"Söyle bakalım ne yapacağımızı? Ha?"
Aslında yirmi üçüme kadar yaşadıklarımın yalnızca hayatın fragmanı olduğunu fark edip; içimde, saçlarında, sadece Hyperion'un turuncu ışıkları ve Zeus'un insanoğlunun kafasına pislik olsun diye attığı tükürükler sayesinde oluşan kutsal renk kuşağını taşıyan ergen liselinin olgunlaşmasını anlatan boktan hikâyemin girişine hoş geldiniz. Her şeyin çabucak başlayıp 2x hızında sona erdiği bu öykü benim için oldukça değerli, hayatın anlamını az da olsa kavramamı sağladı çünkü. Her ne kadar bunlar yaşanırken hiçbir haltın farkında olmasam da.
Yukarıya bir yere yazdığım diyalogun sahibi, Günebakan Kasabası'nda yaşayan tüm insanların karpuzlu dondurma yiye yiye ve votka içe içe kafayı çektiği bir yaz akşamında, annemin beni fırlattığı o andan beri en fazla on beş metre uzaklaşabildiğim, agu bugu omma appa unni oppa ehehehehe zamanlarından, Geometri hocası Bay Kim'e tüftüf attığımız çılgın lise günlerine kadar, Tanrı'nın her günü birlikte olduğum kankim Sooyeon. Ya da onun tercih ettiği ismiyle, Jessica. O zamanlar böyle iğrenç bir sözü icat edip herkesin diline yaydığı için şu an onu az biraz azarlıyorum, ama Sooyeon bunu asla takmıyor, "Oğlum ne bileyim Murphy Kanunları'nın gerçek olduğunu ben, psikoloji okuyan sensin lan uyarsaydın ya beni," şeklinde cevap veriyor. Haklı da.
"Neden yahu, neden?" Ağlamaklı bir ses tonuyla söyleyip, Küçük Emrah misali yukarı kaldırdı kafasını. Öyle büyük bir gölge vardı ki kocaman gözlerinde, onu tanımasam 'ah yavrucak' diye böğürüp dizimin dibine yatırır, Meri'nin kar yağarken sobada yaptığı kestaneler gibi kokan kahverengi saçlarını okşardım, gözlerimden yaşlar süzülürken.
"Tanrım, Jongin'le sürekli dalga geçtiğim için mi başıma geliyor bunlar? Eğer tek sorun onun Soojung'la kurduğu hayalleri bozmamsa özür dilemek için hazırım ama..."
"Ne oldu be yine?" Bebek mavisi ve şeker bir moru karıştırarak boyayıp simlerle süslediği uzun tırnaklarını koluma batırsa da refleks olarak, aldım telefonunu elime. "Elli sekiz saniye mi? Bu evrenin bize yaptığı bir şaka falan mı?"
Kafasını iki yana salladı, çıkmıştı sanırım transtan, tırnaklarını çekti kolumdan. "Ya koşsana geri zekâlı, kaçıracağız otobüsü şimdi ya!" Saçlarının bülbül yuvasına dönmesini umursamadan koşmaya başladı Jessica, beni yavrusunu bizon yutmuş Afrika dere kurbağası gibi melül melül baktıracak kadar yüksek bir hızla.
Her nöbetçi olduğu gün "Kısalar koridorda koşmasın!" diye bağırarak kafamızı ütüleyen Bayan Yuki'nin sesi çınladı kulaklarımda, merdivenlere ulaştığımız zaman. "Yer çekiminin etkisiyle kendilerini yerde buluverirler, hem de kolları bacakları yamulmuş bir şekilde." Evet dostlarım, Bayan Yuki at gibi bir hatundu gençliğinde. Ömründen geçip giden yılların onu yerin dibine sokmak için yaptığı baskıya rağmen, bugün boyu 170 santimetre. Sooyoung'un ona çektiği çok belli zaten, kız topuklu giyince Jongin'in boyuna erişiyor ya, yok böyle bir şey.
Nitekim bir Choi Yuki teorisi daha gerçekleşti, kısa ama atarlı, gözlerinde gökteki tüm yıldızların onda biri kadar ışıltı taşıyan kankim Sica, yere yapışıverdi.
"Mehdi falan mısın sen kadın, her şeyi nasıl bilebilirsin ya?" Giydiği mini şort yüzünden dal gibi bacakları 1080p ortadaydı Sica'nın, ve dizi kanıyordu hafifçe. Eğer iyi bir arkadaş olsaydım, "Başlarım otobüsüne de yurt müdürüne de üniversitesine de finallerine de." deyip koluna girerdim ve girişi portakal kabuklarıyla süslenmiş, attığınız her adımda ciğerlerinize hayat tohumları atan kır çiçekleri dolu kasabamıza paytak paytak yürüyerek gidip, Bayan Linette'nin Le Soufflé'sinde papatya çaylarımızı içerdik, bir Meri Usulü'nü yerine getirerek.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Günebakan Kasabası
Fanfiction"Ulu Tanrı, çamurdan yarattığı her kulunun dört odacıklı yüreğine ayçiçeği tohumu atmıştır. O tohumu güzelce büyütmek, geliştirmek ve çiçek açmasını sağlamaktır bizim amacımız. Böylece güneşin yönünü, yani hakikati ayçiçekleri gösterecektir bize, ka...