◇ four ◇

428 39 3
                                    

...

Savaş neredeyse bitmişti. İki tarafın ordusundan da geriye bir şey kalmamıştı. Düşündüğümüzden çok daha fazlasını yapmıştık ama. Ne yenilmiştik ne de yendik. Sonuna kadar inatla direnmiştik. Şimdiyse sadece birkaç kişi kalmıştık. Sıkış tıkış oturduğumuz bu küçük kaya parçasının arkasında dinleniyorduk. Fakat hâlâ aklımız oradaydı.

Koca gri bulutun arkasından tanıdık bir gölge yaklaştı sonra. Bu Campbell'dı. Tek başına yanımıza doğru geliyordu. Herkeste olduğu gibi, yüzünde savaşın izleri vardı. Onu çoktan öldü sanmıştım fakat o burada bile değilmiş demek. Sessizce yanımıza yaklaşıp atından inmişti. Her zamanki mahzun sesiyle konuşmaya başladı.

"Kralım..." başı yere eğikti. Sanki olanların hepsi onun suçuymuş gibi davranıyordu.

"Seni... çoktan öldü sanmıştım, ya da kaçak. Neredeydin şimdiye kadar?"

Ne bakışlarını ne de başını yerden kaldırmıştı. O böyle yapmaya devam ettikçe gönlüm daha çok daralıyordu. Hareketlerinden bir şeylerin ters gittiğini anlamıştım. İçimdeki heyecanı ve öfkeyi bastıramadan bedenim ve sesim aynı anda gürlemişti.

"Konuşsana be adam!"

Ani çıkışım yüzünden yerinden hoplayan Campbell'ın sonunda dudaklarından birkaç sözcük dökülebilmişti.

"Efendim, kraliçe..."

"Bir şey mi oldu yoksa ona?"

Yutkunup sustuğunda artık bekleyecek sabrım kalmamıştı. Kalan son gücümle önümdeki adamın boynuna sarılıp yalvarmaya başlamıştım.

"Söylesene bir şey mi oldu onlara!"

Gözlerinden akan yaşları sanki tekrar içeri tepmek istercesine sessizce ağlıyordu.  Bir yerlerde sakladığı nefesini verip soruma cevap vermeye çalışmıştı.

"Kraliçe ve minik bebekleriniz düşmanlar tarafından öldürüldü kralım... Çok üzgünüm..."

İşittiğim sözler birer birer beynime keskin bir adet bıçakmış gibi saplanıyordu. Gözlerim sonuna kadar açılmış, önce bedenime sonra da duygularıma saplanan acıyı hissediyordum. Nefesim ciğerlerimden çıkmak istemiyor, dizlerimin bağı çözülür gibi oluyordu. Bu sefer gerçekten kalbimin parçalandığını ve göğsümü yırtarak kanattığını hissediyordum. Yine de dudaklarımdan dökülen ilk kelime o oldu...

"Rose?"

"Saraya gittiğimizde ortada yoktu. Uzun süre aradık fakat bulamadık..."

Artık ayakta duramıyordum bile. Yere çöküp göz yaşlarımın istedikleri kadar vahşice ve cılızca akmalarına izin verdim. Etraftaki sesleri duyamıyor, anlayamıyordum. Bedenim güçlü bir titremeye esir düşmüştü. Konuşmaya dermanım yoktu, ağzımdan yalnızca güçsüz mırıltılar çıkıyordu. Sonra etrafımdaki adamların bana acır bakışlarını gördüm. Ve içimde büyük bir çığlık koptu. Artık sessiz ve hareketsiz duramıyordum. İçimdeki acı büyüyüp patlamıştı. Mırıltılar yerini acı dolu haykırışlara bırakmıştı.

"Ah benim minik civcivlerim, kuzularım! Ah benim sevgilim, kraliçem, kadınım!" kendi kendime dövünüp debeleniyordum sadece. Kendimce acımı en derinden yaşıyordum. Ama bu burada bitemezdi.

"Eğer sizin için yapacağım tek şeyin ağlamak olduğunu düşünüyorsanız, asla öyle olmayacak! Size yemin ederim ki intikamınızı alacağım! Bedeli ne olursa olsun, asla kanınız yerde kalmayacak..."

Göğe, şu anlık sadece gri bir bulut parçasından ibaret olan yere, sözlerimin tanrıya ulaşmasını dileyerek bağırıyordum. Umarım o da beni duymuştur ve hiçbir şeyin böyle biteceğini düşünüp boşuna hayal kurmaz...


.
'○°•◇~'▪,*-ו

King's Daughter  ● | ●  Tom Hiddleston  Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin