İnsanlığın gözlerini yaşartacak üzücü durumlardandır ki yasanın engellemediği cinâyetlerde; ahlâkî iyilik ile insanlık sevgisinin ve vicdanın emir ve yasaklarına boyun eğme erdemi, (eğitimsizlik-bilgi eksikliği-boş inanç gibi, toplumda var olan salgın hastalıklar dolayısıyla) pek seyrek görülür... O gece Zehra Hanım, bir köşesine çekildiği odasında, mânevî üzüntü ve maddî acısı içinde birisini bekliyor; hâlâ niçin gelmediğini sabırsızlıkla sordukça, "O taraflarda yangın varmış; belki kendilerine yakınsa..." diye umutsuzluk uyandıran yanıtlar alıyordu.
Kendisini en zor durumda bularak, bir iki saat içinde en büyük bir sorunu çözmek zorunda olduğunu kabul ederek oğlunun gençlik eğilimleri ve hayâlleri içinde kaybetmeye çalıştığı geleceğini ve annesine söz verilmiş mutluluğunu mu; yoksa bu mutluluk ve yükselmeye engel olmak isteyen bir esir parçasını mı mahvetmek düşünceleriyle bir süre duraksadıktan sonra; sonunda, Batı'nın verdiği bir gösteriş ve soyluluk sevdası, hırs ve isteğin doğurduğu bir yükselme ve servet düşkünlüğü ve Mısır aileleri arasında yaygın olan mutsuz esirleri aşağı görme duygusuyla, Dilber'in evden çıkarılmasına karar verdi. Bu sırada oda kapısından, şişmanca vücuduna göre yine (de) büyük olan karnını örten, ayaklarına kadar uzun, dikişli bir hırka giymiş, yuvarlak ve ölçüsüzce geniş yanaklarının üstünde Tatar olduğu belli, küçük, uçları çekik gözleri olabildiğince tatlılık ve yalvarıcı anlam(lar) ile dolu, ikiyüzlü bir gülümsemeyle çekilen kalın dudakları arasından seyrek dişleri görünen bir kadın, dualar, alkışlarla içeriye giriyordu. Zehra Hanım, uzandığı kanepede elini başına koyarak, güçlü bir kararlılığı gösteren çatılmış kaşlarıyla, bildireceği kesin kararın dehşetinden (sonbahar rüzgârına rastlamış gül yaprakları gibi) dudakları titriyordu. Bir köşede siyah tülle örtülmüş lamba, odayı karanlık gösterecek biçimde zayıf bir ışık veriyordu. O sırada şiddetini arttırarak uzaktan uzağa pencerelerden yansıyan yangının alevlerinin, odanın karanlık köşelerinde biçimini ve durumunu betimlediği Zehra Hanım, bir Roma imparatoriçesine benziyordu. Yangının yansıyan ışığı, başının tâcı olan sarı saçlarında, uçuk renginde, koyu mavi gözlerinde, o güzel dudaklarında dalgalanmasıyla büyük bir güzellik kazanmıştı. Bu kadın içeri girer girmez kendisini yükünün ağırlığı altında ezmek isteyen mânevî acısının baskısından kurtulup çıkan ve uzaktan uzağa işitilen gök gürültüsüne benzer bir sesle:
"Bu getirdiğin Dilber evimin nâmusunu, oğlumun istikbâlini mahvediyor. Sen onu yarın getirdiğin yere bırak," dedi.
Bu kadın, kendisine bir iyilik payı ayıran böyle bir emrin yerine getirilmesini övünme ve çıkar sermayesi bildiği için, kahkahalarla:
"A kadınım! Sıkıldığın şeye bak! Yarın hem sizi kurtarırım, hem de ona uygun bir yer bulurum," yanıtını verdi.
Zehra Hanım, "Yarın pek erken... anladın mı?" uyarısından sonra "Beni yalnız bırak!" dedi. Kadın kapıdan çıkıp da yalnız başına kalınca ayağa kalktı, pencere yanına doğru gidip bir az düşündü. Gelip yeniden kanepenin üzerine çöktüğü zaman anlaşılmaz, gizli bir duygunun etkisiyle gözleri, şebnemler içinde kalmış menekşeleri andırıyordu.
***
O gece Dilber'le birlikte bir odada yatan Çâresâz, durmadan Kafkasya'dan... esirlikten... ağlaya ağlaya söz ediyordu. Bütün insanlık benliğini heyecanlandıran keder, sesine şiddetli bir üzüntü, diline garip bir konuşma ustalığı vermişti. Dilber esirlik arkadaşının bu alışılmadık hâline üzülerek sordu:
"Niçin ağlıyorsun?"
"Hiç! Ağlamak esirliğin en büyük hakkıdır. Biz o hürriyete sahibiz!"
Garip şey! Acaba bu zavallı Çâresâz'ın kalbini kim kırmıştı ki, Dilber soyunup da yatağına girdiği hâlde, yine durmadan mendille gözlerini silerek ağlamakta devam ediyordu. Dilber yatağından kalkarak:
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sergüzeşt
General FictionDilber Kafkasya'dan Türkiye'ye getirilmiş genç bir kızdır. Halayık olarak çalıştığı konaklarda çeşitli zorluklarla karşılaşır. Samipaşazâde Sezai Dilber'in Kafkasya'da başlayıp Mısır'a kadar uzanan hüzün dolu sergüzeştini anlatır. Sevgilisi Celâl Be...