Audrey SchneiderOnu görmemin üzerinden iki gün geçmişti. Zehir gibi iki gün. Onu düşünmekten uyuyamamıştım bile. Sadece hayaletli evleri aratmayan evimde Tanrı'ya dua ettim. Ona bir şey olmaması, hayatta kalması için yalvardım.
Ve ağladım... İki gündür evimin sokağında çıkan çatışmalarda ölü sayısı o kadar fazlaydı ki. Duyduğum can çekişmeleriyle Harry'nin neden bizim bir geleceğimiz olabileceğine pek inanmadığını daha iyi anladım.
Bu vahşetin içerisinde askerlerden birinin evime saldırması ve Harry'nin çıkan çatışmalarda yaralanma olasılığı o kadar yüksekti ki.
Üst kattaki pencerenin kenarında durmuş İngiliz askerlerinin insanları sürükleyerek götürdüğünü gördüm. Gözlerimi yumarak biraz bekledim. Sokaktaki sesler yavaş yavaş uzaklaşmaya başladığında bedenimi pencere kenarından çekmiş ve yatağıma ilerlemiştim.
Ellerimle yüzümü ovuşturdum. Kalbim deli gibi atıyordu. Göğüs kafesimin sıkıştığını hissettim. Buradan gitmek istiyordum. Savaşın bulaşmadığı bir yere gitmek ve Harry'i de yanımda götürmek istiyordum. Onunla başka bir yerde yeniden başlamak istiyordum.
Kirlenmiş elbiseme bakıp iç çektim. Buruk bir tebessüm yüzümde yer aldığında artık eski diyebileceğim anılar gözümün önünde canlanmıştı. Bu elbiseye sahip olduğum ilk gün...
Harry'nin hediyesiydi. Gerçi savaş ortamında evlerde bulduğunuz eşyalar ne kadar hediye sayılabilirdi ki? Bu elbise de tıpkı diğer eşyalar gibi ganimetti. Onu sokakta gördüğüm ilk gün evlerden birinden çıkıyordu. İngiliz askerler evlerde buldukları eşyaları alıp, Alman olmadıklarına emin oldukları insanlara dağıtıyorlardı. Harry ile gözüm kesiştiğinde onun bir asker olduğuna inanmak istememiştim. Bana öyle bir bakmıştı ki... Birine ne kadar uzun bakılabilirse öyle bakmıştı. Elinde şu an üzerimde olan beyaz elbise vardı.[Şubat 1940, Lyon-Fransa. Audrey ve Harry'nin ilk tanışması]
Diğer askerlerin beni fark etmemesi için ara sokaklardan birine girmiştim. Sessizce ilerlerken botlarının tok sesini duymuştum. O kadar korkuyordum ki... Beni öldürmesini beklemiştim. Ama o bunu yapmamış aksine yanıma gelerek beni incelemiş ve sırtımı duvara çarpmıştı. "İngiliz veya Fransız mısın?" demişti. O an için ona yalan söyleyebilirdim ancak yapamadım. Alman olduğumu öğrendiğinde başını yavaşça sallamıştı. Beni oracıkta öldürmesi için ona bir neden vermiştim ancak o hiçbir şey yapmadan beni incelemişti. Üzerimde yırtık bir pantolon ve kazak vardı. Sonra da hiç beklemediğim bir şey yapmış ve elindeki elbiseyi bana vermişti. Bana bu elbisenin yakışacağını söyleyip öylece gittiğinde bunun onu son görüşüm olmayacağını biliyordum.
Yataktan yavaşça kalkarken uyuşuk adımlarla aşağıya indim ve mutfağa bakındım. Erzağım kalmamıştı ve ben iki gündür hiçbir şey yiyemiyordum. Bitkin bir halde saçlarımı topladıktan sonra evden çıkmıştım. Sokaklar yine koca bir sessizliğe bürünmüştü. Yanımdan geçen insanların İngiliz olduğunu biliyordum. Yaşadığım bölge İngiliz kontrolündeydi ve sesimi dahi çıkarmamam gerekiyordu. Aksanım beni ele verirdi.
Kucağındaki bebekle boş bir eve giren kadını gördüğümde gülümsemeye çalışmıştım. Başını iki yana sallayıp, başıyla biraz ileride İngilizlerin kum torbalarından oluşturduğu savunma duvarını işaret etmişti. İki kadının başına dayadıkları silahlarla alayla gülüyorlardı. Suratımı buruşturup, aceleci tavırlarla önüme çıkan ilk yoldan sapmıştım. İlerlemeye devam ederken duyduğum silah sesleriyle dizlerimin üzerine çökerken ellerimle ağzımı kapatmıştım. Hıçkırıklarımı avuçlarıma hapsetmeye çalışıyordum.O kadınları öldürmüşlerdi. Hem de alayla gülerek, zerre pişmanlık duymayarak. Harry'nin de insanları yüzündeki alaycı ifadeyle öldürdüğünü hayal ettim. Tanrım, ondan nefret etmek istemiyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sleepy Plant | H.S.
FanfictionBenimle savaşmaya giden güzel bir savaşçıydı. Her karanlık yolda beni takip etti. Tüm şeytanlarıma karşı yanımda savaştı. Ama çok şey istedim, çok zorladım. Ve o korkmuş olduğu için değil, ona savaşın biteceğini asla söylemediğim için teslim oldu. ~...