Rusya kumpanyasının Batum'dan gelen bir vapuru Tophane'nin önüne yanaştığı zaman, denizin üzerinde sabırsızlıkla bekleyen bir kaç kişi, sandallardan vapurun içine atılmışlardı. Bunlardan birisi uzun boylu, geniş omuzlu, seyrek siyah bıyıklı, etekleri ayaklarına kadar uzun, beli pek dar bir Çerkes paltosu giymiş; başında kendi kavminin kalpağı, elinde bir gümüşlü kırbacı olan Çerkes'e:
"Safâ geldiniz. Câriyeler (Esirler) nerede?" (diye sordu.)
"İşte burada..."
"Kaç tane?"
"Üç..."
"Güzel mi?"
Çerkes esirlerin birini göstererek:
"Şu mâî (mavi) gözlere bak. Bir paşa buna bir hazine verir," (dedi).
Çerkes'le bu herif bir sandala, câriyeler de ötekine binerek Tophane iskelesine doğru vapurdan açıldılar. Çerkes'le birlikte bulunan ve çok iri yapılı olan bu adam, Hacı Ömer adında bir esirciydi. İnsan ticâretinin duygusuz yüreğine verdiği acımasızlık, yüreğinin o büyük, yuvarlak gözlerine yansıttığı bir tür vahşilik etkisiyle bakışı kaplana benziyordu. Geniş anlamıyla kendisinin de içinde bulunduğu insanlığın, (kendi) özel çıkarlarından başka, bir kısmının başına gelen felâketten üzülmez; bir şarkıcının sesiyle bir kızın ağlaması, bir sazın sesiyle paha biçilmez bir güzelin yalvarışları arasında bir ayrım yapmazdı. İnsanlık görevlerinden iki şeye kutsal bir değer verirdi. Biri, ticaretini geliştirmek amacıyla odasının duvarına asılan kırbacı; öteki, evine giren zayıf yaratıkların kimsesizliğiydi.
Sandalın içindeyken o büyük, yuvarlak gözleriyle Çerkes'e bakarak ve birer küçük yelpâze kadar büyük olan ellerini sallayarak, esirleri pazarlık ediyordu. Pazarlık yolunda gitmeyince, kırk beş elli yaş arasında olduğunu gösteren ve siyahtan çok, kirli bir renge çalan kır sakalıyla esmer yüzünde (beliren) bir iki kaba buruşukluk, tiksindirici bir hâl alırdı.
Halayıkların (Esir kızların) ikisi on altı, on yedişer yaşlarında, Kafkasya'nın iki parlak güzellik mahsûlü idi. Üçüncüsü tahminen dokuz yaşında bir küçük esir idi ki, saçlarıyla kaşlarının arası bir az yakınca, ağzı pek küçük, yuvarlak omuzlarına oranla beli incecik, hele o siyah gözlerde zekâ parıltısı sonsuz bir tatlılık gösteriyordu. Üstad bir el ile ölçülü çizgileri çekilmiş, fakat rengi verilmemiş bir resimdi. Çünkü küçücük dudakları pek renksiz, bakılmamaktan saçları seyrek, sefâlet ve yol sıkıntılarının etkisiyle rengi uçuk, gözlerinin çevresi ince bir siyah dâireyle çevrilmiş; bakışında, kafesin içine konulmuş bir kuşun ara sıra gökyüzüne bakışını andırır gizli bir hüzün ve üzüntü görülüyordu. Bu küçük kızın üzerinde dar ve baştan ayağa kadar ilikli bir Çerkes paltosu, başında küçük eski bir kalpak vardı.
Sandallar kıyıya yanaşarak bu kızları bir eve götürdüler. Eve girdikleri zaman, esircinin karısı karşılayarak, "Bu ikisi güzel! Bu küçük kız, hastalıklı bir şeye benziyor. Bunu buraya ölsün diye mi getirdin?" dedi.
Hacı Ömer, "Biz de bunu bin liraya almadık ya! Tam Yüksek Kaldırım'daki Mustafa Efendi'nin karısının istediği gibi bir küçük..." yanıtını verdi. O gece Çerkes o evde kalarak, üç gün beğenmeye bağlı olmak koşuluyla üçünün de pazarlığı bitti.
Bu evde kızlar geceleri bir odaya toplanıyor, birbirleriyle konuşuyorlardı; fakat çok gülmek, Çerkesçe konuşmak yasaktı. Bir müşteriye gidip de, her ne sebepten dolayı olursa olsun beğenilmeyerek gelen esirlere on, on beş kırbaç vurulurdu.
Bu eve gelişlerinden bir kaç hafta sonra bir sabah, Hacı Ömer o küçük esir Çerkes'e, "Haydi kalk, gideceğiz," dedi.
Çocuk, kendi yaşındakilere özgü bir tavırla hemen yerinden kalktı. Koşarak, birlikte geldiği kızlardan birinin boynuna sarıldı. Birbirleriyle öpüşüp ayrıldıkları zaman, çocuğun gözünde küçücük ruhunun acısını belirten bir damla yaş gözüktü; sonra birdenbire hayatın acılarla dolu yükünü duymaya başlayan adamlar gibi mini mini kaşlarını çattı. Ciddî, üzüntülü, düşünceli bir yüzle esircinin o kocaman ellerinden tutarak evden çıktılar. Yürüyorlardı. Çocuk sokakta giderken, çevresinden geçen arabalara, tramvaylara hayran hayran bakıyordu. Tophane alanına geldikleri zaman, orada bir çok çocuğun gülüşerek, haykırarak oynadıklarını gördü. Duygular kaynaşan yüreklerinden geçen istekler üzerinde hiç düşünmeden hemen (bu isteklere) uyuvermek çocukların özelliklerinden olduğu için, kendisinden geçerek (yerde koşuşan bu yaratıkların gökyüzünde uçuşan kuşlarla bir ilişkisi olmalı) kendilerinden bir topluluk gördükleri zaman ona katılmak sevdâsının verdiği coşkuyla, hemen onların yanına doğru koşmaya başladı. Birdenbire esircinin o büyük, o korkunç gözlerini açarak, "Gel buraya... Şimdi kırbacı çıkarırım," dediğini işitir işitmez, yavaş yavaş geri döndü. Yanındaki gulyabanînin ellerini tutarak, kendisinin nasıl bir demirden esirlik pençesi içinde olduğunu birinci defa olarak hissetti. Yürüyorlardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sergüzeşt
General FictionDilber Kafkasya'dan Türkiye'ye getirilmiş genç bir kızdır. Halayık olarak çalıştığı konaklarda çeşitli zorluklarla karşılaşır. Samipaşazâde Sezai Dilber'in Kafkasya'da başlayıp Mısır'a kadar uzanan hüzün dolu sergüzeştini anlatır. Sevgilisi Celâl Be...