"Burayı hatırlıyor musun sevgilim? İlk öpücüğümüz- pardon, ilk öpücüğümü sana verdiğim yer burası. Sen bu uçurumdan ayaklarını korkmadan sarkıtırken ben korkaklık etmiştim. Cesaret edememiştim yanında durmaya. Ne kadar da aptaldım. Ama sana gösterdim sevgilim. Senin yüzünden ölecek kadar cesaretliyim. Peki ya sen? Sen benim için ölecek kadar cesaretli misin?"
Elindeki silahı uzattı kıza. Kız almak istemedi. "Olmaz," dedi. "sen buradasın işte. Birlikte mutlu olabilmek varken neden kendimi mahvedeyim ki?"
"Çünkü sen benim hayatımı çaldın sevgilim."
Güçlü kollar zayıf düşmüş bedeni itiyordu. Uçurumun kenarına kadar itti. Sonrasında dudaklarına minik bir öpücük bıraktı ve kollarını ona dolayıp kendini uçurumdan aşağı attı.
"HAYIR!?"
Bütün vücudu ter içinde kalmış bir şekilde uyandı Jiyeon. Zil çalıyordu. Zorla ayaklandı. Elleri titriyordu ve JungKook ortalıkta yoktu. Korktu. Ona bir şey olmuş olabilir miydi? Az önce gördüğü rüya değil miydi?
JungKook gittiyse Jiyeon neden hala hayattaydı ki? Onlar birbirleri olmadan yaşayabilir miydi?
Eli kapının koluna gitti. Biliyordu zaten, iki kişiden biriydi. Açtığında boynuna dolanan kollar olmamıştı. Bu da psikiyatrist bozması hanımefendi gelmiş demek oluyordu.
"Yine niye geldin sen? Seni istemediğimi söyleyip durmuyor muyum?" Kadın gülümsedi. "Bu gerekli Jiyeon. Bana neler olduğunu baştan sona anlatana kadar buraya gelmekten bıkmayacağım."
Nefes verdi Jiyeon. "Ben de hayır demekten bıkmayacağım. Anlatacak bir şeyim yok. Siktir git buradan!" dedi ve kapıyı sertçe yüzüne kapattı kadının. Ağlayarak evde JungKook'u arıyordu. "Sevgilim, neredesin? Beni bırakıp gitmedin değil mi?"
Saatler geçmişti. Jiyeon sevgilisini bulamamıştı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu şimdi. Eli arka cebindeki telefona gitti. Kilidi açtıktan sonra parmakları rehberdeki tek numaraya tıkladı. Anında açılmıştı. "Yeonie? İyi misin?"
Ağlayarak "Hayır," dedi. "J-JungKook kayıp Dojoon. Onu bulmama yardım et."
Telefon anında kapandı. Yaklaşık on iki dakikanın ardından zil yeniden çalmıştı. Endişeyle bakan Dojoon girdi içeri. Yüzünü avuçladı sevdiğinin. Yanağından süzülen yaşları sildi tek tek. "Ağlama güzelim, onu bulacağız."
Ellerini itti kız. "Bana güzelim deme. Seni sevmiyorum anlasana. Sen benim sadece arkadaşımsın. Başka bir şeyim olmayı aklından bile geçirme! Benim sevgilim var ve onu kendi başıma bulacağım! Senin lanet yardımına ihtiyacım yok orospu çocuğu!"
Sevdiği ona bağırırken sildiği yaşlar bu sefer onun gözlerine doluyordu. Bir tanesi süzülüverdi yanağından aşağı. O cesaret edebilmişti kendini uçurumdan atmaya. O neden edemesindi? "Özür dilerim." diyebildi sadece. "Seni daha kötü yapacağım için özür dilerim."
İkisi de yirmi iki yaşındaydı. On beş yaşından beri beraberlerdi. On beş yaşından beri aşıktı Dojoon Jiyeon'a. On beş yaşından beri aşıktı Jiyeon JungKook'a, JungKook Jiyeon'a.
Çok kompleks bir ilişkileri vardı. Dojoon yıllarca iki sevgilinin yiyişmelerini izledi birini deli gibi severken. Bırakamadı, kalbi izin vermedi. Kendini bile bile ateşe atmaktan başka bir şey yapmadı. Bugün ise acı gerçek sevdiği tarafından açıkça yüzüne vurulmuştu. Jiyeon JungKook'undu, Dojoon'a ait olamazdı. Onların aşkı ölümsüzdü. Ne olursa olsun beraberlerdi. İkisi de birbiri için en kıymetli şeylerdi bu dünyadaki. Yaşamaya değer tek şeydiler.
O asla bunu kabullenmek istememişti. Hep itmişti bu düşünceyi. Bir umut, minicik bir umut vardı içinde. Neden yok olup gitmişti şimdi? Neden yaşama sevincinin ona orta parmak çekip gidişini izliyordu şu an?
Neden mutfağa yönelmişti adımları? Neden eline aldığı büyük et doğrama bıçağını kendi karnına çevirmişti dolu gözleriyle? O da mı delirmişti herkes gibi?
Jiyeon onu takip etmek istemedi. Muhtemelen bir peçete alıp burnunu sümkürür diye düşünüyordu. Ama sessizliğin ardından o da oraya adımlamıştı. Gördüğü görüntü karşısında donup kalana kadar yürümüştü.
Onu seven, ona yıllarca bakan arkadaşı ağlayarak kendine bir bıçak doğrultuyordu.
"Ö-özür dilerim güzelim. Se-seni sevdiğim için özür dilerim."
Bıçağı bir kez sertçe karnına geçirdi. Sonra bir kez daha, bir kez daha... Bilincini kaybedene kadar saplayıp çıkardı keskin aleti karnına.
Mutfağı arkadaşının kızıl sıvısıyla kaplanmıştı. Buna kendi gözleriyle şahit olmuştu.
Çığlık attı. Sadece çığlık atıp ağladı. Bir şey yapamadı. Karşı gelemedi.
Sevdiği birinin daha ölmesine engel olamadı bu aciz beden.
Son nefesini verişini izledi gözyaşları içinde. Kendini bitik hissediyordu. Tükenmiş, bir daha yaşayamazmış gibi.
Yere çöktü hıçkırıklarının arasında. Onu seven oğlanın saçlarını okşadı.
Ardından beklemediği bir şey oldu. Sevgilisi yanında eğildi ve aynı şekilde o da baktı ölü bedene.
"Bıkmadın mı sevdiklerinin senden dolayı ölmesinden? Buna ne zaman son vereceksin?"
"B-ben yapmadım."
"SEN YAPTIN!" Yüzüne bir tokat patlattı.
"TÜM BUNLAR SENİN SUÇUN!"
"SEN KATİLSİN!"
"Hayır, hayır, HAYIR! ONU BEN ÖLDÜRMEDİM!"
Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Yapabildiği tek şey buydu. Göz yummak ve beklemek... Acının hafifleyip yok olmasını ummak...
İki saat boyunca JungKook, Jiyeon ve Dojoon'un cesedi orada durdular. Dış kapı kırılarak açılana kadar.
Psikiyatrist hanım bir saat önce eve gelmiş, ağlamaları duyup polis çağırmıştı.
Yanında iki polisle mutfağa girdi. Gözleri büyüdü. Ne olmuştu burada böyle?
Şu an düşünmenin zamanı değildi. Polisler cesetle ilgilenirken o Jiyeon'un yanına oturdu. Ona destek olmalıydı. Bunun için buradaydı ne de olsa.
"Gel tatlım. Buradan uzaklaşalım." Olumsuz anlamda başını salladı ondan yaşça küçük kız. "Ben de burada ölmeliyim. Yaşamayı hak etmiyorum."
"Öyle şeyler duymayayım bir daha senden. Gel ve bana neler olduğunu en başından anlat."
Nefes verdi.
"Peki, anlatacağım. Her şeyi."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Drugster | JJK
Fanfiction❝Denemek ister misin?❞ ❝Bunlar ne ki?❞ ❝İnsanı mutlu ediyor ve kesinlikle zararsızlar.❞