Umut...
Umutlanmak istemese de içindeki gereksiz kıvılcımlanmalara söz geçiremeyen Loreen'in kafası halâ karışıktı.
Sessizlik çevresinde toplanmış şiddetli bir uğultuya dönüşürken vücuduna değen soğukla beraber irkilip karanlıktaki kalabalığı hissetti. Yalnız olmadığını...
Kanını donduran bu korkunç düşünceyle beraber yatağından ve batttaniyesinden hızla ayrılıp küçük tozlu gaz lambasına ulaştı. Etrafın yavaş yavaş hafif duman kokusuyla kaplandığını duydu ve henüz yaktığı kibriti lambaya tuttu. Etrafa saçılan güçsüz ve titrek parıltıları görebildiğinde, içinde gaz olduğu için şanslı olduğunu düşünerek kibriti söndürdü. Korkusu geçmemişti. O karanlığa alışkındı, ufak bir ışık ve ateş onu yatıştırıp ısıtamazdı. Tekrar annesinin yokluğunu hissetti. Bu ne kadar olağanüstü bir acıydı! Yoktu, yok... Gitmişti. Artık ona sarılamazdı, gözlerini silemezdi, kabuslarını tatlı rüyalar sözüyle örtebilecek kimsesi yoktu, yalnızdı. Şimdi bundan emindi. Ama anlayamadığı bir acı çekiyordu. Çıplaktı. Boşa ağladığını biliyorrdu. Onu duyan kimse yoktu.
Asla gerektiği kadar yalnız jalamazsın...
Aklına gelen korku dolu düşünceler ruhunu ele geçiriyordu. Gereğinden fazla ağlıyordu. Mantıksızdı aslında üzülmesi. Babası vardı sonuçta. O da annesi gibiydi ya. Babasını da seviyordu.
Ah, Tanrım kimi kandırıyorum? Asla annem gibi biri olmayacakDudaklarından kopan mırıltılı, inlemeye benzeyen histerik bir gülüşün sesi taş duvarlarda yankılandı. Yoktu, çözümü yoktu! O karanlıklara mahkumdu.
Aslında babasını gerçekten seviyordu. Annesi ölünce kendisi kadar çökmüştü babası. Ve onu uzun zamandır görmüyordu. Aklında hiçbir fikir yoktu. Zaten göz ameleyatı hiç yaygın olan bir tedavi değildi. Neredeyse hiç yapılmıyordu. Yapılabilirliği kanıtlanmış değildi henüz ama annesi öleceğini, daha doğrusu canından çok sevdiği kızının kötü halini görebilmeye dayanamayacağını anladığı zaman, kaçak yollarla da olsa başarılı bir şekilde bu işi yaptırmıştı. Tabii kendi canından olmuştu ama, dediği gibi Loreen görüyordu. Asla annesi kadar önemli değildi görmek. Hiç olmamıştı. Belki de amwleyat olmaya kalkmasaydı ölmeyecekti! Velki de ölüm sebebi bu ne olduğu belirsiz kaçak göz nakliydi! Ama kayıtlarda "Ecel ölümü" yani doğal ölüm yazıyordu. Yani öyle sanıyorlardı. Ve şimdi babası da Loreen'i sevmiyor olmalıydı. Loreen hiç doğmamış olmayı dilerdi. Ya da hiç gözlerini kaybetmemeyi. O gün görme yetisiyle beraber hafızasının geçmişini de kaybetmişti. Ve çocuk oldu mu, bunu bile bilemiyordu. Sanki hep kördü, kör olduktan sonra zaten hatırlayabildiklerini de unutmuştu. Anılar teker teker toz olup gitmişti. Sevgi zor ve kırık bir yer edinmişti kalbinde sadece. Ve bu kadardı. Hayat bu kadar kısaydı. Yaşamaya bile değmezdi. Belki de gözlerini bir başka köre taktırır, kendini dine adar ve rahibe olurdu. Bu fikir zaten hep aklındaydı.
Parmaklarını hafifçe pürüzsüz kollarında gezdirdi. Ve bir noktada durup masadan aldığı törpüyü sıkarak derisine geçirdi. Eline değen yapışkan sıvıyı umursamadan çizik atmaya devam etti. Sol kolunu acıyla beraber kaplayan ıslaklığın yaydığı metalik kokuyu içine çekti. Bu rahatlatıcı olabilirdi. Ama bir sınırı olnalıydı. İntihar edemezdi. Savaşını bırakamazdı, günah işleywmezdi. Cehennem, vücuduna verdiği bu zarar ve acıdan çok daha fazlasını oba tattırırdı. Ve en önemlisi annesi... Eğer cehenneme giderse annesini göremezdi. Cennete gitmeliydi. Annesini çok özlütordu. Elindeki yapışkan jileti karanlığa hunharca fırlattı. Kanı sağ eliyle bastırdı. Başını da duvara yaslayıp battaniyesine gömülerek uykuya daldı.
...
Umut... Sabahın en cıvıl cıvıl olduğu saatlerde yine kalbinde yerini almıştı... Gözlerini ışıkla beraber açtığında ilk gördüğü, tepsinin içindeki yavru bir kediyi doyurmayacak kadar küçük olan kahvaltıydı. Elizabeth bırakmış olmalıydı.
Yavaşça yatakta doğruldu. Gözlerini özenle ovuşturdu. İçindeki yersiz heyecan ve UMUTla esnerken birden kanlı elini fark etti. Ve geceyi o an hatırladı. Elizabeth tepsiyi bırakırken onu görmüş olmalıydı. Herneyse umrunda değildi. Sadece yorgundu. Evet, uyanır uyanmaz yorulmuştu ve uykusu hala vardı. Hiç aç hissetmiyordu zaten. Tekrar yatağına gömüldü ve bu kez battaniyeyi kafasına kadar çekerek yatakta tamamen büzüştü ve kollarını vücuduna sardı. Aklından bir sayı tuttu ve geriye doğru sayarak eriyip yok olduğunu hayal etti.
Tuhaf olan, hâlâ rüya göremiyordu. Kafası bomboştu fakat birçok düşünceyle adeta cebelleşen beyninin ne kadar kasıldığını kalp atışlarının hızlanıp nefesini kestiği zamanlar anlıyordu. Hoş, zaten boş olması beklenmezdi.
Ama umut dedikleri bu şey de neyin nesiydi? Kalbinde veya beyninde herneyse, bu duygunun ne işi vardı?
Oh, tabii ya. Güya aşıktı. Aşık olmadığını kendisi de biliyordu. Yani belki öyleydi ama artık umursayamıyordu. Zaten Brad onu seviyor olamazdı. Aralarında bir şey olduğu yoktu. Olacağına da inanmazdı. O mektup hiçbir şeyi açıklamıyordu. İsim bile yoktu. Birkaç küçük detayla bu sonuca varamazdı. Şimdi tek yapabileceği beklemekti. Bu hâlde okula da gidemezdi. Okulu bırakmak istemiyordu. Yapacak bir şeyi olmalıydı. Yoksa yaşamak iyice zorlaşırdı.
Yaklaşık on dakikadır yatağında öylece yatıyordu ve gerçekten bunalmıştı. Belki de dışarı çıkmalıydı. Bu fikri direk kafasından atmalıydı. Dışarısı soğuktu ve güvencesizdi. Annesi de yoktu. Bahçeye bile çıkamazdı. Çok tehlikeli olduğunu biliyordu. Uyumaya çalışmaya devam etti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
GRAMAFON
RomanceTaş plaktan... "Beni anlıyor musun?" "Deniyorum." "Peki ya sana aşık olduysam?" "Aslında, seni hiç anlayamıyorum." Uzak olmaya çalışırken yakınlaşanların hikayesi... Kalplerine ve bedenlerine engel olamadıkları her anın bedeli gibilerdi. Onlar aynı...