Sonbaharın Renkleri - 1

358 19 22
                                    

En sevdiğim mevsimin ilk ayının ortalarını yaşıyoruz. Evet, o ilk ay eylül ayının ta kendisi.

Diğer mevsimler şöyle dursun, sonbahar hepsinden daha değerli, daha ilgi çekicidir benim için. Belki sonbaharda yapmaktan hoşlandığım şeylerden, belki bakmaya doyamadığım eşsiz doğa manzaralarından dolayı...

Doğayı seviyorum, doğanın getirdiği güzellikleri, huzuru seviyorum. Huzuru doğada bulmayı seviyorum.

İnsan bir şeyi, bir kimseyi sevince mutlaka bir sebebe mi bağlamalıdır? Bence hayır. Seviyorsan seviyorsundur, bunu bir gerekçe göstererek yapmaya gerek var mıdır?

Benim gibi kendini aşka böylesine kapatmış bir kızdan bunu duymak komik gelebilir, hatta dalga geçip, "Sen daha önce sevgiyi tatmamışsın, sevmenin ne olduğunu nereden bileceksin?" bile diyebilirsiniz. Ama insan yaşamadan da fikir sahibi olabilir.

Mesela 'Kasımpatı' diğer bir ismi ile 'Krizantem' çiçeğini duymuş muydunuz? Duymadıysanız da merak etmeyin, anlatacağım... Hikâyesini, nasıl bir namı olduğunu, her şeyi anlatacağım.

Kasımpatı çiçeği kimi zaman bir cenazede, kimi zaman da en coşkulu kutlamalarda baş köşeyi almış. Çünkü bu büyülü çiçek kimi zaman ölümsüz aşkın tarifi olmuş, kimi zaman da karşılık bulamayan platonik sevdaların...

Büyülü güzelliğinin ardında aslında hep bir hüzün saklıymış Kasımpatı'nın. Gizliden gizliye acı çekmiş, bunu dışa vurabilmenin de tek bir yolu varmış onun için: hüzünlü yaprakları...

Bu güzel çiçek iyimserliğin çiçeği de olsa insanlar ona 'Ölüm Çiçeği' adını vermiş. En çok ona yakıştırılmış hüzün. Ama Kasımpatı sanki ona bu ismi verenlerin inadına, bütün çiçeklerin güzelliklerini gizleyip inzivaya çekildiği Kasım ayında tüm neşesiyle çiçek açar; kendisine Ölüm Çiçeği diyenleri adeta utandırırmış.

Hüznü kimseye yakıştıramayız değil mi? Annemize, babamıza, kardeşimize. Hatta düşmanımıza bile... Peki bu güzel çiçek, neden hüzünlüymüş bu kadar?

Onu da hikâyemin devamında anlatmam gerektiğini hissediyorum, en baştan tüyo vermeyeyim, değil mi?

***

Amfide her zamanki yerimi almış, not almak için tüm araç gereçlerimi hazırladığım esnada içeriye uzun boylu, sarışın, egosunun yüksekliği içeride bile çıkarmadığı güneş gözlüklerinden kendini ele veren biri ile girdi Mehmet Hoca.

Hafifçe öksürdü geldiğini belli eden bir tonda ve "Merhaba arkadaşlar, arkadaşımız Mert'in size küçük bir duyurusu olacak." dedi. Ardından da 'söz senin' der gibi Mert'e baktı. O esnada amfideki kızlar birbirlerini dürtüyor, kıkırdayarak fısıldaşıyorlardı. Dışarıdan bakan biri bile Mert hakkında konuşup gülüştüklerini anlardı.

Bu kızlar böyle erkekleri görünce neden hep bozuluyorlardı ki? Gerçi bu soruyu boşu boşuna kendime soruyordum, çünkü cevabı ile uzaktan yakından alakam yoktu. Bıkkınlıkla nefes verdim ve oturduğum yerde dikleşip kızları göz ardı ederek ciddiyetimi devam ettirdim.

Mert elindeki tanıtım broşürlerini hocanın kürsüdeki kitaplarının yanına bıraktı ve güneş gözlüğünü çıkarıp mavi üzerine beyaz, kalın çizgili olan gömleğinin yakasına taktı. Her hareketi ağırdan alıyordu sanki yaptığı şeyler birini incitecekmiş gibi.

Aşkın Simgesi - DefÖmHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin