Çimenlerde uzanmış, gündüz vakti gördüğümüz yıldızları sayarken aklıma sıra sıra düşen cümlelerle yerimden sıçradım ve çimlerin üzerine saçılmış kızıl saçlarıyla, yerde boylu boyunca uzanan arkadaşıma yavaşça seslendim,
"Baekhyun! Kalem!"
Her zaman yaptığı işmiş gibi tek kolunu başının altından kaldırmadan diğer eliyle cebinden küçük bir defter çıkarıp uzattı, defterin küçük spirallerinde takılı bir de kalem vardı.
Defteri elinden alıp yüzüstü uzandım çimlerde, ve yazdım gündüz gözünde görünen yıldızları.
----------
Jongdae, hayatımın hem yarabandım hem yaram parçası. Yaşını bilmiyorum, fakat düşüncelerim benden birkaç yaş büyük olduğu yönünde. Sarı çiçekleri çok sever benim bu gönül yaram, saçları gibi sarı çiçekleri. Ve söylemekten geri durmayacağım, bu hayatımın en sarı çiçeği, karmaşayla doludur. Dünyasına girdiğinizde ne olan biteni anlarsınız, ne de çıkmak istersiniz oradan.
Güneş kremini kollarıma sürerken düşünüyorum da, güneş gibidir ama hiç sevmez güneşi Jongdae. Ne zaman üzerine güneş değse, mızmızlanıp eve gitmek istediğini söyler.
Bir gün ona bu konu hakkında, "Ne bu güneş korkusu, vampir misin?" diye sormuştum tüm mizahşör halimle hatta. Gerçi o da ardından hafızamdaki"anlayamadıklarım" adlı klasöre çok üst sıralardan olmasa da girmeye bir cevap vermişti,
"Yaklaştın biraz, ama çok da değil."
Bir başka gün de beraber kamp yapmaya gitmiştik, ona yine güneşle ilgili bir şeyler zırvalamıştım ve çantamın ön gözünde duran güneş kremimi alıp ayağa kalkmıştı,
"Sen güneşi bu şekilde sevmektense hiç sevme! Araya mesafeler koymakla sevgi olmaz Jun, eğer olsaydı ne yedi kıta olurdu ne binlerce ülke. Aşk yaparken de prezervatif kullanılmaz!" diye bağırıp kamp alanından uzaklaşmıştı.
Bense arkasından şaşkınca bakma işimi bitirdikten sonra onu bir su kuyusunun yanında bulmuş, önüne çıkmıştım,
"Beyaz tenli olmam güneşi sevemeyeceğim anlamına gelmiyor, önemli olan mesafelere rağmen sevmektir."
Bana ifadesiz bir şekilde bakarken konuşmamı onu şaşırtacak bir cümleyle sonlandırdım,
"Kimseyle de prezervatif kullanarak aşk yapmıyorum ben!"
Sinirlendiğimi düşünen doğal afetim ayağa kalkıp sarıldı bana orada,
"Junmyeon, gece oluyor." diyerek çekildi üç saniye sonra.
"Acaba külkedisi misin?"
"Beni benzetmediğin bir insan kaldı..."
diye mırıldandı ve ben o konuşurken öne kıvrılan dudaklarla onu insana benzetme düşüncem varsa da sildim aklımdan.
Jongdae'yle her gün görüşürüz, fakat ben yine de her görüşmemiz öncesi bir heyecan buhranı geçiririm.
Çoğu zaman da anlamam ne dediğini, fakat ne dediği pek de umrumda değildir, zira kendisi ne anlatırsa anlatsın çekilirim ona.
Dün beraber dışarıdan biraz ot topladık, sonra onun portakal çiçeği kokulu esrarengiz evinde kaynattık, şurup mu ne yapmışız. Ardından bizim eve geçip odamda fotoğraf çektik ve annesine yolladık, ki bu üzerine uzunca konuşulabilecek bir konudur.
Onun için yaptığım çayı içmedi, "Çakralarımı tıkıyor, papatya var mı?" dedi. Ben de usulca başımı sallayarak onayladım onu, sanırım gönül yaramın sindirimsel sorunları vardı.
Ben onu hep çok severdim, bilmemesine imkan yok, o da beni arada biraz severdi. Ve birazdan beraber kedisini gezdirmeye çıkacaktık.
Gözlüklerimi çıkarıp çalışma masamın üzerine bıraktım ve görünüşüme bir kez daha bakmaksızın evden çıktım.
Kapıyı usulca kapatıp önüme döndüğümde kedisiyle beraber bahçemizdeki ağaçların dibine doğru eğilmiş Jongdae'yi gördüm. Yine ne yapıyor bilmiyorum tabii.
"Jongdae?"
Kafasını kaldırıp bana baktı, "Balım, gelmişsin."
Ardından ayağa kalkıp açık renkli kot pantolonuna düşmüş yaprakları silkeledi elleriyle, ardından bana bakıp smiley piercingini göstererek gülümsedi,
"Hadi, gidelim."
Onu başımla onaylayarak sağ yanından yürümeye başladım, sol eliyle ise kendisi gibi sarı olan minik ve bir o kadar endamlı kedisinin tasmasını tutuyordu.
"Jongdae?"
"Efendim?"
"Dün bir yazı okudum, kediler tasmalanmayı, tutulup dolaştırılmayı sevmezlermiş pek. Eğer öyleyse, Delphi nası böylesine sakin?"
Yine gülümsedi tüm sorumu bana unutturarak,
"Sen benim kızımın ne kadar akıllı olduğunu bilmiyorsun galiba, bu onu korumak için. Değil mi kızım?"
Delphi'den bir miyavlama sesi çıktı ardından, bense şaşkınlığımı gizlemeye uğraşmadan öylece duruyordum.
"Siz anlaşıp falan mı geliyorsunuz?"
"Hıhı..."
Sarı ve dağınık saçlarında birkaç örgü vardı, iki de mavi boncuk vardı saçlarının birbirinden alakasız taraflarında. Yeşil lenslerini takmış, kahve tonlarındaki farlarla hafif bir makyaj yapmış, beni sadece gözleriyle öldürmeye hazır ve nazırdı. Dudaklarına da muhtelemen şu "Coca Cola"lı lipbalmlarından sürmüştü, çünkü çok güzel kokuyorlar. Beni uzak mesafeden bile mest eden o kokuya kayıtsız kalmak elde değil.
"Daha ne kadar bakacaksın öyle şeftalim?"
Gülümseyerek konuştum, "Rahatsız mı oldun?"
Karşılık verdi gülüşüme o da. "Olur mu, sordum sadece."
Ekledi ardından, "Yalnız bu yol biraz sıkıntılı, şimdi önüne bak evde bakarsın bana. Düşeceksin yoksa."
Pişkin pişkin sırıttım,
"Düştümse, sana bakarken düştüm."
Çok da güzel potlar kırmaktaydım.
Ve çok da güzel görmezden gelmeklerdeydi beni.