayacak bir karakteri aciz bedenimde barındırmıyorum çok şükür. Ben aşık oldum. Hayatımda ilk defa aşık oldum. Biliyor musunuz? Bu aşk dedikleri şey öyle şimdiki gençlerin yaptığı gibi internette orda burda dile düşürülecek şey değilmiş. Yaşayınca anladım. Böyle tuhaf tuhaf tansiyonun düşüp yükseliyor, damarlarında akan kanı hissediyorsun, kendi kendine gülüp, kendi kendine heyecanlanıyorsun. Benim noluyo lan bana diye kendimi tokatlamışlığım var. Neyse o günü anlatayım. O gün bizim Tuğrul aradı beni. Yanıma gel dedi. Vallahi gitmeyecektim. Fakat çok ısrar etti. Kıyamıyorum ki. Geleyim kardeşim dedim. Işte her şey aslında Tuğrul’un yüzünden oldu. O gün ısrar etmeseydi o otobüse binmeyecektim. Süheyla’'yı görmeyecektim. Bazen yaşadığım onca şeyin nedeni olarak geçmişteki sıradan, günlük tek bir eylemimi öne sürebiliyorum. İşte bu da öyle bir şey. Her şeyin sebebi Tuğrul’un ısrarıyla o otobüse binmiş olmam. Her neyse ben bindim bu kahrolası otobüse. Benden bir durak sonra da O bindi. Otobüs e girer girmez vuruldum ona. Allah’ım dedim verme sırtına kaldıramayacağım yükü. İlk o an dua ettim işte hayatımda öyle içten. Nasıl anlatsam...? Bir saçları var böyle özgürlüğün simgesi gibi. Bir gözleri var korkarsın gözlerine değmesine. Hele bi mahcup duruşu var ki düşer miydin ben bu hallere o mahcup duruşu olmasa. Boş yer yoktu otobüste. Kalkıp yer verdim. Yarım yamalak bir buyrun çıktı ağzımdan. Öyle çekingendi ki teşekkür bile edemedi. Etmesindi zaten. Teşekkür samimiyetsiz insanlara yakışırdı. Onun bu çirkin dünyaya doğmuş olması bile insanlığa bir armağan olmalıydı. Onun oturduğu koltuğun demirinden tuttum. Gözlerimi üzerinden alamıyordum. Kendisine baktığımı hissediyor olmalıydı. Fakat o kadar değişik, garip bir havası, çekingenliği vardı ki başını kaldırıp bana bakmaya cesaret edemiyordu. Karnında garip garip ağrılar hissediyordum. Allah'ım neler vermezdim bir bakışına. Ama bakmadı. Stop düğmesine bastı indi otobüsten. Hayatımda daha önce hiç hissetmediğim bir kuruntu çöktü içime. Niye konuşmamıştım ki, kahretsindi, oftu puftu derken duramadım. Kaptan durdur otobüsü çabuk diye bağırdım. Öyle bağırmıştım ki şoför laaaaps diye asıldı frene. Herkes şöyle ne doğru bi savruldu. Kapı açılır açılmaz attım kendimi otobüsten. Kızın indiği yere doğru koşmaya başladım. Nefes nefese etrafıma bakıyordum. Yoktu. Nereye kaybolmuştu ki hemen. Derken caddeye çıkan o yokuşlu sokağa döndüm. Evet ordaydı, yokuşun başına yaklaşmıştı. Acele etmezsem görüş acımdan çıkacaktı. Onu kaybetmekten korktuğumu da o an idrak ettim işte. Başladım yokuş yukarı koşmaya. Bacaklarıma inanılmaz bir ağrı girmişti ama umursamıyordum. Koşarken yere bakıyordum. Kafamı kaldırdım, yoktu. Neyse ki az kalmıştı var gücümle ben de aştım yokuşu. Sola baktım yok. Şaha baktım bir evden adımını attı içeri. Ne yapacaktım şimdi? Onun hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Mecburen evden çıkmasını bekleyecektim.
İLK DURUŞMA- GÜVEN
“Korkma. Savcı iddianameyi abartabildiği kadar abartmıştır ama senin suçlu olduğunu ispatlayan bir delil yok. Ne derlerse desinler inkar et, olan biteni anlat.” dedi Sena Abla. Artık onu ablam gibi görmeye başlamıştım. Çünkü ablam olsa ancak bu kadar düşünürdü. Tuğrul ne haldeydi acaba? Onun da hayatını mahvettim. Zaten bir şeyleri mahvetmek konusunda üstüme yoktu. İşte başlıyor duruşma. Bakalım yine neyi kime karşı savunacağım.
“ 3 kişinin ölümüne doğrudan etki etmek, kamuya açık alanda ateşli silah kullanmak, devlet malına zarar vermek, mutsuz olmak, mutsuzluk satmak, sevgi çalmak, yalan söylemek, dürüst olmak, üzülmek, gülmek, ağlamak, üşümek, aşık olmak ve mahkeme heyetini oyalamak istemediğim daha birçok müspet ve menfi suçtan yargılanan sanık Yusuf Tahtakılıç’ın idamını talep ediyoruz.” dedi savcı. Ya da başka bir şeyler dedi de ben böyle anladım. Tonton hakim amca “Adalet mülkün temelidir” yazısının altında bolu beyinden aşağı kalmaz bir halde oturuyordu. Savunma istedi benden. Sena ablaya baktım. Dediklerimi söyle der gibi baktı bana. Onu dinlemeliydim.
“Sayın hakim bütün bu suçlamaları... bütün bu suçlamalar...” Ne suçlaması ya nerdeydim ben, ne oluyordu, bu insanlar kimdi? Hah tamam hatırladım. Tiyatro... Tiyatro oyunu oynuyor olmalıydık. Sıra bendeydi galiba. Hay Allah repliğim neydi ki benim. Hah buldum “güven”
Güven hakim bey... Benim için güven kalbimin ana arter damarıydı. Benim ana arter damarımı tıkadılar. Ana arter damarı tıkanan bir kalp çalışır mı hakim bey? Sizce nedir güven? Ben bi keresinde sözlüklere baktım. Korku, çekinme, ve kuşku duymadan inanma ve bağlanma duygusu, itimat yazmışlardı. Külliyen yalan hakim bey. Güven şu hayatın ana arter damarıdır. Güven olmasaydı adalet olur muydu? Güven olmasaydı suç da olmazdı suçlu da. Bizi yaşatan şey güvendir. Şimdi benim güvenimi çaldılar söyler mısın hakim amca ben nasıl yaşayacağım.” Derken hüngür hüngür ağlamaya başlamıştım göğsümü sanık kürsüsüne dayayarak, dizlerimi kırarak... Hakimin ne diyorsun evlâdım sen? Iddianamaye karşılık bir cevabın var mı demesiyle kendime geldim. Kahretsindi. Ne olmuştu bana? Yine her şeyi mahvetmiştim galiba. Tam cevap verecektim Sena Abla söz aldı.
“Sayın hakim müvekkilimin ruhsal çöküntüce olmasından dolayı savunmasını talep etmek doğru olmayacaktır. Biz davanın ertelenmesini, bu süreçte iddianamede yer alan suçlamaları ispatlayacak delillerin araştırılmasını, müvekkilimin ruh sağlığı açısından dava sürecinde tutuksuz yargılanmasını talep ediyoruz.”
Tonton hakim dosyayla ağzını kamufle ederek mahkeme heyetiyle fikir alışverişi yapıp duruşmaya 5 dakika ara verdi.
“Ne saçmaladın sen? Ben sana böyle mi tembihledim?” diyerek çocuk gibi azarladı beni Sena Abla. Hoş, ben bir çocuktum gerçi. Niye alındıysam bu kadar.
“Abla bilmiyorum ya bilmiyorum bir şey oldu bana. Ne dersin tutuksuz yargılama verecek mi?”
“Hayal kurma. Üstünde en azından 3 tane cinayet suçlaması var bırakırlar mi seni hiç? Ben iş olsun diye istedim tutuksuz yargılanma.”
Sena ablaya baktım garip garip. İş olsun diye mi? Allah'ım deliricem. Tonton hakim geldi. Herkes yerine geçince konuşmaya başladı. “Yaz kızım... mevcut delil durumunun yetersizliği ve suçluluk halini ispatlayacak bir görgü tanığı ya da başka bir unsur olmadığından duruşmanın 22 nisan 2016 ya ertelenmesine, sanığın kaçma veya başka suçlar işleme riski göz önünde bulundurularak tutukluluk halinin devamına karar verilmiştir.” Anlaşılan en az bi 28 gün daha içerideydim. Hayır sorun değildi de puding vermiyorlardı içeride. Puding ve kitap verdikleri sürece fena bi yer sayılmazdı aslında.
“Üzülme tamam mı? Ellerinde hiçbir delil yok çünkü sen masumsun. Elimden geleni yapıp bi dahaki duruşmada seni çıkaracağım.” Diyerek yine bi dolu umut verdi Sena Abla. Bu kadın resmen umut saçıyordu. Sahi neydi umut? Dost muydu yoksa düşman mı? Bana göre düşmandı. Fakat Sena Abla ısrarla senin en büyük dostun umut diyordu. Her neyseydi. “Sena Abla Tuğrul’dan haber var mı?”
“Henüz izini bulamadım ama o birilerinin izine yaklaşmış gibi...”
Tuğrul o izi bulduysa hepten hayatı bitti demekti. Allah kahretsindi.
CİDDİYET
Ben Tuğrul. Kimseye selam verecek merhaba çekecek halim yok. Ben hayatımı hep şaka gibi yaşadım. Yusuf her zaman benim ciddiyetsizliğimden yakınırdı. İşte şimdi ise hayatımda ilk kez bütün ciddiyetimi tek bir konu üzerinde yoğunlaştırdım. İntikam...
Yusuf'la çok eski dostuz. Bizim olan her şeyi paylaştık onunla. İkişer annemiz, ikişer babamız oldu. Kardeşlerimizi birbirine ekledik. Ban hayatımda iki kişiyi koşulsuz çok sevdim. Biri Yusuf, biri... Biri de Zülal. Zülal benim sevgilim, her şeyim, hayatımın kadını. Ben Yusuf gibi şair değilim. Iktisatçıyım ben rakamları bilirim. Süslü laflar edemem yani. Gerek de yok bence. İnsan seviyorsan seviyorum demesi yeterlidir. Bazen de bir bakışı yeter her şeyi anlatmaya. Demem o ki ben Zülal’i çok sevdim. Yusuf da bir kere birini çok sevdi ve ben Zülal’i toprağa verdim. Şimdi ben halkım olan öcü kimden almalıyım? Yusuf’'tan mı yoksa tetiği çekenden mi? Bu konuda kafam epey karışık. Tetiği çekeni elbette affetmeyeceğim fakat Yusuf'un masumiyetini düşünmem lazım. Ben bu hayatta aksiyonları hep Yusuf'la yaşadım. İlk dayağımızı onunla yedik. Okuldan ilk onunla kaçtık. Ağladığımda, güldüğümde, keşkelerimde, pişmanlıklarımda hatta sünnetimde bile o yanımdaydı. Şimdi ben hayatının en büyük aksiyonundayım fakat o yanımda yok. Ama elinde değil. Ona tuzak kurup hapse atmasalar eminim yine yanımda olurdu. Zülal’le ilk tanıştığımda yani onu ilk gördüğümde bu kız iştesin Yusuf'u bile satarım demiştim. Büyük konuşmuşum. Birgün benden Yusuf'u satmamı istediler, satmadım. Bedeli Zülal’in ölümü oldu.
28 Aralık 2015
Geceyi Zülal’le geçirmiştim. Bir ara Yusuf da yanımıza uğramıştı. Canı çok sıkkındı. Çünkü 1 hafta önce Süheyla birden ortadan kaybolmuştu. Yusuf her yerde onu aramış fakat en ufak bir iz bile bulamamıştı. Aslında ben nereye gittiğini tahmin edebiliyordum fakat bunu düşünmek dahi iğrenç ve korkunçtu. Asla cesaret edip Yusuf'a bunu söyleyemezdim. Zülal böyle bir şey yapsa Yusuf da bana söyleyemezdi. Yusuf öğrenmeden bu işi halletmem lazım diye düşündüm. Ama Yusuf'un bulamadığını ben nasıl bulacaktım? O her zaman benden daha iyi görürdü ayrıntıları. Parçaları birleştirme yetisi takdire şayandı. Fakat ilk defa ona gerçekten yardım etmeliydim. Ne yapıp edip Süheyla’yı bulmalı ve Yusuf’a gerçeğin dışında bir bahane uydurup ayrılmasını tembihlemeliydim. Yusuf'um acı çekerdi elbet ama yanında olurdum atlatırdık beraber. Böylesini kaldıramazdı Yusuf. Ah Yusuf'um can Yusuf'um. Sabah kalkınca ilk işim bu oldu. Süheyla’ya Süheyla’nın izinden ulaşmak mümkün değildi.  Mecburen o herifin izini sürecektim. Cem'in. Cem... hayatımda gördüğüm en şeref yoksunu insandı. Yusuf'a yaptığı yanlıştan ötürü demiyorum gerçekten şerefsizdi. Her nasıl olmuşsa Süheyla’yla Yusuf'u görmüş, Süheyla’ya kafayı takmıştı. Önce Yusuf'tan kurtulmaya çalıştı. Yusuf uyanıktır, kolay lokma değildir yem olmadı bu şerefsize. Beceremeyeceğini anlayınca kartlarını Süheyla’ya oynamaya başladı. Süheyla Yusuf'u severdi. Yüz vermedi buna ama herife öyle pislik bir şeytan tüyü vardı ki ne yapıyor ediyor, nerde olursa olsun bir şekilde Süheyla’nın dikkatini çekiyordu. Bir keresinde bunları bir kafede otururken gördüm. Sordum Süheyla’ya ne işin vardı o herife diye. Pesimi bırakmasını, Yusuf'u çok sevdiğimi anlattım anlarsa dedi. Fazla üstüne gitmedim. Ama o günden sonra Süheyla'nın Yusuf'a karşı davranışları değişmişti. Korkuyordum. Olmasın diyordum ama oldu. Ben bu Cem denilen herifin ofisine gittim. Zeki davranmalıydım. İçeri bir serseri gibi girersem beni sepetleyip dışarı atabilecek, kolları benim bacaklarım kalınlığında güvenlikler olması muhtemeldi. Gayet şık bir takım elbise giydim. Bu Cem yurt dışına domates ihraç eden bir şirkete sahipti. Tabi bu onun yasal olan işiydi. Herifi sokaklardan soruşturduğumda bir sürü pis işi olduğunu öğrenmiştim. Şirkete girip sekretere Cem beyle önemli bir lojistik anlaşma sağlamak için görüşmek istediğimi, yurt dışından geldiğim ve birtakım aksilikler olduğu için randevu almaya fırsat bulamadığımı söyledim. Sekreterin cevabına hiç şaşırmadım. Cem’in 1 haftadır şirkete uğramadığını, bütün randevu ve toplantılarını iptal ettiğini, bildiği kadarıyla uzun bir tatile çıktığını söyledi. Teşekkür edip hızlı adımlarla sekreterin yanından ayrıldım. Geriye dönüp baktığımda hiç şaşırmadım. Sekreter hemen telefona sarılmıştı. Tam tahmin ettiğim gibi adam Yusuf'un da benim de hakkımızdaki her şeyi biliyor olmalıydı. Planını ona göre yapmış, her şeyi ayarlamış, çok ince düşünmüştü. Fakat ondan daha zeki davranmaktan başka çarem yoktu.
İşte hayat böyle bir şeydi. Bir tiyatro sahnesi gibi. Herkes farkında olarak ya da olmayarak birtakım roller oynuyordu. Yaşadığımız dünyanın yalan olduğu gibi davranışlarımız da gerçek değildi. Gerçek olan tek bir şey vardı bu hayatta: Ölüm! Ölümün rolü yoktu, olamazdı. Tek canımız vardı aciz bedenlerimizde. O can bedenden çıktı mı perde... Artık ne rol keseceğiniz seyircileriniz ne de ruhunuzu sergileyeceğiniz sahneniz kalırdı geriye. Şimdi b sekreter kız şeytanın yaverlerinden birini oynuyordu. Bizim oyunumuzda şeytan Cem'di. Başka bir yol bulup vakit kaybetmeden Cem'e ordan da Süheyla’ya ulaşmalıydım. Yusuf'un cani çok yanıyordu ve ben buna göz yumamazdım. Hem Yusuf Süheyla’nın Cem'le gittiğini öğrenirse her şey daha kötü olurdu. Bu Cem'in bir kız kardeşi vardı. Onu bulmaya karar verdim. Onu takip edersem belki abisinin yanına giderdi ben de amacına ulaşmış olurdum. Fakat bu kızı nereden bulacaktım? Sosyal medya... Çağımızın sanal muhbiri. İstediğimiz herkesi bulabilirdik. Yarım saat sonra bulmuştum kızın sosyal medya hesaplarını. Şansım yaver gidiyordu öyle ki kız ünlü kahve dükkânlarından birinde fotoğraf atalı 20 dakika olmuştu. Hâlâ orda olabilir diye hemen bir taksiye atlayıp gittim. Yarım saat sonra mekana vardığımda daha kapıdan girer girmez kızı tanımıştım. Kızın oturduğu masayı gören bi masaya oturdum. Daha 5 dakika geçmemişti ki telefonum çaldı. Bilinmeyen numara...
-Alo kimsin?
-Ben aradığın adam, Cem. Kız kardeşimin peşini bırak vereceğim adrese gel.
Telefon kapanır kapanmaz etrafıma baktım buraya geleceğimi nerden biliyordu ki? Ben aval aval etrafıma bakınırken aniden omuzuma biri dokundu. Ürkerek arkamı döndüm. Cem'in kız kardeşi... Bu kız şimdi gözümün önündeydi. Nasıl arkamdan geldi? Allah'ım kafayı mı yiyorum? Cırtlak ses tonuyla fazla oyalanma abim bekletilmekten hoşlanmaz gibi bir şeyler söyleyip gitti kız. Telefonuma baktım adresi mesaj olarak atmıştı. Hemen yola koyuldum. Şehrin dışında bir villaya evine geldim. Evin etrafı kalın ve yüksek duvarlarla çevrelenmişti. Kocaman demir kapı rayların üstünde kaydırıldı. İzbandutlar üstümü aradıktan sonra beni içeri aldılar. Önümde yürüyüp bana yol gösteren adam yerden tavana kadar uzanan iki kanatlı kapıyı oldukça güçlü kollarıyla açarak bir eliyle bana geçmemi işaret etti. Ben içeri girdikten sonra da aynı nizamla kapıyı kapadı. Bu kocaman evin ürkütücü ve kasvetli havasına alışmaya çalışırken bir ses yanıma gel diye haykırdı. Şöminenin karşısında görgüsüzlüğü oldukça yansıtan kırmızılıkta bir deri koltuğun üzerinden kalın bir ensenin üstünde koca bir kafa duruyordu. İşte bu oydu. Cem... Ona doğru yürüyüp karşısına geçtim. Viskisini yudumladı ve biliyor musun o yusuf denen çocuk başımı ağrıtıyor keyfimi kaçırıyor. Hayır hayır sakin yanlış anlama bana bir zarar verebileceğinden değil fakat anla işte hani bir köpegin başını okşarsın da köpek hemen sırnaşır sablu onu sen büyütmüşsün gibi iki adım paramda dolanıp durur bir türlü peşini bırakmaz ya işte yusuf tıpkı o köpek gibi beni sinir ediyor. Dedi. Bunları söylerken ses tonu yükseldikçe yükselmiş hatta bağırmaya başlamıştı. Kan beynime sıçradı hemen boğazına yapıştım. Gırtlağına var gücümle bastırıyordum. Hırıltılı sesiyle “Hayır hayır yanlış şeyler yapma delikanlı unutma ki evde seni bekleyen Zülal adında çok tatlı bir sevgilin var” dedi. Bu laftan sonra elim istemsizce gevşemeye başladı. Boğazındaki baskı azaldıkça sırıtışının iğrençliği ortaya çıkıyordu. Sakın! Sakın Zülal in adını bir daha ağzına alma diye bağırdım.
--Sevgilinin kaderi artık senin ellerinde dostum. Eğer benim istediklerimi yaparsan sana Zülali çok mutlu edebileceğin bir hayat sunabilirim.
Dedikten sonra “Tatlım” diye bağırdı. İki kanatlı kapı aynı adam tarafından açıldı. Oldukça dekolteli kırmızı bir elbiseyle içeri giren bu kadın Süheyla’ydı. Daha düne kadar Yusuf'un elini tutmaya, gözüne bakmaya utanan kız şimdi bir fahişenin ruhunu bedenine satın almış gibiydi. Gelip Cem'in kucağına oturdu.
-Süheyla sana bunu Yusuf'a nasıl yaptın falan deme...
-Burda ben konuşurum sen dinlersin! diyerek lafımı kesti Cem iti. “ Bak Tugrul'cuğum dedi Süheyla. “Seninle küçük bir anlaşma yapacağız. Sana 100.000 dolar vereceğiz sen de Yusuf'u bizim istediğimiz saatte bizim istediğimiz yere getireceksin”
-Sizin kirli paranızı istemem. Dedim. Ne yapacaksınız ona?
Onu aşk acısı çekmeyeceği hır yere göndereceğiz dedi Cem. Tahtalı köye...
İfadesi beni çıldırtıyordu.
Yusuf'u ölüme yollayacak kadar nasıl vicdansız olabiliyorsun Süheyla? Hiç mi sevmedin onu?
“ Bırak bu duygusal lafları biz duygusalliktan hoşlanmıyoruz” dedi Cem gülerek. “iyi düşün tel cevap hakkın var”
Delirmişsiniz siz Allah belanızı versin deyip yürümeye başladım. Kapı açılmadı. Arkasından zorluyordum ama açılmıyordu. “Gördün mü” dedi Cem. “Ben istemezsem bana posta koyup gidemezsin bile. Artık bir cevap hakkın da yok gitmene izin veriyorum” Kapı açıldı. Hızla çıktım ordan. Ağzıma zehirli küfürler doluyordu. Cem’e rahat saydırıyordum ama Süheyla’ya sovemiyordum. Ne de olsa hala Yusuf'un sevdigiydi. Hayatımda ilk defa bu kadar sinirleniyorsun ve hayatımda ilk defa bu kadar ciddi bir durumun içindeydim. İnsan hayatta bazı şeyleri ilk defa yaşadığında tuhaf oluyormuş. Durup kendi kendine bu ben miyim diye soruyorsun. Ruhunda biraz delilik varsa gülmeye başlıyorsun. Vay bee tehdit edildim. Vay bee zengin güçlü bi herife posta koydum. Vay bee vay beee. Eve gitmek için bindiğim dolmuşta düşünüyordum. Süheyla’yı Yusuf'u üzmeden terk etmesi için tembihleyememistim. Şimdi ne yapacağımı bilmiyordum. Öyle cikaza girmiştim ki. Düşüncelere dalmış ineceğim yeri geçmiştim. Hemen durdurup indim dolmuştan. Ev bir durak geride kalmıştı. Zülal’im özlemiştir beni diyerek hızlı yürümeye başladım. Merdivenleri hızlı hızlı çıktım. Nefes nefese kalmıştım. Kapıyı çaldım açılmadı. Ha gayret elimi cebime atıp anahtarı çıkardım. Kapıyı açtım. Zülal nerdesin aşkım? Ses yok. Salona ggirdim televizyonun karşısında üçlü koltukta dimdik oturuyordu. Hayatım miye ses vermedin duymadin mı beni? Ses yok. Korkmaya başladım. Dua ediyordum. Hayır. Allah'ım hayır lütfen. Adımlarım ağırlaşmıştı. Basım bedenimden ayrılacak gibi oluyordu. Yüreğimde dalgalar kıyıyı döver gibi... bitanem benim Zülalim... Dizlerimin bağı hayatımda ilk kez o an çözüldü. Gözleri açık kalmış karşı duvara bakıyor öylece. Boğazında tel ve tel kesikleri. Avucunda bir not: Bedel!
Kıymışlardı Zülalime. Ama nasıl olurdu ki? Niye? Onun hiçbir suçu yoktu. O daha çok gençti. O gün anladım işte. Cem bizi hep masumiyetimizden vuracaktı. İşte böyle başladı benim intikam davam...

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Jan 31, 2018 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

MASUMİYETHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin