Oliver, duman kokusunu aldığında dostu Luke, karısı Jane, kızı Alex ile birlikte gecenin son demlerini geçiriyordu. Herkes Oliver'in açtığı yetimhanenin şerefine yetimhanenin bahçesindeki, yetim çocukların kendi elleriyle boyamasını ve desenler çizmesini istediği kırmızıya boyalı, çiçeklerle, kelebeklerle, süper kahramanlarla süslenmiş ahşap kamelyalardan birinde toplanmıştı. Duman kokusunun nereden geldiğini anlamak için yetimhaneye karşıdan bakıyordu. Zemin katlardan itibaren yükselen dumanı yanındakilere gösteriyor ancak kimse ne duman gördüğünü ne de duman kokusu aldıklarını söylüyordu. Çocuklar yatma saati olduğu için uyuyordu. Kaçamazlar ya da yangın etraflarını sarmadan önce durumu fark edip dışarı çıkamazlardı. İçeriye doğru koşmak için adım attığında kalbini bir boğa kadar güçlü bir kelebek kadar narin atarken buldu. Dizlerinin bağı çözülüp iki adım dahi atamadan yere düştü. Kafasını kaldırdığında ne eşi ne kızı ne de yakın dostu oradaydı. Çocuklara odaklanmış zihni onu tekrar yetimhaneye yöneltti. Derin bir nefes çekerek sıçradı kapıya doğru. Çocukların bağrışlarını yanı başında gibi duymaya başlamış, kalbinin atışına bünyesinin gücü yetemeyecek gibi oluyordu. Dumanın içine doğru daldıkça herkesi uyandırmak için bağırmaya başlamış, dumanın yoğun olmadığı yerlerde kapıları yumrukluyor, dumanın yoğun olduğu yere ilerlemek için zaman kaybetmeme çabalarken diğer çocukları da uyandırmak istiyordu. Kendi zor çocukluğunu kimseye yaşatmak istemeyen, her bir çocuğa layık olduğu yaşamı kazandırmak için her şeyi göze almış bu saygın ve dirayetli adam, profesörlük hayatındaki dehasına, zorluklarla mücadele ederkenki azmine hiç olmadığı kadar muhtaç hissediyordu.
Onlarca çocuk ve kızıl alevler... Canlarının yanmasını ya da en kötü ihtimalle ruhlarına en güzel zamanlarında düşecek kara bir leke gibi buhranlarda kalmalarını hayal etmeyi bile istemeden kendini olaya vermek için nefes nefese kalmıştı.
Dumanların başladığı yeri bulduğunda yataklarında yatan kimseyi göremedi, üstelik yataklar bozulmamış, düzenli bir biçimde duruyordu. Dumanın çıkması için camları açtı ve etrafı iyice yoklamaya başladı. Hiç kimsecikler yoktu. Dışarıya pencereden bir bakış attı. Maskeli iki kişiyi eziyetten zevk aldıklarını ifade eden vahşi gülümseleri ile onu izlerlerken gördü. Ellerinde bir bidon ve meşale vardı. Gözgöze geldiklerinde bidonu bir kenara attılar, meşaleyi başka bir tarafa. İşleri bitmişti sadece bıraktıkları eseri izlemek için orada dikiliyorlardı. Peşlerine düştü hızlı adımlarla Oliver. Öfkenin en saf halini, canavarlığın en üst halini yaşayan bu iki kundakçıya karşı taşıyarak bacaklarına gittikçe daha çok depolanan gücü hisse de hisse de koşuyordu. Okulun otomatik kapısı açılırken gözlerini otel odasının tavanına bakan vaziyette açtı. Nefes nefese ve "Çocuklar!" diye acılı bir iç çekerek doğruldu yatağından.
Her şeyin bir kabus olduğunu farketmesi onu çok rahatlatmıştı. Nabzını düzeltmek için yatağından bir süre oturdu, elini, yüzünü yıkamak için banyoya doğru gitmek üzere kalktı. Her şey bir kabustu ve şimdi vereceği konferansa erkenden hazırlanmak için vakit kazanmıştı. Bu acı rüya iliklerine kadar işlemişken onu üzerinden atmak için kısa bir zamanı olsun istemezdi. Banyodan dönünce kafasını dağıtmak için telefonunu mesajları görüntülemek üzere açtı. İşlerle ilgili e-mailler dışında tek bir mesaj vardı. Luke, "Dostum açılışa hazırız, bu işleri bana yıkmandan gurur duysam da sen olmak ne kadar da zormuş anlatamam; bu kaosu düzene çevirmek bana bir paket sigaraya mâl oldu. Başka bir şey için olsa sana yazardım bunu. Ama dûa et çocuklar söz konusu." diyerek her zamanki şakacı ve sevgi dolu tavırlarını iltifatla süsleyen halini takınmıştı. Oliver için güzel bir tebessüm olmuştu. Gri bulutlar gökyüzünü kaplamışken, belki bir ton daha açık olan gri paltosunun yakasını kaldırıyordu Oliver. Öğleden sonra olmasına rağmen, kapalı hava çoktan akşam olmuş hissi veriyordu insanlara. Otelden dışarı çıkmadan önce, karanlıktan daha üstünmüş gibi hissettiren bir gülümsemeyle baktı gökyüzüne. Bond tarzı, koyu kahverengi çantasını koltuğunun altına alıp, şekersiz, sütlü kahveyle ağzına kadar dolu olan karton bardağı sağ eline aldı. Kulaklıklarını iyice kulağına yerleştirip Londra sokaklarında ilerlemeye başladı.
Şarkısı seçmeden önce Londra'yı izlemeye başlamaya karar verdi. Trafikteki araçların telaşsızlığını, uyum içinde yürüyen insanları, uyumayı en çok sevdiği ses olan gök gürültüsünu iyice özümsedi. Fransızca bir şarkı seçti bu romantik havaya. Eğitim Bilimleri Profesörü olurken öğrendiği 5 dilden biriydi Fransızca. Kahvesini yudumlayarak ilerlerken vermek üzere olduğu konferansın bir provasını içinden yapmaya
başlayacaktı ki birden düşünmeden edemedi; onlarca konferans, onlarca kitabın ardından ne kadar ulaşıyordu hedefine? Dünya sorunlarını çözmenin en keskin, en kesin yolunun eğitim olduğunu anlatabiliyor muydu? Nitekim bakan olması istenilen bir eğitimciydi Oliver. Ancak hâlâ hazır hissedemiyordu. Kendi eğitimini ne kadar ilerlettiğini kestirmesi, daha fazla sorumluluk için, daha fazla donanımlı hale gelip gelemediğini sorguluyordu.
Kaçamayacağını hissettiği bir sorumluluktu bu ama derinlerde bir yerde çok daha fazlasının geldiğini hissetse de bunlara layık hissetmiyordu. Rahatsızlık duymaya başladı aklındakilerden; ortada ne vardı ki, kendini daha fazla sorumlulukla baş başa olacağını hissediyordu? Kibir miydi bu? Kibriyle layık oldukları arasında, kapasitesini köprü etmeyi tercih eden düşünce tarzı ile tekrar aklındakileri gözden geçirdi. Kitaplarında, verdiği konferanslar ve demeçlerde her zaman ‘kendimizin en iyi haline dönüşmeliyiz’ diyordu.
Kendi en iyi halini bulamıyor, yalnızca mücadelenin tutkusuyla hayattaki zorlukların içinde adeta dans ediyordu. Kim bilir kaç kişiyi de elinden tutup dansa kaldırmış, yenilmeyi emreden düşüncelerinden kurtarmıştı. Salgınların en güzeli buydu onun için. Kalkmayı öğrenen bir boksörün bunu kendine saklayamayıp elinden geldiğince insanlara öğretmesi, zincirleme bir kurtuluşun kendi tohumlarını kendi içinde saklayışıydı. Bu bile doğru yolda olduğuna inanması için yetiyordu. Sabah uyanması için gerekli tutkusu içindeki sevgi, sahip olduğu biricik ailesiydi ama gece uyuması için sahip olduğu tutku bir insanı uyandırmakla çok daha fazlasının uyanacağını bilmesiydi.
Elindeki kahvenin artık soğumasını fark etmesiyle bölündü düşünceleri. Metro istasyonuna 50 metre kadar kalmış, çantasını tutan eli fazlasıyla terlemişti. Kahvesini bir dikişte bitirmeyi seçti. Çöp kutusuna bardağını attıktan sonra dikkatini çekmeye çalışan ileri-geri, sağa-sola oynayan, kolları sıvanmış gömleğinden ortaya çıkan solunda Casio marka saat diğer kolunda ise sade, beyaz, iplikle örülmüş olan bir çift kol neredeyse gözüne girmek üzereydi. Kulaklıklarını çıkarıp kolların sahibine baktı.
- "Özür dilerim duyamadım sizi. Buyrun." dedi karşısındaki heyecanla bakan kahverengi gözlere, şaşkınlıkla ayrılan iri dudaklara sahip siyahi gence.
"Ki-ki-ki taplarınızı okudum, ben sizi ta nı-nı-nıyorum" diye heyecanından arttığı belli olan kekemesiyle konuşup elini tokalaşmak için uzattı Oliver’a. İsminin John olduğunu öğrendiği üniversite çağlarındaki gence memnun olduğunu güler yüzle ifade etti Oliver. Kısa bir sohbetten sonra, omzundaki üzerine mavi yeleği koyduğu çantasından Oliver'ın 'Ben Rüya Görmem' kitabını çıkarıp imza aldı. Sıkı bir tokalaşmanın ardından ayrıldılar. Siyahi gencin hâlâ yürürken arkasını dönüp gülümseyerek kendisine baktığını hissedebiliyordu. Şimdi arkamı dönsem göz göze gelirdik diye düşündü. Bu düşünce onu da gülümsetti. Adımlarını hızlandırarak metro durağına indi. Oradan da 3 dakika içinde gelen metroya bindi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SAMARRA
General FictionSamarra; Ölüm kenti. Ölüme kardeşi kadar yakın olan nedir ki? Samarra'yı içinde taşıyanları içindeki kafesinden kim çıkarabilir? Samarra; Kaderin kenti. Kaderin sevdası kimedir? Kaderin içinden çıkmak da kaderden sayılır mı ? Kaderi kim bozabili...