İz / 9 Şubat 2018

12 1 0
                                    

Sayısız insan yaşar içimizde,
Hissetsem de düşünsem de bilemem
Kim düşünür içimde kim hisseder.
Düşünceler ya da hisler için
Yalnızca sahneyim ben.

F. Pessoa / Bir Kaçığım Ben

Yaşadığını iddia edercesine koşarak indi merdivenlerden. Korkuluklara tutunarak indiğinden her adımında varlığını biraz daha kanıtlıyordu kendine. Hissediyordu, o halde vardı. Rahatsız olmalı mıydı bundan? Aklında yine yokluk senaryoları kurgulamaya başladığı esnada onu bu durumdan kurtaran bir ses işitti. Telefonu çalıyordu, arayan Sadık'tı. "Alo. Bir dakika ordayım Üstad." dedi ve kapattı telefonu Mahzun. Ben bile bir dakikaya önündeki yokuşu bile çıkamayacağını bilirken neyin bir dakikasıydı bu? Varlık ve yokluk savaşı Mahzun'u zamandan da men etmiş olmalı ki imkansızı iddia etti. Ya da her görüşmede söylenen klişeyi gerçekleştirmek istedi, kim bilir. "Geldim geldim, ordayım." demekten bir farkı var mıydı bunun? Elindeki çakmağı cebine koymaya yeltendiği sırada bir şeylerin eksikliğini hissetti. Evet, kesin bir şey unutmalıydı. En büyük hobisiydi beşinci kattan aşağı indikten sonra evde unuttuğu bir şeyi çıkıp geri almak. Hemen binaya koştu, indiği merdivenleri bir daha çıktı ve kapıyı açıp odasına doğru yürüdü. Soluk soluğa kalmış vaziyette unutmuş olduğu cüzdanını aramaya başladı. Yoktu. Yirmi dakika aradı ve bulamadı. Kendi kendine sinirlenmeye başlayacağı esnada ceketinin iç cebine bakmak geldi aklına. Cüzdan oradaydı. Aynanın karşına geçip kendisiyle alay ettikten sonra kapıya yöneldi. Sonra bir dakikaya oradayım sözünü verdiği Sadık'ı aramak geldi aklına. O, çoktan bir bardak çay içtiğini söyledi. Yine eksilmeye başladığını hissetti Mahzun. Zihniyle girdiği (yani benimle) tartışmaları ayak üstü zamanlara sığdırması onun pek yararına olmadığı açıktı. Hızlı adımlarla gitti çay ocağına, selam verip sarıldı Sadık'a ve oturdu. Kısa süren hatır sormalardan sonra dayanamadı, başladı anlatmaya.

- Yalnızlık içimde sürekli kavgaya tutuşuyor benimle Üstad. Hep yeniliyorum, yıkılıyorum, altında ezilip bükülüyorum. Elimi veriyorum, boynumu kaptırıyorum. Dün gece uyuyakalmışım, pencere açık. Donmuşum soğuktan, uyandığımda ellerim ve yüzüm buz gibiydi. Kollarımda bir iz vardı, boğuşmuştum bir şeylerle apaçık. Dikkatlice izlere baktığımda kendimi yine o çırpınışların içinde buldum. Tüm zamanlardan izimi silmek, tüm mekanlardan resimlerimi toplamak istedim. O saatte çıktım evden, yürüdüm. Geri döndüğümde yatakta uzanan bir ben gördüm. Bir şeylerle cebelleşiyordum yine. Kapıyı suratıma kapatıp odamdan çıkmamla kendimi dışarıda bulmam bir oldu. Az önce yürüdüğüm yollları tekrar yürümeye koyuldum. Biraz ilerledikten sonra denizi gören bir yerde kendimi gördüm. Elinde bir sigara, uzun uzun şehri seyrediyordum. Önümdeki ben şehri seyrederken aynı anda benim de onu seyredişim ürküttü beni. Arkama dönüp bakmaya korktum, bir ben daha görmek boğacaktı beni. Şehir benden ibaretmiş gibi gelmeye başladığı bir anda uyandım. Ellerim soğuktu ve ben yataktaydım. Yürümüş müydüm o gece, yürüyüp eve dönmüş ve kendimi yatakta kıvranırken görüp korkup kaçmış mıydım? Bilmiyorum. Şimdi burada olduğum bile benim için bir kesinlik arz etmiyor. Bir tiyatro sahnesiyim ve tüm oyun benim etrafımda şekilleniyor sanki. Dekor benim, perde ben, ışık ben ve aktör benim. Replikleri tükenmiş bir senaryoyu canlandırmaya mahkum edilmişim. Esir alınan bir şehirde her köşeye ben yerleştirilmişim. Hava benim, su ben, toprak ben. Bu kadar fazlaca var olmak ve bunca var oluşun içinde yalnız kalmak zihnimde belli belirsiz izler oluşturuyor. Silinmeyen bir takım izlerin peşinde buluyorum kendimi. Sancılanıyorum üstad. Parmaklarıma kadar çöken bir yalnızlık türküsü var bestelenen. Müzik benim, nota ben, enstrüman ve solist ben. Kimim ben üstad? Hangi ücrada unuttum kendimi, hangi sahile fırlattım nefesimi de böyle soluksuz kalıyorum? İzler beni bana götürmek yerine beni benden uzaklaştırmaya ve her adımda binlerce sahte benle beni yüzleşmeye mahkum ediyor. İz içimde bir kırıklık, bir burukluk, bir vehamet. İz bir korku tüneli. Düşünen kim beni, hisseden kim? Bulamıyorum.

Sadık sustu, biraz Mahzun'u biraz da küllükte sönmemiş olan sigarayı seyretti. İçinden "Yine yandı yanan, bize ise külüydü kalan." der gibiydi, bakışları. Sadık sorgulardı, irdelerdi, çözümlerdi. Bunu bir bakışıyla işlerdi karşısındakinin gönlüne. Susuşlarındaki anlamı yakalamak için, içinden süzülen dumanı okuyabilmek yeterliydi. Mahzun'u dinledikten sonra ona söyleyeceklerinin her birini göz bebeklerine toplamış, biriktirmişti. Şimdi ise sönmekte olan sigarayı seyrederken, gözbebeklerinde biriktirmiş olduklarını diline aktarma sürecini yaşıyordu zannımca. Başını kaldırdı, iki çay daha söyledi. "Açık olsun." Sonra Mahzun'a dönerek, "Bak evlat, yaşamak yaralanmaktır. Görüyorum ki yaran diline sıçramış, canın yanıyor. Susacak değilsin elbet, konuşacaksın ama gocunmayacaksın yarandan. İnsansın, muhtaçsın, yorulacaksın. Lütuf ne kahır ne bildim demişsen eğer kabulleneceksin olan biteni. Teslim olacaksın varlığına da yokluğuna da. İçinde kaybolan seni arayaşındandır tüm bu anlattıkların. Sokakta, evde, sahilde hep başka bir sen, hep başka bir beden. Tüm bunların toplamıdır senin geçmişin, hor görmeyeceksin. Şimdi karşılaştığın onca seni al karşına ve otur onlarla. Onlar anlatsın, sen dinle; sen anlat, onlar dinlesin. Ve bul, sen hangisisin. Hangi yolun virajında unutmuşsun kendini, hangi ırmağa dökülmüşsün bak. Kendinden kaçacağın yer, yine kendin. Susup bekleyerek, yüzünü avuçlarının arasında saklayarak, hangi sen'e meydan okuyacaksın. Yaşıyoruz evlat, nefes alıyoruz. Hadi yak." Susma ve seyreyleme hakkı Mahzun'a verilmişti şimdi de. Soğuyan çayının üzerindeki köpüklere baktı uzun uzun. Teker teker kayboluyorlardı. Ve çay bittiğinde onlar da hiç olmamış gibi yok olacaklardı. Sadık'a döndü ve başını sallayarak onu onayladığını ima etti. Yarasının diline sıçradığının idrakine o an varmış olmalı ki konuşmaya mecali yoktu. Sustu ve yanan iki dünyaya baktı. Ne çok dert vardı gökyüzüne doğru süzülen.

MahzunHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin