3.

2.9K 120 4
                                    

Sabah saat dörde gelmişti ki, esirci aşağıya inerek, Dilber'in oda kapısını vuruverdi. Yanıt alamadı, yeniden kapıya vurarak, "Dilber, Dilber!" dedi. Yine yanıt yok. Dilber, uykusuzluğun verdiği güçsüzlük, korkunun yarattığı baygınlıktan bitkin bir durumda uyuyordu. Üçüncü kez, daha şiddetle, "Dilber, Dilber!" diye kapıyı vurup da yanıt alamayınca, büyük bir telâşla bir iskemlenin üstüne çıkarak kapının aralığından iç taraftaki üst sürmeyi, iskemleden inerek alt sürmeyi çekince, kapıyı şiddetle itti. Kapı açılırken çıkan gürültüden Dilber uyandı. Esirci, "Dilber, sana ne oldu? Niçin bu kadar uyuyorsun?" diye sorduğu zaman, Dilber, gözleri yaşla dolu olduğu hâlde, "Ben bu gece pek korktum. Bu oda pek fena!" dedi. Esirci korkudan Dilber'in sağlığının bozulma ve sarsılmasıyla ticâret ve çıkarına zarar geleceğini düşünerek, "A kızım, korkacak ne var? Ben senin bu kadar korkak olduğunu bilseydim, bu odada yalnız bırakır mıydım? Bundan sonra her gece benimle yat," diyerek gözlerinden öptü. Sonra okşayarak, "Hadi, kalk kızım. Senin için hayırlı müşteriler geldi, yüzünü yıka, değiş," (dedi.)

  Esirci gittikten sonra Dilber yukarıya çıkıp da bir yabancı hanımın eteğini öptüğü zaman, esirci kızın ud çalmaktaki ustalığından, okuma-yazma bildiğinden ve bir kaç günden beri yakalandığı nezleden söz ederek, renginin uçukluğunu nezlesine, vücudunun bu zayıflığını derslerine çok bağlı olmasına ve çok çalışmasına yorarak, bir hafta denemek üzere bırakacağını ve eğer bir kusuru çıkarsa, tekrar kabul edeceğini söyleyip Dilber'i yüz elli liraya sattı. Eğer bir az çirkince olmasaydı, iki yüz lira isteyeceğini ekledi. Gerçekten Dilber çirkinleşmişti. Kaderin çizdiği yolda devam eden hayatının, gelişme yaşında uğradığı duraklamalar ve dramlar, yüzüne pek hafif, karanlık bir örtü çekmiş, güçlükler ve sefâletler, zamanından önce açılmış gül yaprakları gibi küçük küçük buruşuklar yaratarak, yanakları seçilecek biçimde sarkmış, on iki yıllık vücudun üzerinde elli yıllık bir yüz meydana gelmişti.

  Bir hafta sonra idi ki, esirci, Dilber'in bedeli olan akçayı tamamıyla aldığını belirten belgeyi teslim etti.

***

"Küçük! Ne güzel bu siyah gözler! Çehre, ağız, dudaklar. Güzel, güzel. Bu uçuk renk, bu gamlı bakış, hüzün verici bir tabloya model olacak... Keyifsiz misin?"

  "Hayır."

  "Rengin neden bu kadar uçuk?"

  "Bilmem."

  "Yaşın?"

  "On beş."

  "Kafkasya'dan mı? İzmit'ten mi?"

  "..."

  "Şu koyu yeşil ağaçlara, ormanlara, siyah gözlerinle mavi semâya bak. Bu renkteki memleketten mi geldin?"

  "Evet."

  "İsmin?"

  "Dilber."

Akşamları güneş ışığının ve insanların gürültülerinin sessizliğe dönüştüğü gece yarıları, perilerin yıkandığı Marmara'nın koyu mavi güzel yüzeyi üzerine yıldızların sırça renkli gökyüzünden âşıkça bakışlar gibi yolladıkları nurdan izleriyle gece, denizin yüzüne inci işlenmiş mavi atlastan örtüsünü örtmüştü. Parlak yıldızların çokça biriktikleri gök parçasını yansıtan suların üzerinde hafif ay ışığını andırır bir yıldız parıltısı oluşarak, daha ilerisi denizin (yüreği çarparak sevdiğinin dudaklarından öpen âşık gibi) çırpına çırpına sevdalı bir biçimde ufuklara dokunan küçücük dalgaların mavi karaltılar içinde kalışını, kıyıdaki bir yalının balkonundaki koltukta sigarasını içerek seyreden Celâl Bey, o saatte Paris'te öğrenimi sırasında geçirdiği beş altı yıllık süreyi ve hiç bir kederle zehirlenmemiş yirmi üç yıllık hayatının neşeli anılarını, yine Paris'te iken bulunduğu uygarlık kaynaşmasının kimi gizli köşelerinde bir güzel gülümsemeyi, bir tatlı bakışı, yüreği duygulardan boşanmış olarak düşünüyor ve bunların hepsinin, önündeki denizden, esrarlı aynalardan dalgalana dalgalana geçtiğini seyrediyordu.

SergüzeştHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin