1.Bölüm-PİSLİK

359 11 0
                                    

Bölüm şarkısı: Linkin Park- In the end
*******************************************************
     Gök yırtılırcasına gürledi. Saat gece yarısını epey geçmişti. Gecenin kobalt mavisini, boğucu isle gölgelemiş; ayı, tozlu katmanın ardında bırakarak saf ve temiz ışığını bej bir tona döndürmüş kirli hava,  yağmurun altında ağır ağır kayboluyordu. Çöp konteynırından başka bir şeyin bulunmadığı ara sokakta yerde oluşan gölcükleri ve ıslaklıktan ağırlaşmış pantolonunun paçalarını umursamadan ilerliyordu.
    Genç, sıkıntıyla iç çekerek adamın onu çağırdığı parkın önüne gelince durdu. Görüşünü bulanıklaştırmış yağmura rağmen adamın oturduğu bankı hemen seçebilmişti. Yanıp sönen kırık bir sokak lambasının aydınlattığı banktan üç beş adım uzaktaki köşe başında durdu.
     “Geç kaldın” Adamın sesi ile genç, gecenin gölgesi altında kalmış banka döndü ve sigarasını yaktı. Duman düşen damlalara inat yükselirken adama verebileceği üstelenmeyecek bir cevap bulmaya çalıştı. Tedirginliğinin sesine yansımamasına dikkat ederek adama doğru yaklaştı.
     “Halletmem gereken bir iş vardı. Elimden geldiğince hızlı geldim.” Dedi. Adam ayağa kalktı ve alayla gülmeye başladı. Çocuğun bu asiliği ona ölen arkadaşını anımsatıyordu. Babasının yüz hatlarını ve bakışlarını bire bir almıştı. Ailesinin gizemli ölümünün ardından sahip olabileceği parlak bir gelecek varsa da üstü ziftle kaplanmış, büyük bir bilinmezlikle baş başa bırakılmış ve git gide karanlığa bulanarak onun yaşındakilere göre çok daha fazla kötülüğün sisleri arasına çekilmişti. Şuan karşısında görünüş olarak sert bir delikanlı duruyor olsa da adam gencin gözlerine her baktığında hala, o korunmaya muhtaç, öksüz ve yetim çocuğu görüyordu.
      Gencin iç geçirmesiyle, adam bakışlarını ısıtmak için ovuşturduğu ellerinden gence çevirdi. Çatık kaşlarıyla üstünde kendisininki gibi siyah bir deri ceketin bulunduğu adamı süzdü.
     “Beni neden çağırdın.” Genç, adamın onu neden çağırdığını gayet iyi biliyordu fakat işlerin büyümesini engellemek için bilmemezlikten geliyordu. Dün gece ortaya çıkan kavga hakkında konuşmak istiyordu. Ne var ki çocuk bu bitmiş adamın nasihatlerini ve azarlarını dinlemek istemiyordu. Yeniden. Onun her hareketinden kendini mesul tutuyor, onu yönlendiriyordu. Kendisini azarlamasına göz yumduğu tek kişide yine kendini bildi bileli tanıdığı bu adamdı.
     “Joe’yu ne hale getirdiğini gördüm.” Genç, kısa bir açıklama yapıp aptal konunun hemen kapanmasını sağlamak için ağzını açmıştı ki adam, onun en sinir olduğu hareketlerinden birini yapıp laflarını ağzına tıktı. Ellerini öfkeyle kasılıp yumruk şeklini alırken adamın sözlerini bitirmesini bekledi.
    “Meselenin ne olduğu umurumda bile değil. Pis işlere bulaşmamanı söylemiştim. Sana Powell’lardan uzak dur demiştim!” Adam çocuğun bulaştığı her pisliğin günü geldiğinde ona çok büyük zararlar vereceğini biliyordu. Gençken aynı şeyleri kendisi de yapmış ve sonucunda büyük pişmanlıklar duymuştu. Kendi oğlu olarak benimsediği bu delikanlının canının yanmaması ve aynı hataları tekrarlamaması için elinden geleni yapsa da ona hiçbir şekilde engel olamıyordu.
      “Kavgayı ben başlatmadım. Hatta ona vurmadım bile” dedi. Aslında ona vurmuştu. Hem de pek çok kez. Kavgayı başlatanda o’ydu ve yaptığı hiçbir şeyden pişmanlık duymuyordu. Joe benzetilmeyi fazlasıyla hak etmişti. Olay bu kadar basitti ama bu adam her zamanki gibi olayı çok büyütüyordu. Ayrıca kendisinin şu ana kadar bulaştığı çoğu pislikten haberi yoktu ve öğrense sinirden kafayı yerdi herhalde.
     “Sana Powell ailesinden uzak dur dedim!” Adamın sesi boş sokakta dalgalanırken yağmur daha da şiddetlendi. Tekrar tekrar aynı cümleyi söylemekten bıkmamış mıydı? Çocuk sıkıntıyla ayakkabısının burnunu eskimiş betona sürtmeye başladı. Onun babası, akrabası yada ondan sorumlu tutulan biri değildi. Neden kendini sorumlu hissediyordu ki?
      Adam, yarı beyaz sakalını eliyle çekiştirdi. Bu alışkanlık haline getirdiği bir hareketti. Ne zaman gerilse gencin çok havalı bulduğu bu hareketi tekrarlıyor sakalının ucunu parmakları arasında yuvarlayıp bırakıyordu. Dağınık ve yağlı sakalından süzülen birkaç damla boynuna geçiş yaparken adam bu kez kısacık kesilmiş yarı beyaz saçlarını kaşıdı. Genç, adamın üzerindeki bu gerilimin ne kadar gereksiz ve aptalca olduğunu düşünmeden edemiyordu. Adama karşı ister istemez duyduğu saygı olmasa şu aptal sokakta bir saniye bile dikilmez ve adamı tersleyip ardına bile bakmadan çekip gitmekte tereddüt dahi etmezdi.
     “Şimdi ne yapacaksın, Jeff? Babasının elinin nerelere ulaşabildiğini biliyorsun. Bunu senin yanına bırakır mı sanıyorsun aptal!” Jeff, yarım bir gülümsemeyle yanıp sönen lambaya çevirdi bakışlarını. Kendini oyalayacak ve hatta sakinleştirecek yeni odaklar keşfetmeye başladı. Lambanın soluk sarı ışığını sevmişti. Uysallaşmış yağmur damlalarına sempatik ve sıcak bir hava bıraktığını düşünüyordu. Kendi evine de bu renkte lambaların çok hoş olacağına karar vermişti. Sigarasını dudakları arasına alırken adama bir cevap vermesi gerektiğini anlamıştı, adamın huzursuzca yere çarpan ayaklarından. Sigara dumanını içine çekip serbest bıraktığı birkaç saniyenin ardında umursamaz bir tavır takınarak konuşmaya başladı.
      “Joe çocuk değil, Robert. Kendi meselesini kendi halledecektir. Ayrıca bende çocuk değilim ve ne yaptığımı biliyorum. Bu benim hayatım. Kendi kurallarımı kendim koyarım ve kavga edilmesi gerekiyorsa ederim. Böylece o piç benden bir kez daha dayak yer.” Robert, yaşının getirmiş olduğu hafif kırışıklıkların baş gösterdiği eliyle bir kez yüzünü ovuşturduktan sonra hızla başını iki yana salladı. Jeff lambaya bakmaya devam edip adamdan yayılan gerilimi yok sayarken sigarasını bir kez daha yudumladı. Ağırlaşmış yağmurun ve çırpınan ağaç dallarının huzurlu sesini, birkaç köpek havlaması ve iki sokak ötedeki arabaların çıkardığı egzoz sesleri kesintiye uğratıyordu. Jeff, Robb’un aralarındaki sessizliği bozacağını bir kez daha ayaklarını ritmik bir şekilde yere vurmasından anlamıştı.
     “Sen akıllanmayacaksın, Jeff. Ne halt yiyorsan ye. Burnun boktan çıkmıyor. Bundan böyle tek başınasın, seni tekrar kurtarmamı bekleme.” Jeff ne kadar teşekkür ederse etsin, Robb yaptığı bu iyiliği her türlü fırsatta ona karşı kullanıyordu. İki sene önce uyuşturucu satıcılığından içeri girmişti. Hapisten çıkması için Robb epey uğraşmıştı. Sonunda çıktığında Jeff’e sanki sahibiymiş gibi davranmaya başlamıştı. Her hareketine karışıyordu. Ona bir barda iş bulmuş ve uyuşturucudan uzak durması için yemin ettirmişti. Her ne kadar bunu kimse bilmese de verdiği bütün sözleri tutmak gibi kötü bir özelliği vardı. Bu pek çok kez başını derde sokmuştu ama sözlerini tutmamak ona yanlış geliyordu. Pisliğin teki olsa da söz tutma işini her zaman yerine getiriyordu. Uyuşturucudan uzak duracağına dair verdiği söz, bir mühür gibi, özgür olduğu kapılarından birini sonsuza dek kilitlemişti. Kendini kısıtladığı için söz vermekten kaçınsa da Robb’un bu konudaki ısrarı ile kendince büyük bir hata yapmıştı ve artık hayatındaki uyuşturucu mevzusu açılmamak üzere kapanmıştı.
      Jeff’in uzaklara dalıp gittiğini gören Robb başını sabır dilermiş gibi göğe kaldırdı ve gözüne düşen bir damlanın ardından tekrar önüne döndü. Bu kez ağdalı ve sakin bir dille devam etti.
     “Nick’in barında olacağım. Toparlan ve Joe’dan uzak dur. Sana bu konuda güvenmediğimi biliyorsun, Jeff” Robb’un iğneleyici sözleri üstüne suçlu suçlu güldü ve ellerini saçlarının arasına geçirdi. İnsanların onu tanıması hoşuna gidiyordu. Robb tabi ki ona güvenmemeliydi. Joe’yu gördüğü yerde tekrar pataklayacağını ikisi de gayet iyi biliyordu. Hem Joe’ya zarar vermemek konusunda Robb’a her hangi bir söz vermemişti ve bu yüzden içi çok rahattı.
     Jeff sessizliğini sürdürürken Robert, konuşmasının bir anlamı olmadığını anlayıp homurdandı. Ona göre Jeff tam bir umutsuz vakaydı. Bu yüzden sadece dikkatli olmasıyla ilgili bir şeyler zırvalamakla yetindi ve arkasını dönüp paslı banktan uzaklaştı.
      Jeff sonunda gittiğine memnun olmuştu. Robb’un  severdi, sayardı ama hiçbir şeyden anladığı yoktu. Aslında şu ana kadar Jeff’i anlayabilen kimse olmamıştı. Onun kendi iç dünyasında yaşadığı şeyler çok farklıydı. Her gece bir başka kızla yatıp sürekli etrafındakilere sataşan ve dünyanın kendi etrafında döndüğünü zanneden o şımarık serserilerden olmamıştı hiçbir zaman. Kendince insanlarla arasına çektiği özel bir sınır vardı. Asla boş yere kavga çıkarıp kuru gürültü yapmazdı ve tehdit etmez, uyarırdı. Tehdit ona göre korkaklığın getirdiği aciz bir savunmaydı ve çoğu zaman üzerine oynananları boşa çıkartırdı. Uyarıysa daha geçerli ve tehdide kıyasla gerçekleşmesi daha olağandı. Joe ile aralarında geçen meselenin pek bir önemi yoktu aslında. Joe ortalıkta Jeff hakkında ileri geri konuşup asılsız dedikodular çıkarınca, Jeff, etraftan duyduklarını bir de Joe’nun ağzından dinlemeyi istemişti. Piç herif, Jeff’i tersleyip ukala bir tavır takınınca o da gerekli olan terbiyeyi vermek zorunda kalmıştı. Aslında başta basit bir yumrukla bu işi sonlandırmaktı planı ama Joe aptallık edip yanındaki kızlı erkekli gruba hava atsın diye hakaret edince ve asla gerçekleştiremeyeceğinden emin olduğu saçma tehditler savurunca Jeff, Joe'n nun gerçekten benzetilmeyi hak ettiğine karar vermişti.
     Yağmur damlalarının dans ettiği yarı ıslak saçlarını eliyle iki kez geriye doğru taradıktan sonra gecenin ikinci sigarasını yakarak geldiği sokaktan hızla geri döndü. Robb’un onun için yaptığı en iyi şey Dolphin’de –popiler bir bar-  Jeff’e tam ona göre olan bu işi ayarlamasıydı. Robb’a bunun için minnettar olsa da bunu asla dile getirmemişti. Jeff’in onunla tek problemi Robb’un her şeye burnunu sokmasıydı. Neden onun kendi pisliğinde boğulmasına izin vermiyordu ki? Bu onun hayatıydı.
     Çalıştığı barın arka sokağında büyük paraların döndüğü bir kumarhane vardı ve çoğu zaman oraya takılıyordu. Joe ile de ilk orada tanışmışlardı.
     Uyuşturucu satıcılarının çoğu da orada iş yapıyordu. Robb’un bunu bilip bilmediğinden emin değildi. Gerçi bilse de bu bir şeyi değiştirmezdi. 21 yaşındaydı ve kendi kararlarını vermekte özgürdü. Üstelik Robb’a bir söz vermişti ve Robb'un Jeff’e güvenmek haricinde yapabileceği başka bir şey yoktu.
     Cebinden telefonunu çıkartıp saate baktı, 1.30 olmuştu. Sigaranın izmaritini yere attı ve ellerini deri ceketinin cebine sokup kaldırım taşlarını izleyerek barın olduğu sokağa girdi. Aşırı yüksek olmayan müzik ve kulağa oldukça mahrem gelen kahkahaları duymaya başladığında geldiği ara sokaktaki sessizliğe geri dönmek istedi. Ayaklarını sürüyerek ilerlemeye devam ederken bir yandan da yerde gördüğü taşlara tekme atıyordu. Belli etmese de Robb canını sıkmıştı. Tabi ki Joe ve onun o eli her yere uzanan (!)  babasından korkmuyordu. Sorun Robb’un böyle basit bir konu için onu ayağına çağırmasına ve azar çekmesine ses çıkartmıyor olmasıydı. Üstelik bir daha ki karşılaşmalarına Robb’un tavır takınacağını biliyordu. Jeff bu gece onu açıkça terslemişti ve Robb daha önceki tartışmalarından sonra olduğu gibi soğuk ve uzak davranacaktı. Düşünceler gereksizce zihninde dolanıp bir yığın halini alırken, ‘Ona içki ısmarlarım ve kız gibi olan gereksiz tripleri son bulur.’ diyerek hepsini olduğu gibi bir dolaba kilitledi.
     Barın kapısına yaklaştığında yanından ona laf atarak geçen kırklı yaşlarında sarhoş fahişeleri görünce içinden bir küfür mırıldandı. Kol kola girmiş iki kadına aldırmadan yanlarından geçtikten sonra, saçlarını pembe ve yeşil karışımı komik bir renkle boyamış ve kenarları yırtılmış kırmızı dar elbisesiyle sokaktan geçen her erkeğin yol kenarında becerip bir kenara attığı sürtüklerden olduğunu bas bas bağıran kızı gördü. Kız arsızca yanına gelip koluna girmeye kalktığında Jeff önce sessiz kaldı ve yürümeyi kesti. Sinirleri hızla gerilip kafasında kurduğu kazana öfkeyi körüklerken, fırtına öncesindeki hafif esintiyi anımsatan derin bir nefes verdi. Bakışlarına ulaşan alevler kızı korkutmuş olacak ki, hızla pembe ojeli elini  Jeff’in kolundan çekti ve ona çok küçük olduğu kenarlarından fışkırmış etlerden belli olan topuklu çizmelerle tökezleyerek yanından uzaklaştı. Jeff bir süre daha olduğu yerde dikildikten sonra kendini sakinleştirmeyi başarıp bara doğru yöneldi.
     Evet; belki alkol, sigara ve kumar bağımlısı pisliğin teki olabilirdi ama bu tür fahişelerle işi olmazdı. Midesini kaldırdıkları yetmiyormuş gibi zihni, daha önce hiç hissetmediği ve bundan sonra da hissedemeyeceği bir öfkeyle kuşanıyordu. Ayrıca aşk, şehvet ,tutku gibi vıcık vıcık duygulara da inanmıyordu. Aptal çocuk masallarına konu olmuş, sözde gerçek olan bu duygulardan bahsedildiğin de içten bir küfredip gülmekle yetiniyordu.
     Sonunda bardan içeri girdiğinde ağır sigara kokusu hızla ciğerlerine doğru yol aldı. Başta yakıcı olan bu koku daha sonra üzerine sinmesinden keyif aldığı hoş bir tat vermeye başladı. Daha önce yere sabitlediği bakışları şimdi dikkatle barın içerisinde dolanıyordu.
     “Yaramaz çocuğumuz gelmiş” Bu Dean’di. Kısa boylu, sarışın ve eğlenceden anlayan bir çocuktu. Köşesi kırılmış ama iyi cilalanmış bir masanın üzerinde oturuyor, masanın üzerindeki kül tablasını almış üzerindeki baskılı yazıları inceliyordu. Yanında suratsız Hugh, sırıtık Michael ve yapışkan Mia vardı.
     Jeff’in küçük arkadaş grubu. Onları gerçek arkadaşları gibi görmüyordu. Onlarla eğlendiği için birlikteydi ve her birini kendi şahsi oyuncağı olarak görüyordu. Gerçek arkadaşı, hatta tek arkadaşı Leo idi. Leo, ondan bir iki yaş küçük, kıvırcık saçlı uzun boylu bir çocuktu. Leeds’te babası Gabe Chesterfield büyük bir şirket sahibiydi. Annesi 4 yıl önce babasının onu aldatmasını dayanamayarak intihar etmişti. Leo sırf annesinin ölümüne neden olan babasından uzak durmak için daha önce hiç adımını atmamış olduğu barlardan çıkmıyordu. Eve, ara sıra Gabe’ten para koparmak için uğruyordu. Jeff’in anlam veremediği bir hızla bu tür ortamlara ayak uydurmuş, uyuşturucu ve sigaraya başlamıştı. Başarılarla dolu okul hayatını tamamen bitirmiş ve geleceğini kendi elleriyle hiçliğe sürüklemişti.
     Uzun bir süredir görüşememişlerdi ama bu aralarındaki dostluğu etkilemiyordu. Jeff onun tam bir zengin piçi olduğunu biliyordu. Seattle’da işlerini yoluna koyduğunda, Leeds’e Leo’yu görmeye, gitmek gibi bir hayali vardı. Tabi Leeds’teki hareketli gece hayatı da ilgisini çekmiyor değildi. Ağır adımlarla çakma arkadaş grubuna yaklaşırken Mia, yanına gelip Jeff’in dudağı ile çenesi arasına sulu bir öpücük bıraktı ve vücudunu ona sürtmeye başladı. İşte bir sürtük daha. Çevresinde bu tür kızlardan bolca vardı ama kendini zamanla buralarda takılan herkese tanıtmış ve mesafesini koymuştu. Mia, arkadaş grubunda olduğu için ona pek çok kez uygun bir dille istemediğini izah etmişti. Tabi ki sürtük ne olursa olsun yine sürtüktür ve Mia her türlü ikaza karşın Jeff’e sırnaşmaktan vaz geçmemişti. Jeff’te buna karşılık Mia’yı diğerlerine oranla daha nazik olsa da itip kakıyor, tersliyor ve bir şekilde uzaklaştırıyordu. Taşmaya başlayan sabrı her geçen gün onun Mia’ya karşı olan tiksintisini kat ve kat arttırıyordu.
     Mia’yı sertçe ittirdikten sonra yüzünü buruşturmuştu ve Mia’da her zamanki yüzsüzlüğüyle bozuntuya vermemişti. Küt sarı boyadan ve fön çekmekten yıpranmış saçlarını arkaya atıp elindeki bira şişesini havaya kaldırdı.
    “Ben Joe’nin dağılmış şapşal suratına içiyorum.” Hugh hiç sesini çıkartmasa da bu diğerlerini çok eğlendirmişti. Mia biradan içtikten sonra Jeff elinden şişeyi aldı ve birayı başına dikti. Hugh onaylamıyormuş gibi başını sallayınca Jeff delici bakışlarını ona yönlendirdi. Bu çocuğu bir türlü anlayamıyordu. Joe ile bu kavgadan öncede tanışıyorlardı ve her atışmalarında Hugh üstü kapalı bir şekilde Joe’yu koruyordu. Hatta Joe’nun ortaya attığı aşağılık dedikodular kulağına ilk geldiğinde Hugh, Jeff’i bunun Joe’nun yapmayacağına ve göründüğü kadar pislik biri olmadığına dair epey bir dil dökmüştü. Hugh’un asık suratına dalan gözlerini birkaç kez kırpıştırdıktan sonra birkaç adım ona doğru yürüdü.
      “Eğlenmiyor gibisin Hugh.” Diye soran bakışlarını üzerindeki dar, baskısı solmuş tişörtünde gezdirdi. Tişörtündeki ‘Be always strong’ yazısını ve ardındaki yarı çıplak kadın boksörü incelediği birkaç saniyenin araya girmesine izin verdi. Sözleri dalgayla karışık bir uyarı havasındaydı. Olanlardan sonra Joe’yu savunması kesinlikle Hugh’u da pataklamak zorunda kalacağı anlamına geliyordu. Hugh açık mavi gözlerini kısarak Jeff’e baktı.
      “Bir bebeği ağlattın diye içecek değilim.” Diye karşılık verdiğinde nidalar yükselmeye başladı. Jeff elindeki bira şişesini Hugh’a verip başını haklısın anlamında salladı ve barın arka tarafına doğru ilerledi. Verdiği cevap fazlasıyla memnun ediciydi. Bu gece yeterince keyfini kaçıran şey olmuştu ve her ne kadar kavga etmekten kaçınmıyor olsa da hiç havasında değildi. Peşi sıra gelen diğerlerini ayak seslerini duyduğunda onlar üzerindeki kendi otoritesini bir kez daha hissederek keyiflenmişti.
     “Pasta birazdan gelir?” dedi Dean, Jeff’in yanındaki sandalyeye geçerken. Pasta mı? Kalın ama bir kadın eli kadar bakımlı tırnaklara sahip olan parmaklarını pandomimciler gibi açıp kapatmaya çalışan Dean’e tek kaşını kaldırarak baktı.
     “Pasta mı? O nerden çıktı?” Jeff tatlıları sevmezdi ve bu barda pasta kesildiğini daha önce görmemişti. Dean’e bir kez daha baktığında garip parmak hareketine devam ettiğini gördü. Sürekli hareket halindeki bu çocuk onu yoruyordu. Bu kadar enerjiyi nerden buluyordu ve neden saçma sapan harcıyordu? Ortalıkta boş boş dolanıp kızlara sırnaşmak yerine fitness’a gitse iri ama çelimsiz olan vücudunu sahip olduğu enerjiyle çok daha iyi bir hale getirebileceğini biliyordu. Tabi ki ona akıl vermeyecekti. Hepsinin kendi beyinleri ve düşünceleri vardı ve bu onu ilgilendirmezdi. Neyi nasıl istiyorsa öyle yapabilirdi.
     “Bu gece burada June’un doğum günü partisi var” dedi Dean. Yüksek sandalyelerden birine otururken. 
     “June da kim?” Dean dışında herkes alayla gülmeye başladı. Oturduğu yerde gerinip olmayan pazularını gösterirken küçük kıkırtılar kahkahalara dönüşmüştü.
     “Dean’in yeni sevgilisi” Jeff’in sorusunu Mia yanıtlamıştı. Dean çapkın bir çocuktu. Çok yakışıklı biri olmasa da kızları çeken parlak bir gülüşe ve hoş espiri anlayışına sahipti. Ne var ki hiçbir ilişkisi bir haftadan fazla sürmemişti. Dean çabuk sıkılan biriydi. Bir kız gider diğeri gelir diye düşünüyordu ve gerçekten de öyle oluyordu.
     “Kızıl saçlı prensesine ne oldu?” diye alayla sordu Jeff. Bahsettiği kız gerçekten bir afetti ve oldukça popülerdi. Jeff, kızıl prensesin Micheal ile bir gece geçirdiğini biliyordu fakat Dean’e söylememişti. Bu onun sorunu değildi. O sadece kendi işine bakardı.
      “Ben lavaboya gidiyorum” Micheal huzursuzlanmış, gerçeği kabullenmek yerine kaçmayı tercih etmişti. Korkak. Jeff, Micheal lavabonun olduğu kısa koridora gidene kadar delici bakışlarıyla onu takip etti. Er ya da geç bu ortaya çıkacaktı ve sonra iki yakın arkadaşın arası aptal bir kız yüzünden bozulmuş olacaktı. İşte bu yüzden kızlardan çoğunlukla uzak duruyordu. Sinsi beyinleri ile bir anda ortalık karıştırabiliyor, asla dediğiniz şeyleri size yaptırta biliyorlardı.
      “Lucy mi? Bana uygun biri değildi. Beni sürekli sıkıyordu, kısıtlamaya çalışıyordu. Üstelik bağırsak problemleri vardı.” dedi Dean. Jeff hariç herkes onun bu havalı tavrına kahkahalarla gülmeye devam ederken Dean bu kez kaşlarını çatıp onları izledi. Çocuk gibi sandalyede bir tur dönüp belli belirsiz homurdanıyordu.
     “Komik olduğunu sanmıyorum. Konumuz benden ve yeni sevgilimden çok uzak. Dün akşam pizzacıda Joe’yi gördüm. Onu çok fena benzetmişsin dostum.” Dean dikkatleri Jeff’in üzerine çekmeyi başarmıştı. Rahatsız edici bakışları yok sayarak omuz silkti. Joe ile arasındaki kavgayı ayrıntıyla anlatacak ve bununla böbürlenecek biri değildi. Yüzündeki morluklar Jeff’in üstüne yıkmaya çalıştığı asılsız iddalara karşılıktı ve hesap kapanmıştı. Tabi Joe’dan gelecek bir daha ki aptallığa kadar.
      “Herkes Joe’nun çok öfkeli olduğunu söylüyor.” Mia yayvan konuşmasıyla yorumunu yaptıktan sonra barmenden bir bira daha istedi. Herkes olanları anlatması için onu bekliyordu. Jeff bir kez daha omuz silkip sessizliğini korudu.
       “Selam çocuklar!” Sarı kıvırcık saçlı bir kız gelip Dean’in kucağına yerleşince Jeff’in üzerindeki meraklı bakışlar dağıldı. Bu June olmalıydı. Yapmacık konuşmasının yanında bir deri bir kemik vücudu en itici özelliğiydi. Jeff yüzünü buruşturup başını başka yöne çevirdi. Dean’nin zevksizliğine sesli bir küfür savursa da kimse oralı olmadı.
     “İşte benim meleğim! Çocuklar June’la tanışın” Jeff ‘Hadi ama Dean. Kızıl prensesten sonra bu kemik torbası da nereden çıktı’ diye geçidi içinden. June şımarık, kolay elde edilen o kızlardan biriydi ve Dean’in koleksiyonuna adını yazdırmıştı. Kısa bir tanışma seremonisinden sonra Dean June’u dansa kaldırdı. Bu bar, doğum günü partisi saçmalığı için fazla yetişkince bir yerdi. Bu bebeklerin mumları üflemesi için böyle bir yer seçtiklerine inanmak istemiyordu.
     “Mide bulandırıcı.” Jeff’in yorumu üstüne Mia abartılı bir şekilde güldü. Bordo renkli ruju dudaklarıyla birlikte gerilirken Jeff daha da büyük bir mide bulantısıyla kafasını çevirdi. Aradan dakikalar geçerken Jeff haricinde herkes eğleniyor gibiydi. Eğlenmiyor olması tuhaf gelmiyordu aslına. Çocukça bir partide çocukça dans eden insanların içinde bira içiyor ve çilekli olduğunu duyduğu komik pastanın gelmesini bekliyordu.
      “Dans etmeye ne dersin?” Mia çapkın bir gülümsemeyle Jeff’i ayartmaya çalışsa da bu Jeff’in gözünde daha da iğrenç bir hal alması haricinde bir işe yaramamıştı. Jeff, suratına bile bakmadan ‘git başımdan’ dedi ve kendine yine bir sigara yaktı. Mia’nın bozulduğunu yalancı gülümsemesi hemen ele veriyordu. Belli etmemeye çalışıyordu ama bütün çabaları başarısızlıkla sonuçlanıyordu. Jeff’onun yanından kalkıp gitmesini bekledi ama Mia oturduğu yerde kollarını kavuşturup dans edenleri seyredip onlara laf atmaya başladı. Nasıl bu kadar rahat ve yüzsüz olabilirdi? Onu istemediğini defalarca kez söylemesine rağmen inatla yanında duruyordu. Daha kaç kez onu aşağılaması gerekiyordu ki?  Mia’nın kıkırtısıyla ona doğru döndü.
     Ah, Micheal sonunda kafasını soktuğu tuvalet deliğinden çıkarıp onlara katılabilmişti. Şimdi iki yüzsüz birbirlerini tamamlamıştı.
     Mia’nın Micheal ile dansa kalkmasının ardından Jeff yarım kalan sigarayı söndürdü ve barın çıkışına doğru yöneldi.
     “Hangi cehenneme gidiyorsun ha? Daha pasta kesilmedi.” Gürültünün içinde bağırarak sordu Hugh. Ne yani, sikik pastanın umurunda olduğunu mu sanıyordu?  Orta parmağını Hugh’a doğru kaldırıp “Senin cehennem dediğin, benim cennetim olan yere. Kafa dinleyeceğim.” diye tersledi ve arkasına bile bakmadan bardan dışarı çıktı.
      Soğuk rüzgar tenine kırbaç gibi inince yarım bir şekilde gülümsedi. Soğuğu teninde hissetmek ona canlı hissettiriyordu. Yağmur şiddetini yitirmiş, rüzgarın açtığı yaraya merhem olurmuşçasına sakin ve sıcak bir çiseleme olarak üzerine yağıyordu.
     Issız sokakta istikrarlı adfımlarla yol alırken telefonunu çıkartıp Leo’yu aradı. Bir iki çalıştan sonra Leo’nun o tanıdık, hafif çatallı sesi duyuldu.
     “Alloooo hangi pislikle görüşüyorum acaba?” Çakırkeyif bir edayla yaya yaya söylediği kelimeler Jeff’in yüzünde bir sırıtışa sebep olmuştu. Arka fonda çalan hareketli müzik sesinden disko gibi bir yerde olduğunu düşündü. Etrafındaki kızların kahkahasını ve barmenin “İki tekila daha?” diye soruşunu duyabiliyordu.
     “Bir numaralı pislikle görüşüyorsunuz, bayım” Jeff, Leo’ya aynı muziplikle karşılık verirken Leo’nun kıkırdadığını duydu. Tıpkı küçük bir kız çocuğu gibi kıkırdamıştı. Jeff bir anlığına yüzünü buruştursa da bir yorumda bulunmadı.
     “Jeff! Yine ne halt yedin söyle bakalım.” Hıçkırığının böldüğü sarhoş konuşmasının sonunda histerik bir kahkaha attı. Jeff kısa konuşmaları sırasında işlek caddeye ulaşmış ve tabiki yayalara kırmızı yanan ışığı yoksayıp arabaların arasından koşar adım geçerek birkaç sürücünün kornaya asılmış olmasını umursamadan karşı kaldırıma ulaşmıştı.
     “Her zamanki haltı yiyeceğim işte. Şeytandan şans kısmını kopardım ve oyunculuk bende fazlasıyla var ama kağıt parçalarına da ihtiyacım olacağa benziyor. Bana biraz para yollarsan hiç eksik kalmayacak anlayacağın.” Jeff, Leo’dan bir şey isteyeceği zaman hiç tereddüt etmezdi. Zamanında onun için çok şey yapmıştı ve şimdi de iyiliklerinin karşılığını alıyordu.
     “A-haa. Anlaşıldı, dostum. Gabe serseminden para ayarlarım. Beş dakika sonra hesabında bil. İyi eğlenceler.” Jeff içinden ‘Zengin piçi’ diye geçirip hiçbir şey söylemede telefonu kapattı. İstediğini almış memnun bir şekilde cebindeki paketteki son sigarayı çıkarttı. Önce iki sokak ötedeki ATM’ye uğrayacaktı. Saat sabahın üçüydü. Etrafta kamçılı rüzgardan ağaçların serzeniş dışında pek ses yoktu.
      İki parmağı arasına sıkıştırdığı sigarayı yakmaya çalıştı ama alev sigaraya ulaşamadan sönüveriyordu. Bu durumdan nefret ederdi. Neden en ufak bir şeyde bile zorluk çıkmak zorundaydı?
     “Ah lanet olsun!” diye sızlandı. Birkaç denemenin sonunda rüzgara arkasını dönüp elini sigaraya siper ederek yakmayı başardı.
    Seri adımlarla ATM’ye vardı ve Leo’nun hesabına yatırdığı paranın hepsini çekti. Düşündüğü miktarın çok daha fazlası eline geçmişti ve parti saçmalığından sonra bu keyfini yerine getirmişti.
    Crash’a vardığında, tahtalarla çivilenmiş pencerelerin hapsettiği birbirine karışmış nefesler içeriyi havasız bırakmış ve bunaltıcı bir sıcaklığa zemin hazırlamıştı. İçeri adımını atar atmaz anlında beliren ter, içini dışarıdaki temiz havaya çıkmak için büyük bir istekle doldurmuştu. Ne var ki kumar bağımlılığı bu isteğin üstüne toprak döküp ayaklarını büyük paraların döndüğü iç odaya doğru  hareket ettirmesini sağladı.
     Masalara şöyle bir göz süzünce sağ gözünün altındaki morluk ile dikkat çeken Joe’yu fark etti. Yüzü, morluğun altından çenesine kadar kırmızının en koyu tonlarından birine bürünmüştü. Sol tarafında kaşının üstündeki hafif çizikler hariç pek yara yoktu. Masasında onun dışında iki kişi daha oturuyordu ve bir sandalye boştaydı. Jeff hızla o masaya yöneldi ve sandalyeye oturdu.
      Joe şaşkınlık ve öfkenin harmanlandığı yeşil gözleriyle ona baktıktan sonra sesli bir küfür savurdu. Jeff yüzündeki sırıtışı genişletip cebindeki paranın bir kısmını masanın üstüne attı ve pota doğru sürdü. Masanın başında dikilen çocuk, kağıtları seri bir şekilde karıştırıp desteyi kesti ve kağıtları dağıtmaya başladı. Jeff gözlerini Joe’nin dağılmış suratından alamamıştı. Güçlü olduğunu biliyordu ama daha önce kavga ettiği biriyle tekrar karşılaşmamıştı, genelde dayak yedikten sonra karşısına bir daha çıkmaya korkarlardı. Eserini çarpık bir sırıtışla inceledikten sonra sıkıntıyla iç çekti.
     “Sol kolumu biraz daha geliştirmem lazım. Sağ tarafa fazla abanmışım.” Kısa bir duraksamanın ardından yalancı tatlılıkta bir fısıldayışla “Afedersin.” Dedi. Arsızca sözlerine devam ederken Joe’nun uzun suratı, sinirden kızarmaya başlamıştı.
     “Bir dahakine eşit yaralar bırakacağım ki göze bu kadar batmasın” Jeff’in göz kırpmasının ardından Joe’nin seğirmeye başlayan çenesi amacına ulaştığını gösteriyordu. Zaferle gülümsedikten sonra en küçük ve en büyük bahisler ortaya atıldı. İşin bu kısmı tamamen şans işiydi. Kimse önündeki kağıtlar da ne var bilmiyordu ama Jeff şeytanın onun tarafında olduğunu düşünerek en büyük bahsin biraz üstüne çıktı. Genelde şans ondan yana olurdu. Joe, Jeff’ten aşağı kalmamak için aynı miktarla bahse katıldı. Ortada şimdiden yüklü bir para dururken Jeff önündeki kağıtları ellerinin arasına aldı. Çok kötü sayılmazdı. Kupa dokuzu, maça sekizi, karo onu, kupa ikisi ve karo yedisi. Çok daha iyilerini görmüştü ama bu da idare ederdi. Yüzüne donuk bir ifade yerleştirip göz ucuyla diğerlerinin ifadelerini inceledi. Şimdi oyunculuk hünerleri önemliydi. Jeff’in en can alıcı olduğu ve genelde oyunu kazanmasını sağlayan bölümdeydi. Eli kötüydü ama hamleleri kendinden emin ve büyük olacaktı. Kurduğu bu tezatlık önündeki parayı onun ağlarının arasına çekecekti. Keyifle gülümseyip işaret parmağıyla çenesini kaşıdı.
    “Bahis” Masadaki sessizliği bozan Joe olmuştu. Önündeki paranın büyük bir kısmını masanın ortasına sürdü ve tehditkar bakışlarını Jeff’e yöneltti. Jeff biran içi ikilemde kalsa da Joe’nun hamlesini gördü ve pota koyduğu miktarda parayı koyarak oyunu devam ettirdi. Diğer iki adamda hiç bozuntuya vermeden potta ki parayı ikiye katlarken Joe histerik bir kahkaha attı.
    Jeff “Tek” diyerek elini bozan kupa ikiliği kağıtları dağıtan çocukla değiştirdi. Joe dışında herkes kağıt değiştirmişti. Jef yeni kağıdını açmadan önce masadaki üçlüye tek tek baktı. Bu oyunu kesinlikle o kazanacaktı. Kağıdı masa eli parmakları arasına sıkıştırıp ağır ağır kaldırdı ve … Bingo. As. Yeni kartını joker olarak en kenara koydu ve elini tamamlamanın verdiği öz güvenle “rest” dedi. Tüm parasını pota koyarken Joe sinsice ona bakıyordu. Birkaç tur dönüşümün sonunda diğer iki adam blöflerini açık edip daha fazla para kaybetmemek uğruna “Pas” diyerek geri çekildiler. Sıra Joe’daydı ve o beklenilmeyeni yapıp “rest” dedi. Potada yığın haline gelen para Jeff’in hırsını ikiye katlıyordu. O potadaki her bir kuruşu istiyordu. Uyuşturucu, sigara, içki ve daha pek çok pis alışkanlığı arasında kumar gözdesiydi. Paraya doğru attığı her adımdan ve aldığı her türlü riskten derinlerine işleyen bir haz alıyor, bağımlılığı o duyguyu her tadışında daha da güçleniyordu.
     Sıra artık ellerindeki kartların azizliğine gelmişti. En iyi ele sahip olan taraf her şeyi alırdı. Jeff elindeki kağıtları tereddüt etmeden masaya bıraktı. Kendine her zaman güveni tamdı.
     “Straight” Joe’nun irileşmiş gözlerinden zaferin onun olduğunu anlamıştı. Ellerini, yüzünde şeytani bir sırıtışla pota doğru uzattığı sırada Joe kendi kağıtlarını masaya koydu. Jeff umursamadan parayı kendine doğru çekerken ses tellerinden rahatsız olduğu belli olan bir adamın sesiyle duraksadı.
     “Siktir! Herifteki şansa bakın. Straight Flush ha!” masada Jeo’nun yanında oturan adamın sözleri Jeff’in öfkesini tamamen üzerine çeken kahkaha ile kesildi. Jeo, Jeff’in ellerini sertçe itti ve tüm parayı kendi önüne çekti. Jeff nasıl öyle bir el oluşturmuş olacağına anlam veremiyordu. Kızgınlığını belli etmemek için hafifçe gülümsedi. Tüm parayı ona kaptıracak değildi, bu oyun böyle bitemezdi ve bitmeyecekti. Onunla bir oyun daha oynamak istiyordu ve Joe’yi ikna etmek için kışkırtma yöntemini kullanacaktı. Zaten yaptığı en iyi şeylerden biri de buydu.
    “Bir oyuna daha ne dersin Joe? Tabi yedek donun varsa. Çünkü bu kez donuna kadar almayı planlıyorum.” Masadaki iki adam sinsi sinsi sırıtırken Joe rahat bir şekilde kafasını salladı. Ardından sanki sabah sporuna hazırlanıyormuş gibi kollarını başının üstünde birleştirip esnedi. Yapılı bir vücudu olsa da kısa boyu yüzünden pekte dikkat çekmiyordu.
     “Oynamayı bilen kişilerle poker daha zevkli oluyor, Jeff. Oynamayı öğrendiğin zaman ara beni, belki tenezzül ederim” Joe paraları montunun içine tıkıştırırken Jeff delici bakışlarla onu izliyordu. Nasıl olmuştu da Joe kazanmıştı? Bu süt çocuğuna, bir numara olduğu kumarda yenildiği için kendini bir güzel benzetmek istiyordu. Kendine ne kadar kızgın olursa olsun Joe’nin son lafının altında kalamazdı. Joe paraları toplamayı bitirdiğinde tam yanından geçip gidecekken, Jeff’in yana doğru uzattığı ayağına takıldı ve iki seksen yere yapıştı. Etraftan sarhoş kahkahalar yükselirken Jeff’in gözüne bir şey takıldı. Joe’nın montunun kolundan dışarı çıkmış bir kart. Joe telaşla kartı kolunu içine geri sokup ayağa kalkmaya çalıştı ama Jeff bacağına sert bir tekme atarak onu bir kez daha yere serdi. Taşlar şimdi yerine oturuyordu. Verilen kağıtları ceketindeki kağıtlarla değiştirip kendine o mükemmel eli oluşturmuştu.
     Öfke başını döndürürken önce, kahverengi gözleri aç bir aslanın ki kadar yoğun bir renk aldı. Ardından içinde o aslanın kulakları sağır eden kükreyişini duydu. Aslan ile aynı anda avlarına doğru harekete geçtiler. Jeff’i aptal yerine koymaya çalışmıştı ve az kalsın başarıyordu da. Şakaklarının zonklayışı öyle güçlenmişti ki bir an için başının ortadan ikiye ayrılacağını düşündü. Bacaklarını iki yana açıp Joe’yi yakalarından tutarak havaya kaldırdı.
     “Bakın burada ne varmış? Hilekar bir böcek. Yoksa ezilmek üzere olan bir böcek mi demeliyim.”   Sesi içinde kaynayan öfkeye karşın ölümcül bir sessizlikle boyanmış, tüm salonu susturacak kadar güçlü bir otorite sağlamıştı.  Masada oturan diğer adamlarda öfkeyle ayaklandılar. Hızla Joe’nin tüm karşı koymalarına karşı adamlar montunu çıkarırlarken Jeff, içindeki aslanı dizginlemek için büyük çaba sarf ediyordu. Sonunda montu sırtından kopardıklarında Jeff tekrar öne atılıp bu kez hiç beklemeden sol tarafına okkalı bir yumruk yapıştırdı. Joe daha ilk darbede darmaduman olurken Jeff çenesinden sertçe tutup onu yüzüne bakmaya zorladı. Joe acıyla inleyip başını sağ sola çevirerek Jeff’in, yüzüne mıhlanmış elinden kurtulmaya çalışınca çenesinin etrafında beş küçük morluğun daha oluşacağından emin oldu.
    “Ayak altında dolaşmaman gerektiğini, bana sataşmaman gerektiğini sana öğrettiğimi sanıyordum. Sanırım bir ders daha istiyorsun ha?” İkinci ve üçüncü yumruk peş peşe inerken salondan Jeff’i destekleyen nidalar yükseldi. Jeff, Joe’nin yakasını bırakıp iki adamın yanına yürüdü. Montun ceplerinden paraları çıkartmışlardı. Jeff masadaki tüm parayı kendi ceplerine yerleştirirken İki adamın şaşkın yüzlerine sertçe baktı. Oyunu Jeff kazanmıştı ve paralar onundu. Adamlar Joe hile yaptığı için itiraz edip kendi paralarını geri almak isteseler de Jeff’in attığı tehdit yüklü bakışlardan sonra tek kelime etmeye cesaretleri kalmamıştı.
     Jeff son kez, ağzından akan kanı silmeye çalışan Joe’nin yanına eğildi. Saçlarının önünden sertçe kavrayıp oturur pozisyona gelene kadar çekti. Acı içinde kıvrınırken bir kez bile Jeff’e karşılık vermeye ya da en azından engel olmaya çalışmamıştı. Jeff onun acizliğine yüzünü buruştururken hem aptal hem de zayıf olduğu için Joe’ya ilk kez acımıştı. Zavallı.
    “Bir dahaki dersimizde görüşmek üzere böcek.” Diye tıslayıp ayağa kalktı. Saçını bırakır bırakmaz yine yere uzanan Joe’nin karnına, nidaların son kez yükselmesine sebep olan tekmeyi geçirip kumarhaneden çıktı. Ardından gelen Joe’nin böğürme ve yanına yaklaşmaya çalışan geçkin kadınların seslerini yok saymıştı.
     Soğuk hava tüm bedenini sarmalarken pantolonunun cebinden sigara paketini çıkarttı. Terlemiş vücudunun titremesine aldırmadan seri adımlarla ilerlerken, parmağını paketin içine sokup boşlukta dolaştırdı ama parmağına takılan hiçbir sigara olmadı.
     Bitmiş paketi sinirle yere fırlatıp hızlı adımlarla evinin yolunu tuttu. Acilen kum torbasına ve sigaraya ihtiyacı vardı. Başını kaldırım taşlarından ayırmadan ilerliyordu ki o sırada omuzunu sertçe birine çarpıp durdu.
     “Hey dikkat etsene!” Karşısındaki kişi uzun boylu iri yapılı bir adamdı. Onu daha önce buralarda gördüğünü sanmıyordu.
      “Jeremy Fabian Falson öyle değil mi?” Çevresinde Robb hariç gerçek adını bilen kimse yoktu. Bu isimden nefret ettiği için kendine, kullanmadığı adının baş harflerinden yeni bir ad oluşturmuş ve soyad olarak amcasının soyadını almıştı. Jeff Steward. Amcası Walter Steward gangster olmuş ve pek çok şehirde adı anılmaması kişi konumuna gelecek kadar çok pisliğe batmıştı. Onun soyadını duyan herkes tedirgin oluyordu ve bu aptal soyad Jeff’in pek çok kez hayatını kurtarmıştı.
      “O lanet ismi nerden öğrendin bilmiyorum ama bana bir daha öyle hitap edersen seni gebertirim, piç kurusu!” Öfkesi aynı gün içerisinde ikinci kez doruk noktaya yükselirken çevresinden gelen öksürük sesleriyle etrafına toplanmış adamları gördü. Hiçbirinin de karşısında duran adamdan eksiği yoktu. Hatta biran için içkinin kafasına vurmuş olabileceğini ve aynı adamı birden fazla gördüğünü düşündü. Gözlerini kapatıp bir iki saniyeliğini sertçe kafasını iki yana salladı ama adamlar hala oldukları yerde duruyorlardı. Bu basit bahaneyle kendini kandırdığını biliyordu zaten, o birkaç şişe birayla sarhoş olmazdı.
     “Siz kimsiniz? Çete falan mı?” Gözlerini kısarak karanlıkta etrafındaki adamları saymaya hatta tanımaya çalışıyordu. 7 kişiydiler ama hiçbirini tanımıyordu. Hepsinin kafası traşlı ve siyah uzun montları vardı. Uzun boylu ve kas yığınına dönüşmüş vücutlarıyla epey ürkütücü görünüyorlardı. Jeff’in asıl ilgisini çekense bütün adamların işaret parmağında yatay çizgi halindeki dövmelerin varlıydı. Bu alacakaranlıkta bile dikkat çeken dövmelerden gözlerini ayırıp kendi etrafında hafif sendeleyerek bir tur döndü.
     “Joe mi gönderdi sizi? Bu kadar çabuk telefona sarıldığına göre benden gerçekten korkuyor olmalı. Ne yani? Yedi kişi burada ağzıma sıçtıktan sonra onu sağ bırakacağımı sanmıyordur umarım.” yaptığı ikinci tahmin ona daha makul gelmişti. Kafasında dönen onlarca duygu ve düşünce arasından bir volkan baş göstermiş ve küfürden lavları etrafa saçmaya başlamıştı. Dudaklarının ufak hareketinden dışarıya ilişemeden sönen küfürlere tezat zihni bağırıyordu. Bu kez ne acıma ne de başka bir şey Joe’yu ellerinden alamazdı.
     Aniden arkasındaki adam sanki bir haber spikeri gibi konuşmaya başlayınca ona doğru döndü.
     “Annen Grace Falson ve baban Malcolm Falson sebepsizce çıkan bir yangında öldü. Bir yıl kadar yetimhanede kaldıktan sonra kaçtın ve babanın en yakın arkadaşı Robb Bones ile 3 yıl geçirdin. Geçen yıl uyuşturucu kaçakçılığından ve pek çok kez hırsızlık, adam dövme gibi suçlardan ceza aldığın gibi polislere yakalanmadan bulaştığın pek çok pis iş daha var. Dolphin’de hem çalışıyorsun hem de ona bağlı olan kumarhane de büyük paraları cebine indiriyorsun.” Jeff birbirine girip düğüm olmuş düşüncelerini zapt etmeye çalışırken sözü omuzuna çarpan adam devraldı. Kafasından aşağısı kaskatı kesilmiş, teni havadan daha soğuk bir hal almıştı.
     “Beş yakın arkadaşın var. Ama senin için çokta önemli değiller. Yurt dışında yaşayan bir amcan var ve o da senin gibi. Tek farkı eli daha geniş yerlere uzanıyor. Değer verdiğin hiç kimse yok ve bu da seni korkusuz, cüretkar ve aynı zamanda önemsiz biri yapıyor. Yani ortadan kaybolsan fark edilmesi epey zor olur. Asi ve dengesizsin. Kimi zaman aşırı alaycı kimi zamanda aşırı ciddi olabiliyorsun. Verdiğin her sözü tutuyorsun. Aşırı dikkatlisin ve çok iyi bir oyuncusun. Güçlüsün. Teknik olarak iyi kavga ediyorsun.” Jeff ne olduğunu anlayamıyordu. Kimdi bu adamlar? Ne istiyorlardı? Neden Jeff hakkında her şeyi böyle ezberlemek gibi bir delilik içerisindeydiler?
     “Kimsiniz siz?” Öfkeleniyordu. Yeniden. Aslında bu seferki öfkesi içinde yavaş yavaş filizlenen korkuyu bastırmanın bir yöntemiydi. Sokağa hızla siyah iki cip girdi ve tam önlerinde durdu. Adamlardan ikisi omzundan tutup onu arabaya doğru iterken içlerinden biri açıkladı. Başını çevirip konuşan adama baktığında küpelerden gözükmeyen ve ağırlığından bükülmüş kulağı dikkatini çekmişti.
     “Burada konuşamayız. Arabaya bin Jeff.” Onlarla istese de istemese de gitmek zorunda olduğunu biliyordu. Ama bunu içten içe reddediyordu. Zorla arabaya bindirilirken son olarak gördüğü bomboş karanlık sokak oldu.
     Tıpkı kendisi gibi.

PİYONHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin