Bölüm şarkısı: Distance - christina perri
İYİ OKUMALAR :)Son olarak, annemin zorla aldırdığı sandaletler ile çoraplarla doldurduğum siyah torbayı valize yerleştirdim. Fermuarı güç bela kapatırken hala o gemiye gidiyor olduğum için sızlanıyordum. Parmaklarım acıdan kızarıncaya kadar fermuara asıldım ve son birkaç santimlik açık kalan yeri de kapatmayı başardım. Normal haline göre oldukça derli toplu ve temiz olan odama yabancı gözlerle baktım. Annem odamı toparlamam konusunda ısrar edince dediğini yapmıştım. Duş alıp giyinmem ve valizimi hazırlamam da üstüne eklenince sadece üç saat uyuyabilmiştim. Uykuya olan aşırı düşkünlüğüm düşünüldüğünde gözlerimin istemsizce kapanıyor ve ağzımı yırtarcasına gererek esnemelerin peş peşe geliyor olması gerekirdi ama şuan hiç olmadığım kadar dinç hissediyordum. Karnım acı içinde ‘AÇIM!’ diye haykırdığını belli edercesine guruldadı. Beyaz kazağımın üstünden, elimi üzerine bastırıp biraz ovaladım ama o komik ses geçmemiş aksine artmıştı. Mutfağa gitmeden son kez aynanın karşısına geçtim ve kendime baktım.
Beyaz desenli kazağın çekiştirmekten gevşemiş kollarını dirseğime kadar kıvırmıştım. Bu kazak en sevdiğim kazaklarım arasındaydı. Geçen yıl ki doğum günümde Ed almıştı, ayrıca sahip olduğum en yumuşak kıyafetimdi ve ben tenimde bıraktığı o pürüzsüzlük hissine bayılıyordum. Altıma da koyu bej rengi şortumu giymiştim ve içine soktuğum kazağımı çantamla uyumlu kahverengi bir kemerle bağlamıştım. Saçlarıma şekil vermemiştim ve yüzüme rimel harici hiçbir şey sürmemiştim. Takı takmaktan pek haz etmezdim ama sol bileğimdeki bileklik büyük annemin hatırasıydı. Kendisi deli dolu ve en az Diana kadar çılgın bir kadındı. Ona her şeyimi anlatabildiğim gibi onunla her türlü muzurluğu da yapabiliyordum. Ölümünün üstünden üç yıl geçmesine rağmen bana şefkatle gülümseyen yüzünü ve içten sevgisini hala olduğu gibi hatırlayabiliyordum. Başta onun gibi bir kadınla ölümü bağdaştıramamış olsam da her geçen günde bunu kanıksamış ve kabullenmiştim. Bileklik siyah iplerle çevrelenmiş bir kelepçe şeklindeydi ve iki kelepçenin ucunda da ‘freedom’ yazıyordu. Aklıma ilk takılan ve bana göre bu bilekliği asi kızların aptal takıntıları arasına sokan soru şuydu :‘Sizi hapseden bir şey nasıl özgürlük olabilir ki?’. Aynı soruyu büyük anneme de yöneltmiştim ama o cevap vermek yerine alayla gülmüştü. Bunu bana alırken ne düşünmüştü bilmiyorum ama çılgınlık konusunda sınır tanımazlığı düşünülünce pekte kafa yormamam gerekiyordu. Normalde genç kızların gözdesi olabilecek bu bileklik, benim bileğimde ancak özel zamanlarda yer edinebiliyordu. Özel ve kendimi büyük anneme muhtaç hissettiğim zamanlarda…
Ve evet, şuan kesinlikle ona ihtiyacım vardı. Şefkatine, rahatlatıcı ve her şeyin yoluna gireceğine dair yaptığı konuşmalarına... Aniden nükseden özlem duygusu, göğsümden büyük bir ağırlığın boğazıma taşındığını hissettirince bakışlarımı bilekliğimden çevirdim. Göz pınarımdan sıyrılan iki üç damla göz yaşını elimin tersiyle bir çırpıda siliverdim. Sulu göz aptal kızlardan değildim. Şuan ki huzursuz ruh halim , uykusuz ve aç olan bedenim birlik olmuş büyükannemin yokluğunun hayatımdan çaldığı pek çok şeyi yüzüme vurarak sabrımı sınıyordu. Sinirlerim ‘Parmaklıklar Gemisi’ saçmalığına gideceğim için ister istemez gergindi ve bugünlük akıttığım birkaç damla göz yaşı beni kesinlikle o zayıf kızlardan biri yapmazdı.
“ Hadi bebeğim, geç kalacağız ! Valizlerini merdiven başına bırak ve kahvaltıya gel. Ben onları arabaya taşırım. “ Babamın yumuşak sesini işitir işitmez kendime geldim ve içinde boğulmak üzere olduğum duygu selinden kurtulmayı başardım. Yanımda kimse olmayacak olsa da ben kendinden sorumlu, aklı başında ve kendi kararlarını en doğru şekilde verebilecek bir kızdım. Yani çevremdeki pek çok kişi öyle olduğumu söylüyordu. İster doğru olsun ister yanlış kendime bunu inandırmamın tam zamanıydı.
“Pekala, ge- geliyorum ! “ İsteksizce çıkan sessimin aksine seri bir şekilde, eksik herhangi bir şeyin olup olmadığını kontrol ederken sadece bir hafta içinde ne kadar çok şeyin değişmiş olduğunu fark ettim. Şuan baş belası bir gemide kalmak için valiz hazırlamak yerine Diana ile geçireceğim yaz tatilinin planlarını yapıyor olabilirdim. Sıradan olduğu için burun kıvırdığım hayatımdaki her şeyi öylesine çok özleyecektim ki… Evet, iki ay o kadar da uzun bir zaman dilimi değildi ama eminim bana koskoca bir yıl gibi gelecekti. Bu, Tanrı’nın sahip olduklarımın kıymetini öğrenebilmem ve çocukça şikayet etmeyi kesmem için verdiği bir ceza yahut dersti belki de. Ya da hayatımdaki tekdüzeliği bozacak ve beni her geçen gün boğulma noktasına taşıyan bıkkınlık duygusunun hafiflemesini sağlayacak o minik ama benim için çok değerli olan özgür ve özgün zamanlardan biride olabilirdi. Gerçekten bakış açımı değiştirecek bir etkinlik? Dost edineceğim, deli gibi eğleneceğim ve her yıl çıkmak isteyeceğim bir yolculuk?
Boş versenize. Sadece saçmalıyordum ve aklımca o gemide koskoca yaz tatilimi heba etmenin, aslında hiç olmayan iyi yanını görmeye çalışıyordum. Daha fazla oyalanmadan güç bela hazırladığım iki valizimi, sırt ve el çantalarımı alıp teker teker merdivenlerin başına taşıdım. Sonunda yukarıdaki işimin tamamen bittiğine emin olduğumda aşağı inip direkt mutfağa yöneldim. Midemden yükselen gurultular olmasa aç olduğumun farkına varmazdım doğrusu. Hiç iştahım yoktu ama Aby’nin ne olursa olsun bana, o kahvaltıyı yaptıracağını bildiğim için zorluk çıkartmamaya karar vermiştim.
Ed ve babam kahvaltı masasında oturmuş beni bekliyorlardı, Aby ise tezgahın başında poşet çayını demliyordu ve merdivenlerden gelen ayak sesleri üzerine hepsi birden gözlerini bana çevirdi. Yüzüme zorla yerleştirdiğim yapmacık gülüş, üç delici bakışın arasında kumdan kale gibi dağılıvermişti. Ne yani gerçekten mutlu olmamı mı bekliyorlardı? Ed ve babam sessizce yemeklerine devam ederken Aby dik dik bana bakmayı sürdürüyordu. Ona omuz silkip, bakışlarını yok saymamın ardından kahvaltı masasındaki yerimi aldım.
“Valizlerin hazır değil mi?” Aby elindeki fincanı karıştırarak sofraya oturdu. Ağzıma küçük küpler haline getirdiğim peynirlerden birini atıp başımı salladım.
“Kanada’dan Emily teyzenin gönderdiği hırkayı aldın mı?” İşte başlıyoruz! Ona valizimi hazırladığımı söyledim, ne diye tek tek neyi alıp neyi almadığımı soruyor ki. Valizimin hazır olduğunu söylüyorsam, bu kontrolleri de yapmışım demektir. Burnumdan uzunca bir nefes koy verip yeniden başımı salladım. Birkaç saniye kadar kaşığın cam fincana çarparak çıkardığı şıngırtı haricinde hiçbir ses duyulmadı.
“Lazım olabilecek ilaçları poşetleyip banyoya koymuştum. Valize yerşeştirdin mi?” dedi sakin bir ses tonuyla. O ilaçları almamı tam altı kez hatırlatmıştı ve bende daha ilk söyleyişinde valize koyduğumu defalarca kez belirtmiştim. Sadece konuşmuş olmak için mi konuşuyor yoksa sabrımı mı sınıyor emin olamıyordum. Onu yanıtlamaya gerek duymadan uzun zamandır görmediğim bu aile tablosunu seyre daldım.
En son dört sene önce ailecek kahvaltı etmiştik ve bu seferki aile kahvaltısı zorunlu olmuş olsa da bende anıların canlanmasına neden olmuştu. Babamla yaptığımız yumurta tokuşturmaca oyununu ve annemin bana zorla çilek reçeli yedirmesini dün gibi hatırlıyordum fakat tüm bu güzel anlar zihnimin bir köşesinde asla unutmayacağım birkaç anıdan başka bir şey değildi artık. Küçüktüm ve annem ile babam arasındaki hararetli tartışmaları basit küslükler olarak görüyordum.
“Eris! Bir soru sordum. İlaçları aldın mı? Gemide ne olacağını bilemeyiz ve onlara ihtiyaç duyabilirsin!” Annem sorusunu yineleyince ikinci kez burnumdan soludum. Bu kez sesim kendinden daha emin, tok ve sitemkar çıkmıştı.
“Evet, anne. Bunu sana bilmem kaçıncı kez söyleyişim. O aptal ilaçları valizime yerleştirdim. Tıpkı soracağın diğer ıvır zıvırlarım gibi her şeyi hazırladım. Hepsi yukarıda arabaya yüklenmek üzere hazır bekliyorlar. İçini rahatladıysa artık sıkboğaz edilmeden yemeğimi yemek istiyorum.” Annem kaşlarını çatarak uzunca bir süre bana baksa da herhangi bir şey söylemedi. Babam ve Ed bir süre Ed’in önümüzdeki hafta katılacağı basketbol seçmeleri hakkında sohbet ederken ben sıkıntılı ve mutsuz bir şekilde tabağımdaki yeşil zeytinle oynuyordum. Çatal, tam onu tabakla arasına sıkıştırıp pençeleri arasına alacaktı ki zeytin kayarak tabağın diğer ucunu doğru sıçradı. Uzunca bir süre çatal-zeytin kovalamacasının ardından küçük oyunuma, tabağıma nefret ettiğimi bile bile annem tarafından habersizce yerleştirilmiş siyah üzümlerden birinin girmesine izin verdim.
“Eris, neden hiçbir şey yemiyorsun ? Yolda acıkacaksın. “ Aby, çayını yudumlarken meraklı gözlerle bana bakıyordu. Üzümü yakalamak daha kolay olmuştu. Çatalımla ona içkence ederken sabah kahvaltısının eskiden ne kadarda keyifli olduğunu düşündüm. Tam bir aile olarak geçen uzun ve keyifli kahvaltılar. Açıkcası bize Aby ile birlikte kahvaltı yapma olanağını sağlayan babama içimden sonsuz teşekkürlerimi edemeden geçememiştim. Aby, yoğun ve tempolu iş hayatı sebebiyle bizimle hiç ilgilenemiyordu. En son ne zaman birlikte kahvaltı yaptığımızı bile hatırlayamıyordum.
“Canım bir şey yemek istemiyor, henüz acıkmadım. Hem, açlıktan başka düşünecek daha önemli şeylerim var. “ diye yalan söyleyerek, göz ucuyla imalı bir bakış attım. Kızarmış ekmeklerden birini tabağıma atıp üstünü ağır hareketlerle balla kapladım.
Kendimi o gemide hayal bile edemiyordum. En azından benim yerim orası değildi, olmamalıydı. Diana ‘nın bensiz geçireceği yazı düşünmek bile istemiyordum. Kesinlikle başına bin bir türlü dert açacaktı ve bu sefer ona ayaklık eden en yakın arkadaşı Eris yanında olmayacaktı. Son sözlerimin ardından masanın etrafında dönüp dolaşan gerilim babamın bir erkeğe göre oldukça yumuşak çıkan ses tonuyla dağıldı.
“Bak tatlım, oraya gitmek istememeni anlıyorum fakat bu müdürünün ve annenin verdiği ortak bir karar. Ben de bu karara saygı duyuyorum ve eğer sana bir faydası olacaksa tabi ki gitmen taraftarıyım.
Babamın yaptığı bu konuşma beni oldukça şaşırtmıştı çünkü babam çoğu zaman Aby ile aynı fikirde olmazdı. Gözlerimi devirdim ve çatalı kusursuz bir şekilde alt edip hayatta kalmış olan zeytini ağzıma atıp zafer nidalarına son verdim.
“Kesinlikle babana katılıyorum. Şimdi, mızmızlanıp surat asmak yerine tabağındakileri bitirip valizlerini arabaya taşısan iyi olur küçük hanım. Yoksa gemiyi kaçıracaksın ve eğer gemiyi kaçırırsan.. “ Aby çatalını bana doğru uzatarak saçma sapan uyarılarda bulunmaya devam ediyordu. Ben dinlemekten bıkmıştım ama o, söylenip hiddetlenmekten bıkmamıştı. Zeytini yuttuktan sonra ballı kızarmış ekmeğime yöneldim ve kendimce Aby’yi dinlememe kararı aldım.
Aby’nin söylenmeleri sona erdikten sonra basit ve kısa süren birkaç konu harici bir şey konuşulmadı. Diğer günlere kıyasla masadaki pek çok şeyden yemiştim. Bunun sebebinin yola çıkmak istememem mi, çok acıkmış olmam mı yoksa özlemini duyduğum aile kahvaltısı olayımı olduğunu bilmiyordum.
Karnımı yeterince doyurduğumu kanaat getirip peçetelikten bir yaprak alıp ellerimi ve ağzımı temizledim. İşimi bitirip arkamı yaslandığımda babam da son lokmasını yutup saatine baktı.
“Valizleri arabaya yerleştirip yola çıksak iyi olacak.” dedi. Ağır ağır başımı sallayıp masadan kalktım.
Valiz ve çantaları aşağı indirirken yardım etmeme gerek kalmamıştı. Babam ve Ed hepsini halletmiş ve bunu yaparken de epey eğlenmişlerdi. Ed, babamdan daha güçlü ve hızlı olduğunu idda ederek valizlerden birini alıp aşağı koşmaya başlayınca babamda ona karşılık vermiş tatlı bir yarışın oluşmasını sağlamıştı. Kahkahalarla eşyaları arabaya yükleyip birbirlerine zararsız yumruklar atarak şakalaşmalarına bahçede devam etmişlerdi. Bende bu sırada Diana’yı yedi kez aramıştım ama her seferinde telesekreterin donuk sesiyle karşılaşıp mesajlara geçmeden telefonu kapatmıştım. Sonunda ona kısa bir günaydın ve ‘Sayende yılın arsız arkadaşı seçileceğim. Seni, açman umuduyla arka arkaya tam yedi kez aradım. ISRARLA. Ben gidiyorum, kendine iyi bak. Seni seviyorum. Bensiz çok eğlenme sakın.’ mesajı attıktan sonra bende bahçeye çıktım. Telefonumu boynuma astığım kahverengi çantaya zorla tıktıktan sonra vedalaşma merasimine küçük kardeşimden başladım. Saçlarını karıştırıp ona sarıldığımda beni gıdıklayarak karşılık verdi.
“Ben yokken Aby’i sık sık sinir et, kıyafetlerini ve eşyalarını yere atıp kaybet ve odamdan uzak dur. Kedine bir sevgili bul ve dersleri as. Ayrıca ben gelene kadar evde yumurta haşlamak yok.” Diye takıldım ona. Munzurca gülerek karşılık verdi.
Aby’e döndüğümde bana hemen sıkıca sarıldı. Daha sonra kol boyu geri çekilip yüzümü okşadı. Gözlerinin dolduğunu ve dudaklarının ağlayacağını belli edercesine gerildiğini görünce ellerini tutup aramızda birleştirdim. Ağlamasını istemiyordum bu çok saçma ve gereksizdi ne var ki bir anne iç güdüsüyle gösterdiği bir tepki diye düşünüp burukça gülümsedim . Her zaman Ed’e daha düşkün olduğunu düşünüyordum ama sonuçta bende onun kızıydım. Ona uzun zaman sonra ilk kez doya doya ve hatta anlayışlı gözlerle baktım.
Boyalı kızıl saçları hafif karışmış, omuzun biraz aşağısına kadar iniyordu. Burnun üzerindeki hafif çıkıntı haricinde ikimizin siması aynıydı. Üzerinde bordo eski olmasına rağmen sapa sağlam olan yeleği vardı. Kendimi bildim bileli annem bu yeleği severek giyerdi.
Ona en son babamla boşandıkları gün böyle her ayrıntısını inceleyerek bakmıştım. O günden beri tek değişiklik gözlerinin kenarlarında oluşmuş hafif kırışıklıklar olmuştu. Onu kendime çekip yanağından öptüm ve onunda beni öpmesine izin verdim. Bugünkü duygusallık anımı yalnız başıma odam da büyük annemi anımsayarak yaptığım ve şuan ki etrafta dolaşan hüzünlü ruh halinin içine girmeden durabildiğim için kendimle gurur duydum. Yoksa bende kendimi tutamayıp salya sümük ağlayabilir ve beni göndermemesi için yalvarabilirdim. Güçlü ve soğuk kanlı kız profili çizmeyi seviyordum. Dışardan buz gibi görünmek hoşuma gitmiyor değildi. İnsanlar içinde ağlamaktan nefret eder, hatta bundan delicesine korkardım. Başkalarının gözünde zavallı olmak ve acınası bakışlara maruz kalmak utanç vericiydi. En büyük korkularımdan biri de bu ya zaten: utanç duymak.
Düşüncelerimden silkinip annemin ellerini bir kez sıkıp yavaşça bıraktım
“Beni çok özleyin ve bensiz geçireceğiniz bu yazda hep beni anıp hiç eğlenmeyin.” Sözlerim hepimizi güldürüp üstümüzü kaplamış sıkıntından silkelenmemizi sağlamıştı. Gülüşmemiz sona erdiğinde artık gitmem gerektiğini biliyordum.
Sırtını arabaya dayamış bizi izleyen babama doğru yöneldim. Kırlaşmış saçları olmasa daha otuzunun başlarında olduğunu düşünebilirdiniz. Çevik, güçlü ve hayattan zevk almasını bilen bir adamdı.
Babamın benim için ön kapıyı açmasına teşekkür edip arabaya bindim. O da hiç vakit kaybetmeden arabanın etrafından dolanıp yanımdaki yerini aldı.
“Hazır mısın bakalım?” neşeli bir sesle konuştu babam. Araba hız kazanıp evin önünden hareket ederken ağlamaklı olan annem ile evin tek çocuğu olarak hüküm süreceği ve evde ona karışan bir ablası olmadığı için mutlu görünen Ed’e el salladım ve babamın sorusuna yeterince uzaklaştıktan sonra yanıt verdim.
“Evet. Neden bu kadar erken gidiyoruz ki. İşlemleri okul müdürü halledeceğini söylemişti. Geminin kalkmasına da daha çok var.” Diye sızlandım. Babam, kasıtlı olarak çocuksu çıkarttığım sesimi taklit edince ikimizde gülmeye başladık ve bu biraz olsun günümü aydınlatmıştı.
Ön camda süzülen birkaç damlayı görünce yağmurun başladığını anladım. Yağmura bayılırdım. Herkes şuan ki havanın kasvetli ve iç bunaltan olduğunu söylese de bu bana huzur veriyordu. Serin hava ve üzerime düşen minik damlalar canlı hissettiriyordu. Hatta böyle zamanlar da yağmurun benim için yağdığını düşünür, yağmurun sertleştiği günlerde şanslı olacağıma inanırdım. O gün berbat şeyler yaşamış olsam dahi yağmurun varlığı hepsini yok eder beni soğuk havasıyla sarmalardı.
Babamın anlayışla başını salladığı sırada silecekleri çalıştırdı ve aval aval baktığım su damlacıklarını dümdüz etti.
“Okul müdürü işlemleri halletti, evet, ama önceden orada olup bizim halletmemiz ve onaylamamız gereken evraklar varmış.” Bir süre duraksadıktan sonra devam etti.
“Sen gemileri seversin. Küçükken Flynn amcanın teknesinden inmemek için köşe bucak benden kaçardın. Hatta bana gemileri gizemli bulduğundan ve …” cümlesini ben tamamladım.
“Ve gelecekte bir gemide yaşamak istediğimden de bahsetmiştim. Yedi yaşındayken. Tamam, duygu ve düşüncelerim pek değişmedi ama yine de o aptal gemiye gitmek istemiyorum. Yazımı Diana’yla birlikte geçirmek ve sabahları evde aylaklık yapıp akşamları arkadaşlarımla dışarı çıkmak istiyordum. Suç işlemiş insanlarla denizin ortasında iletişim kurmaya çalışmak değil.” Bir yandan konuşup bir yandan da geçmişe yolculuk ediyordum. Flynn amcayı hayal meyal hatırlıyordum. Beyaz yağlı ve uzun tek tük saçları ve çektiğimde beni ayak bileklerimden tutup ters kepçe salladığını anımsadığım uzun sakalları vardı. Babamla iyi arkadaşlardı ama buradan taşınmak zorunda kaldıklarından beri ara sıra rastlaşmamız haricinde doğru düzgün görüşmemiştik. Babam anlayışla başını salladı ve radyoyu çalıştırıp sesini birbirimizi duyabileceğimiz kadar kıstı.
“Senin yaşındayken hep farklı şeyler denemek isterdim. Kendimi, bir kalıbın içine tıkılmış sıradanlaştırılmış hayatın içinde hissettiğimde kimsenin yapmadığı saçma ya da değil önemsemediğim şeyler yapmaya zorlardım. Ve senin yerinde olsaydım şuan heyecan ve mutluluktan deliriyor olurdum.”
“O gemi senin için harika bir deneyim olacak güven bana. Geri döndüğünde kendini herkesten farklı ve özel hissettirecek anılardan birine sahip olacaksın. Çevrende hiç görmediğin farklı kişilik özelliklerine sahip insanlarla tanışacak onları anlamaya çalışacaksın. Kendi hayatından tamamen uzakta sana ve senin kararlarına ait iki ay geçireceksin. Ailenden bağımsız ve daha önce hiç olmadığın bir yerde olacaksın.” Babamın sesinde gitgide büyüyen heyecanın etrafımda dolanıp içime dolduğunu fark ettim. Babamla düşüncelerimiz, hayata bakışımız, ruh hallerimiz çok benzerdi. Bir anda ‘Ben neden işin bu yanını göremedim’ diye sorgularken buldum kendimi. Babamın dediği gibi harika bir deneyim yaşayabilirdim. Eve döndüğümde farklı bir Eris olabilirdim. İçimde anlamlandıramadığım bir umudun yeşerdiğini ve kalbimin heyecanla kasıldığını hissettim. Babam bana saniyelik bir bakışın sonunda “Kesinlikle o gemiyi seveceksin Eris. Öyle ki döndüğünde seni o gemiden zorla indireceğiz.” dediğinde yüzümdeki şapşal gülümseme genişledi. Penceremi iki parmak açıp burnumu sızlatan soğuğun içeri girmesine izin verdim. Yanaklarımın ve burnumun ucunun al al olmasından ne kadar nefret etsem de rüzgarın tenimde çırpınışını seviyordum ve vazgeçemiyordum. Elimi camı biraz daha açmak için düğmeye uzatmıştım ki duraksadım.
“Citroen’ne noldu?” Arabayı değiştirmiş olduğunu yeni fark ediyordum. Babam içten bir kahkaha atarken ben arabanın içini inceliyordum. Arabalar babamın en büyük zaafıydı. Çok sık araba değiştirmese de yeni çıkan her modelden ve geliştirilen her özellikten haberi olurdu. Onun kadar olmasa da bende arabalara ilgiliydim.
“Hiç fark etmeyeceksin diye korkuyordum. Bu yeni bebeğim. ” Neşeyle gülmeye devam etti. Eski arabasıyla aynı renkti: Bej bir Audi a6. Ben arabayı sönük gösterdiğini düşünsem de babamın favori rengi buydu. Ona göre arabayı asil ve havali gösteriyormuş. Koltuklar koyu kahve ve deriydi. Zengin ve hoş bir tasarımı vardı. Özet geçersek yeni arabayı sevmişti.
“Havalı ama keşke farklı renk olsaymış.” Diye takıldım. Beni, sesini kalınlaştırıp yeniden taklit etti ve kaşlarını kaldırıp ‘Bej bu dünyadaki en güzel renk, tamam mı?’ diyen bakışlarından attı. Kıkırdayıp koltuğumda iyice yayıldım ve buz kesen ellerimi kazağın içine sokup ayakkabıları kabaca çıkardıktan sonra bacaklarımı kendime çektim.
Bir süre sessizce cama yapışan yağmur damlalarını seyredip onları kalemle nasıl çizebileceğimi hayal ettim. Arabanın başımı titretmesine aldırmadan görüşümü netleştirmeye çalıştım. Dikkatimi toplamayı başardığımda görüntü boyutlarını yitirdi ve yerini sadece tonlara bıraktı. Küçük su damlacığı artık sadece renkten ibaretti, cisimselliğini kaybetmişti. Bana çok uzun gelen bir süre boyunca damlacığı izledim ve ardından gözlerimi sıkıca kapatıp siyah bir kağıt hayal ettim. Az önce zihnime yerleştirdiğim tonları grileştirdim ve kağıda beyaz kalemin hafif dokunuşlarıyla görüntünün taslağını çizdim. Küçük eklemeleri yaparken zihnim çizdiğim siyah kağıda benim düşüncelerime ait olmayan yeni bir şey ekledi. Böyle bir olayı ilk kez yaşıyordum ve hoşuma gitmişti. Artık zihnimin kontrol etmediğinden emin olduğum kalem camın arkasına bir insan silüeti çizdi. Belli belirsiz ayrıntıları eklediğinde geniş omuzlarından bunun bir erkek olduğunu tahmin ettim. Tam yüzünü çizmeye başlayacağı sırada araba sarsıldı ve ben kalemin ucunun kırıldığına delalet eden çatırtıyı duyarak gözlerimi açtım. Babam irkilerek ona döndüğümü görünce “Üzgünüm uyandırmak istemezdim” dedi ve arabayı biraz yavaşlattı. Yerimde biraz doğrulup bağdaş kurup daha rahat pozisyonda oturdum. Az önce yaşadığım şey büyüleyiciydi. Gözlerimi birkaç kez kapatıp tekrar olmasını sağlamaya çalıştım ama çabalarım sonuçsuz karşılandı. Biran için arabayı düzgün kullanmayıp beni o harika saniyelerden çekip aldığı için babama kızmak istesem de bunu çok çocukla bulacağı ve dalga geçeceğini bildiğim için sessizliğimi korudum.
Yolumuzun çok uzak olmadığını biliyordum ama uykunun göz kapaklarımı işgal ettiğinin ve daha fazla direnmek istemediğimin de farkındaydım. Zihnimde çizdiğim resmi çantama tıktığım telefonu çıkarıp, not ettim.
‘Su damlacığı, cam, yüzünü çizemediğim adam.’ Çizmek istediğim resimleri unutmamak için bana hayalini anımsatacak anahtar kelimeleri not ederdim ve boş zamanlarımda bunları kağıda dökerdim. Resimde baya iyiydim. Bunu çevremdekilerde söylerdi ve ben de farkındaydım. Annem ne kadar ısrar etmiş olsa da hiçbir resim kursuna gitmek istememiştim ya da çizimin nasıl yapıldığını öğreten o gereksiz kitaplardan almamıştım. Resim özgür olduğumu düşündüğüm bir dünyaydı; tıpkı müzik gibi. Kalıplaştırılmadan, benzeri olmayan şeyler çizmek varken neden kendimi zaten çizilmiş olan şeyleri çizmeye zorlayayım ki?
Notuma ekleyebileceğim başka bir şey olmadığına kanaat getirip telefonu çantama geri tıktım. Mahmur bir sesle ve uyuşuklukla babama döndüm.
“Kaç parmak yolumuz kaldı?” Babam bu lafıma istemsizce kahkaha attı. Ben çok küçükken uzun yolculuklara çıktığımızda babama hep bu soruyu sorardım. Babamda beş parmaktan kaç parmak yol kaldıysa bıkmadan usanmadan cevap verirdi. Tatlı bir anın canlandırmak ikimizin de hoşuna gitmişti.
“Daha 3 parmak yolumuz var, fıstık. Biraz kestirmek için yeterli zamanın var.” Başımı belli belirsiz salladım. Uykuya çekilmem öylesine kolay ve hızlı oldu ki. Gerçekten yorgun olduğumu o zaman anladım.
********************************************************************************
Su Damlacığı
Cam
Yüzünü çizemediğim adam...
Kafamın içinde büyük bir gürültü koptuğunda gözlerim hızla açıldı. Kalbimin atışını, boynumdaki atar damarın derimi zorlayışını çok net hissediyordum. Vücudum sese tepki vermişti ve ben pür dikkat etrafı dinlemeye başlamıştım. Nerede olduğumu başta idrak edemedim. Park yeri gibi bir yerde arabanın içerisindeydim. Labirent gibi park edilmiş arabaların arkasında tam karşıda, yüz metre kadar uzağımda bir bina vardı. Çevrede dolanan tek tük insanlar ellerinde dosyalarla arkadaki büyük giriş kapısına doğru ilerliyordu. O gümbürtünün nereden geldiğini bulmaya çalışıyordum ki yandaki arabanın kapısı sertçe kapandı ve gri elbiseli bir kadın yağmurdan elleriyle korunmaya çalışarak arka kapıya doğru koşmaya başladı. Kadının siyah makyajı terden göz altlarına dolmuş yarım yamalak sürdüğü ruju dudağının üstüne taşmıştı. Yüzündeki panikten işine geç kaldığı belliydi.
Tahminimce her hangi bir arabanın kapısı çarpmıştı ve ben bu sese uyanıp, o uyku sersemliğiyle durumu fazla abartmıştım. Uyurken insanlar seslere aşırı tepki verebilir ve kendini koruma iç güdüsüyle sersemleşebilirlerdi. Mantığım tezimi kabullenince babamın yanımda olmadığını idrak ettim. Dışarıda olabileceğini düşünüp hafif buğulanmış ön camdan çevreyi gözlerimle kolaçan ettim ama görünürlerde yoktu.
Dışarı çıkıp aramayı düşündüğüm sırada çantamdaki telefonun varlığını hatırladım. Tanrım! Gerçekten aptalım. Telefonu kullanmak varken neden bu yağmurda dışarı çıkıp büyük ihtimal başarısız sonuçlanacak arama operasyonuna kendimi atayım ki. Arka koltuktaki çantama uzanırken bir yandan da babam beni uyandırmadığı için hayıflanıyordum. Koltuğa yaslamış, çantamda telefonumu aramaya başladım. Ruj, cüzdan, resim defterim, annemin sözde beğeneceğimi düşünerek aldığı turuncu pofuduk kalem kutusu… Zorla tıktığım telefon nasıl olmuştu da böylesi dolu bir çantada derinlere inebilmişti? Üstelik öyle küçük bir şey de değildi. Onu bıraktığım yerde en tepede olması gerekirdi.
“Neredesin seni lanet olası?” huysuz ve çatallı çıkan sesim hoşuma gitmemişti. Hafifçe öksürdüm ve çantayla uğraşmayı bırakıp koltuğun yanındaki su şişesine uzandım. Yarım şişe suyu tek seferde kana kana içtim. Birkaç kez daha öksürdükten sonra daha iyi hissettiğime kanaat getirdim. Boğazımın gıcıklanmasından nefret ederdim. Derste uyukladığımda ve öğretmenler tarafından zorla uyandırıldığımda bir özür konuşması yapmak gibi bir zorunluluk hissederdim. Sesim öylesine çatallı ve boğuk çıkardı ki pek çok kez dalga konusu olmuştum. Neyse ki o aptal okuldan sonsuza dek kurtulmuştum. Sebepsizce keyiflenip yüzümde ufak bir sırıtışın oluşmasına izin verdim.
Çantayı yeniden elime almıştım ki gözüm cama takıldı. Daha doğrusu damlalarca ıslanmış camın ardındaki adama. Ve rüyamda delicesine tekrarladığım şey zihnime yeniden üşüştü.
‘Su damlası, cam, yüzünü çizemediğim adam.’ Ürperdim. Karın boşluğumdaki sıcaklık göğüs kafesime doğru yayılırken sanki ısıyı düşürebilirmiş gibi yutkundum.
Tam karşıda simsiyah uzun montu ve kazıtılmış kafası ile dikkat çeken bir adam vardı. Diğer insanların aksine yağmurdan ıslanıyor olmayı önemsemiyor gibiydi. Ürkütücü derecede güçlü, sert ve acımasız bir duruşu vardı. Kulağının kıvrılmasına sebep olmuş iri altın rengi küpe burandan bile net bir şekilde gözüküyordu. Onda asıl dikkatimi çeken şey parmaklarıydı. Parmaklarında yüzük şeklinde siyah dövmeler vardı. Bu kadar uzaktan seçilebilmesi beni hayrete düşürmüştü. Başının üstünde de dövmeler vardı ama onlar parmaklarındaki gibi göze batan şekilde parlamıyorlardı. Onu dikkatlice incelerken biran için buraya baktığı izlemine kapıldım ve tedirgin oldum. Bulunduğum yerin çevresinden kimse geçmiyordu şuan. Huzursuzca çevremde kim var kim yok bakınmayı bırakıp yeniden adama döndüm. Tam adamın yüzünü incelemeye başlayacağım sırada haylaz bir yağmur damlası görüş açımın üstünden kaydı ve sudan bir damar oluşturup adamın yüzüne denk gelen yeri kamufle etti. Kafamı biraz yana çekip yüzüne bakacaktım ki adam çevik hareketlerle arkasını dönmüş, insanların aksine binanın arka tarafına doğru ilerliyordu.
Aklımdan ne geçiyordu bilmiyordum ama kucağımdaki çantayı koluma taktığım gibi hızla arabanın kapsını açıp adamın peşinden koşmaya başladım. Bu bir refleks gibiydi adeta. Adamın yanına vardığımda ne diyeceğimi ne yapacağımı bilmiyordum. Kapıdan dışarı çıkar çıkmaz rüzgar beni pençeleri arasına alıverdi. Soğuk ilk kez bu kadar rahatsız ediciydi. Tüm vücudumu sarmış çenemin titremesini ve dişlerimin iki kez sertçe birbirine vurmasını sağlayacak kadar güçlüydü. Yağmur damlaları üzerime her düşüşünde sıcak bedenimde delikler açıyor gibi hissediyordum. Havanın beni daha fazla oyalamasına izin vermeden adımlarımı büyüttüm ve git gide hızımı arttırarak koşmaya başladım. Arabaların arasından geçiyor, insanları ittirerek bir yandan da özür diliyordum. Yürüyor olmasına rağmen o kadar seri adımlar atıyordu ki, aramızdaki farkı açmış binanın köşesinden dönüp görüş açımdan çıkmıştı. Kendimi biraz daha zorlayıp hızlandım ve ben de köşeyi döndüm. Tam adama seslenecektim ki ağzını açık bıraktığım çanta omuzumdan savrulup yere düştü. İçindekiler etrafa saçılırken umursamadan son kez adama baktım. Epeyce uzaklaşmıştı, yetişmem imkansızdı. Büyük bir hayal kırıklığıyla iç geçirdim. Bir yanım hemen arabaya dönmem konusunda bana çemkirirken diğer yanım büyük bir üzüntüyle adamın yüzünü göremediğimi haykırıyordu.
İç ses denen zırvalıkları es geçerek hızla yere eğildim ve eşyaları toparlarken telefonumun, camı çatlamış bir şekilde su birikintisi içinde yüzdüğünü gördüm. İşte bu gerçekten harika (!)
“Lanet olsun!” Kendime lanet ederek telefonu su birikintisinden çıkardım ve kazağımın iç kısmıyla duruladım. O sırada sertçe esen rüzgar ince çorabım haricinde çıplak bacaklarımı tırmaladı ve istemsizce duvarın köşesine çekilmemi sağladı. Sırtımı duvarla birleştirip telefonu elimde evirip çevirmeye başladım.
“Lütfen açıl, lütfen. Lütfen!” telefonumun açılması için üstteki düğmeye basılı tutarak beklemeye başladım. Açıldığını belli eden o titreşimi hissetmek için epeyce beklememe rağmen hiçbir şey olmamıştım. Harika! Telefonu öfkeyle çantanın içine tıkıp çantayı omuzuma astım.
Hırsla arabaya doğru yürürken kendi kendime sövüyordum. Ne diye arabadan çıkmıştım ki? Adama yetişemediğim için dua ediyordum. Çok tehlikeli ve korkutucu birine benziyordu. Ya beni binanın arkasında sıkıştırıp öldürmek isteseydi. Bunu kolaylıkla yapardı da. Babam yakınlarda değildi, kimse sesimi duymazdı. ‘Tanrım! Eris tam bir aptalsın, sersem!’ Zihnimde Diana’nın sesi yankılanırken aynı sözleri bende tekrarladım. Gerçekten tam bir aptaldım. Aslında kendime öyle bir adamın peşinden buraya sürüklendiğim için değil o adamın yüzünü göremediğim için kızgındım.
Hayatımda ilk defa böyle bir şey yaşıyordum ve bu yaptıklarımın gerçek olup olmadığını sorguladım. Rüyada mıydım? Yada arabada resim çizerken oluşturduğum görüntülerin içinde kayıp mı olmuştum? Tırnaklarımı avucuma batırıp acıyı hissettiğimde emin oldum : Gerçekteydim, şuandaydım.
Her şey kafamda resmettiğim gibi olmuştu. Camdan dışarı baktım. Su damlacığını fark ettim ve adamın yüzünü göremedim. Benim hayatım sıradanlıktan ibaretti. Böyle tuhaf şeyler olmazdı, olamazdı. İçimde biriken heyecanın korkuyu ört pas ettiğini fark ettim. Bu bir ilkti ve ben bir daha olmasını ister miydim bilmiyorum. Çantama sıkıca sarılarak arabaya doğru yol aldım.
Arabaya ulaştığımda biner binmez ısıtıcıyı açtım. Soğuk beni genelde etkilemezdi. Üşümeyi severdim ve sorun etmezdim. Ne var ki şuan yağmurun getirdiği ıslaklıktan ve çenemin titreyişinden nefret etmiştim. Yarı ıslak saçlarımı elimle toplayıp kendi etrafında döndürdüm ve yeniden sırtıma uzanmasına izin verdim.
Huzursuzlukla tekrardan camdan baktım. Kimsenin olmadığını görünce rahat bir nefes aldığım gibi ‘keşke yine orada olsaydı, bu kez daha hızlı koşardım’ diye de geçirdim içimden. Kendime olan öfkem, soğuktan titremem ve koştuğum için hızla çarpan kalbim dinginleşene kadar sakince arabada bekledim. Telefonum işlemez durumdaydı ve tahminimce babam arkadaki binadaydı. Uzun bir süre arabada kalıp düşünsem de çıkıp aramaktan başka bir yol bulamamıştım. Kendimi biraz daha iyi hissedince arka koltukta duran, babamın kahverengi hırkasını aldım ve arabadan çıktım. Arka taraftaki kapıya doğru seri adımlarla ilerlerken bir yandan da hırkayı üzerime geçirmiştim. Babam büyük ihtimalle içerdeydi ve bahsettiği birkaç evrak işini halletmeye çalışıyordu.
Güvenliğin bulunduğu yerden usulca geçip gözlerimle etrafı taradım. İçerisi çok genişti ve koridorlarca etrafa uzanıyordu. Bu da yetmezmiş gibi öylesine kalabalıktı ki babamı bu şekilde bulmam mümkün değildi. Kapının önünde duran güvenliklerin yanına dönüp onlara Railings Ship’e gönüllü öğrenci olarak geldiğimi söyleyebilir ve nereye doğru gitmem gerektiğini öğrenebilirdim. Alanı daraltarak aramak daha kolay olurdu. Arkamı dönüp giriş kapısına yönelmiştim ki omuzumda hissettiğim elle irkildim. Adrenalin bir kez daha damarlarımda yerini alırken elimde olmadan ağzımdan çıkan ufak çığlığa engel olamamıştım. Omuzumdaki eli öylesine hızlı ittirip arkamı döndüm ki kolumun havada kasıldığını ve zonkladığını hissettim.
“Hey tatlım. Seni korkutmak istememiştim, iyi misin?” Babamın sakin sesiyle kendime geldim. Uyandığımdan beri sersem gibiydim. Her şeyden ürküyordum. Aptalca kararlar verip saçma işlere kalkışıyordum. Babamın varlığı biraz olsun kendime gelmemi ve uykunun getirdiği o buğulu dünyadan sıyrılmamı sağlamıştı. Elimi göğsüme yaslayıp deli gibi atan kalbimi yatıştırmaya ve kocam bir ‘her şey yolunda’ gülümsemesiyle durumu kurtarmaya çalıştım.
“İyiyim, sorun yok. Seni arayacaktım ama arabadan indiğimde telefon elimden kayıp suya düştü. Bende seni bulmak için buraya geldim.” Yarı yalan yarı gerçek sözleri sıralarken hiç zorlanmamıştım. Gerektiğinde gerçekten iyi bir yalancı olabilirdim. Bu pek çok kişiye göre ahlaksızca bir davranış olsa da bana göre bir çeşit yetenekti. Yaşananı yok sayıp vücut diline yepyeni bir doğruyu kabullendiriyor ardından karşındakini ikna edecek kafanda kurduğun senaryoyu oynamaya başlıyordun. Kimseye zararı olmadığı ve benim çıkarlarımı gözettiği sürece yalan söyleyebilirdim.
Babam sözlerime normal olarak inanmıştı ve kolunu omuzuma atıp beni insanların arasında ilerletti. Zaten ona ‘Araba camından gördüğüm dışarıdan hiç tekin gözükmeyen bir herifin yüzünü görebilmek için dışarı çıktım, kimsenin olmadığı bir ara sokağa girdim ve telefonumun su birikintisini boylamasına izin verdim’ desem bana hayatta inanmazdı.
Sağdaki koridordan geçtikten sonra en sondaki, geniş ve yarı açık kapıdan geçerek yeni bir salona ulaştık. Burada güvenliğin yanı sıra askerlerde vardı. Bu beni biraz tedirgin etmişti. Ellerinde silah taşıyan bu üniformalı yetişkinler beni ürkütmüştü. Gerçekten bu kadar büyük güvenlik önlemlerine gerek var mıydı? Üstelik sivillerin arasında böyle silahlı durmaları yasal mıydı? Suçlular bu kadar tehlikeliydi anlaşılan. Onlardan biriyle iki ayımı geçirecektim! Koskoca iki ay! Yanımızdan geçen asker grubuna rahatsızlık verecek şekilde bakmış olacağım ki babam omuzumu dürtükleyip bakışlarımı onlardan uzaklaştırdı.
Askerleri incelemeyi kesip çevreme bakınmaya devam ettim. Sivil insanların çoğu benim yaşlarımdaydı ve ebeveynleriyle gelmişlerdi. Arka köşedeki bir grup dikkatimi çekmişti. Okulumdaki gibi ‘biz havalıyız ve biz izin vermeden yanımızda takılamazsın’ izlenimi veren kızlı erkekli grubu bu kez bakışlarımın esareti altına aldım. Tam ortalarında sarışın ve uyumsuz renklere sahip deri ceketi ve taytıyla dikkat çekiyordu. Saçlarının uçlarını farklı renklere boyamış iki üç kızda onun arkasında ellerinde çantalarla gülümseyerek kızı dinliyorlardı. Aralarında iki erkek vardı ikisi de hoş çocuklardı. Erkeklerden daha açık renk saçlara sahip olanın sırtı bana dönüktü ama diğerini çok net görebilmiştim. Hafif çekik, iri gözleri ve ince olmasına karşın hoş duran dudaklarıyla karizmatik görünen bir çocuktu. Boğazına sardığı açık kahve fularıyla aynı renk gözlerini birkaç saniyeliğine bana çevirse de tekrardan sarışın kıza döndü ve büyük bir ilgiyle onu dinlemeye başladı.
Bir arada olan birkaç arkadaş grubu daha olsa da genelde herkes hep birer ikişerli takılıyordu. Birbirlerine attıkları çekingen ve tereddütlü bakışlardan çoğunun yeni tanıştığını fark edebiliyordum.
Bekleme koltuklarının hemen hemen hepsi doluydu. Babam elinde sıra numarası yazılı olan kağıda ardından karşıdaki üç kapının üzerinde duran kırmızı ışıklı numaraları inceledi.
“Sadece bir kişi kalmış. Ben işimizi hallederken sen neden oturup dinlenmiyorsun. Sonra şu telefonuna bakar bir çaresini bulmaya çalışırız.” Dedi ve beni sırtımdan itekleyerek bekleme koltuklarına götürdü. Önden üçüncü sırada diğer insanlarla arama birkaç koltuk mesafe bırakacak şekilde oturdum. Kimseyle muhatap olmak istemiyordum henüz. Babam tam ortadaki kapının önünde bekliyordu ve ara sıra bana dönüp gülümsüyordu. Ben de ona gülümseyerek karşılık veriyor, insan sesiyle uğuldayan salonda sarışın kızın tarafına kaçamak bakışlar atarak ne söylediğini duymaya çalışıyordum.
Beş on dakika kadar sonra ışıklı tabelalardaki sayılar değişti ve babam odaya girdi. Kendimi oyalayacak bir şeyler bulmaya karar verip etrafı süzdüm. Hemen yanımdaki duvarda birkaç basit tablo asılıydı. İncelemeye değmeyecek kadar sıradan ve can sıkıcıydılar. Bekleme koltuklarının hemen sağındaki duvar ise boydan boya camdı ve sensörlü kapılarla giriş çıkış sağlanıyordu. Kapıları görebildiğim kadarıyla sadece görevliler kullanıyordu. Dışarıda hiçbir sivil yoktu. Camın dış tarafında yeşil bir tabaka var gibi duruyordu. Gerçekten çok fazla asker vardı. Acaba suçlular şuan gemide miydiler? Yoksa daha getirilmemişler miydi? Onları nasıl gemiye sokabilmişlerdi? Aralarından zorluk çıkartan tiplerin olduğuna bahse girerdim. İçimde uyanan merak duygusu aynı zamanda beni keyiflendirmişti de. Bu gemiyle gitme fikri zaman geçtikçe hoşuma gitmeye başlamıştı. Babamın dediği gibi hayatım boyunca yaşamadığım ve yaşayamayacağım bir deneyim olacaktı. Heyecan bir kez daha beni kuşatırken ayaklarımı titretmeye ve dudaklarımı kemirmeye başladım.
Acaba gemi, camın ardından gözüküyor mudur diye merak ediyordum. Başımı hafifçe eğip farklı açılardan bakmayı denedim ama deniz buradan gözükmüyordu bile. Hayal kırıklığıyla iç geçirip önüme dönmüştüm ki yanıma kabarık kıvırcık saçları olan hoş bir çocuk oturdu. İnsanlarla araya mesafe koyma çabalarım buraya kadarmış diye düşündüm.
Ben şaşkınca çocuğu incelerken o içten bir şekilde gülümseyerek elini uzattı.
“Ben Isaac. Gönüllüler sınıfındayım.” Diye kendini tanıttı. Zoraki bir samimiyetle gülümseyerek elini sıktım.
“Ben de Eris. Ve bende gönüllüler sınıfındayım. Memnun oldum.” Dedim. Sevimli bir şekilde burnunu kaşıdı ve gülümsemeye devam etti. Yuvarlak hoş bir burnu ve kocaman kahverengi gözleri vardı. Saçlarının buklesi maşayla özenle yapılmış gibiydi. İçimden her bir bukleye tek tek dokunmak ve çekiştirerek zıplamalarını sağlamak geliyordu. Üzerindeki lacivert Linkin Park ceketinin içinde kaybolmuş gibiydi. Ona oldukça büyük olan tişörtün kollarını ikide bir yukarı doğru sıvıyordu. Uzaktan görsem kesinlikle içine kapanık, utangaç bir tip olduğunu düşünürdüm ama konuşmasındaki öz güven ve sempatiklikle hiçte öyle biri olmadığını kanıtlıyordu.
“Gemiye suçluların bindirilişini gördün mü?” diye sordu. Şuan için ilgimi çekebilecek en gözde konuya nokta atışı yapmıştı. Bu çocuğu işte şimdi sevmeye başlamıştım. Başımı sabırsızlıkla iki yana salladım ve anlatmasını bekledim.
“Onlar salona girmeden önce askerler buradaki herkesin üstünü taradı ve oturdukları yerden kalkmamaları, konuşmamaları hatta nefes bile almamaları konusunda uyarıldılar. En fazla otuz kişi vardı içeride. Girişten, camdan kapıya kadar askerlerden iki duvar oluşturuldu.” Kollarını iki kapı arasında bir bağmış gibi açtı. Hararetli bir şekilde cümleleri ara sıra yuvarlayarak konuşmaya devam etti.
“ Cam kapıdan geçerlerken hepsini pür dikkat inceledim. Siyahlar geçidi gibiydi. Hepsi siyah uzun kollu tişört ve siyah eşofman altları giymişlerdi. Heriflerin en kısası 1.80 boyunda. Onların 18 ile 25 yaş arası olduğunu hiç sanmıyorum. Dev gibiydiler! Geçen yıl aralarında kızlarında olduğunu duymuştum ama bu yıl hiç göremedim. Üstelik geçen yıl bazıları gemiye bindirilirken zorluk çıkarmış ve kaşla göz arasında askerlerden birinin kolunu ısırarak etinden bir parça koparmış” Sözlerini istemsizce kestim. Anlattıklarının büyük bir kısmını abarttığı hissine kapılmıştım ve detaylara takılmadım. Suçluların burada bulunmuş olmaları dikkatimi çeken en büyük ve hatta tek şeydi.
“Gemi burada mı şuan? Yani suçlular içine bindirildi mi? Yoksa burada bir yerde mi bekletiliyorlar?” Konuya olan merakım hoşuna gitmiş gibi aynı ciddiyetle beni yanıtladı. Bir şeyler anlatırken kendi kişisel düşüncelerini çok sık araya katıyordu. Bu her cümlesinde betimleme kullanmış ve sıkıcı bir almış ne var ki harika bir kurguya sahip olan bir kitabı okumak gibiydi. Seni bayıyordu ama merakından daha fazla okumak istiyordun. Söylediklerini başlangıcını dinlememiştim. Buğulu bir dünyaya çekildiğimi hissettim o konuştukça. Yarı uykulu haliminde buna zemin hazırladığına emindim.
“…daha sonra annem evrakları aldı ve bana getirdi. Normalde her kim olursa olsun özel hayatların gizliliği ilkesinin kutsallığına inanırım ve onu savunurum. Ama bu tehlikeli koca adamları da önceden tanımamız oldukça mantıklı geliyor. Sonuçta onlarla iki ay geçireceğiz ve bu oldukça..” sesini çok gizemli bir şey söylüyormuş gibi kıstı ve kulağıma yanaştı “tehlikeli” Elimde olmadan kıkırdadım. Çok tuhaf tavırları vardı ve bu onu ilginç bir şekilde itici değil eğlenceli gösteriyordu. Normalde bu tip insanlardan hoşlanmazdım ve ilk fırsatta onlardan kurtulmaya çalışırdım.
Ondan izin isteyip bahsettiği dosyaları inceleyebilir miyim diye sordum. Başta ‘özel hayatın gizliliği’ ile ilgili yeniden zırvalasa da kabul etti ve siyah ince dosyayı bana uzattı.
İçinde üç belge vardı. En başta ki Isaac’in bilgileriydi. Hakkında en gereksiz bilgiler bile küçük puntolu harflerle detaylı bir şekilde yazılmıştı. Adın ne? Kiminle nerede yaşıyorsun? Arkadaşların kim? Ne yemeği, ne içmeyi seversin? Herhangi bir sağlık sorunun var mı? Ve daha onlarcası. Yarısında sıkılıp sayfayı çevirdim. İkinci kağıtta faaliyet adları ve saatleri yer ediniyordu. Birkaç tanesine göz gezdirdim. Normal bir ders programından farklıydı. Daha çok sosyal şeylere yönelmişlerdi, akademik hiçbir çalışma yoktu. Eğlenceli olabilir diye düşünüp en arkadaki son kağıda geçtim.
Burada bahsi geçen suçlunu dikkat edilmesi gereken özellikleri, işlediği suç veya suçlar vesaire vesaire vardı. Sağ üst köşede bir vesikalık fotoğraf bulunuyordu. Saçları kısacık kesilmiş, kaşında oldukça belirgin bir yara izi olan uzun suratlı genç bir çocuk vardı. Başta yazılmış fiziksel özellikleri es geçip geri kalanı farkında olmadan sesli bir şekilde okumaya başladım.
“Adı Philip Howkens. 18 yaşında. Ufak çaplı hırsızlıktan yakalanmış ve okulda çıkardığı bir kavgada öğrencilerden birini döverek ağır bir şekilde yaralamıştır. Asi ve saldırgan bir tavır sergiler...” Tam devam ediyordum ki Isaac dosyayı sertçe elimden çekip aldı. Kaşlarımı kaldırıp ‘senin derdin ne?’ diyen bakışlarımdan yolladım. Neden böyle bir çıkış yapmıştı ki şimdi? Kaba ve sinir bozucu davranışını sebebini anlamaya çalışırken kaşlarım çatılı bir şekilde ona dik dik baktım.
“Bu hiç doğru değil Eris. Çocuk hakkında pek çok özel bilgi yazılı. Sevdiği renkten aile ilişkilerine kadar. Bunu ben görevli olduğum için okumak durumundayım. Ama sana okutmam doğru değil.” Kızgınlığım ağır ağır üzerimden uzaklaşırken vicdanının bu gereksiz tutumunu saçma bulmuştum. Okusam ne olacaktı ki sanki. Bunu gidip başkalarına anlatacak değilim. Kendimi sakinleştirmek adına derin bir nefes alarak omuz silktim. Anlayışlı bir tavır sergileyip her hangi bir yorumda bulmamaya karar verdim.
Bir süre ikimizde sessizce oturup etrafı seyrettik. Salonun popüler grubunun olduğu tarafa baktığımda saçlarının uçlarını boyayan tipik ergenlerden olan kızların gittiğini ve geriye sarışın kız ile iki oğlanın kaldığını gördüm. Bana dönük oturan çocukla bir kez daha göz göze gelince başımı hızla önüme çevirdim. Bu hareketimi biraz garipsemiştim. Hem durup dururken onları –daha doğrusu parlak kahverengi gözlere sahip olan çocuğu- dikizliyor hem de bakışlarımla dikkat çekmeyi başardığımda başımı çevirerek komik duruma düşüyordum. Gerginlikle dudaklarımı dişleyip son kez onların olduğu tarafa döndüğümde bu kez bakışlarımı karşılayan gözler o karizmatik çocuğa ait değildi. Sarışın kız elleri belinde, yüzünde küçükseyici bir bakışla bana bakıyordu. Bir kez daha sertçe başımı çevirip önüme döndüm. Bir daha onlara bakmayacaktım. Benim derdim neydi ki! Ne diye onlara bakıp duruyor ve onların benle dalga geçmeleri için ortam hazırlıyordum?
Yanımda kollarını kavuşturarak oturmuş Isaac’e döndüğümde asık suratıyla karşılaşmayı beklemiyordum. Kendimi suçlu hissedip onunla konuşmaya karar verdim. Normalde biriyle muhabbet kurmaya yada konuşacak konu türetmeye gerek duymazdım. Birlikte kös kös otursak bile bundan rahatsızlık duymaz sessizliğin uzayıp gitmesine izin verirdim. Ama şuan için vicdanımın sesine kulak verip farkında olmadan üzmüş olabileceğim bu sevimli çocukla konuşmaya çabalayabilirdim. Hem içimden bir ses gerçekten yakın arkadaş olabileceğimizi söylüyordu. Hep Diana haricinde erkek bir dostum, sırdaşım olmasını isterdim ve Isaac bu durumda benim için ideal profili oluşturuyordu.
Tam ağzımı açmış bir şeyler söyleyecektim ki karşıdaki üç kapının üstündeki tabelalardaki sayılar değişti ve eş zamanlı olarak babam ortadaki kapıdan çıktı. Gözleri hemen beni buldu ve yanıma geldi. Çaktırmadan Isaac’e bakıyor kim olduğunu sorguluyordu. Ona herhangi bir açıklama yapmamaya ve tavırlarını izlemeye karar verdim. Merakta kalıp bana Isaac’in kim olduğunu sorana kadar çenemi açmayacaktım. Bunu neden yaptım bilmiyorum. Sadece… canım istedi işte. Bazen insanları sinir etmeyi ya da gereksiz yere merakta bırakmayı seviyordum. Saçmaydı ama hoşuma gidiyordu. Birilerini kandırmak, onları aslında hiçte bir önemi olmayan şeylerin gizemine inandırmak hobilerim arasında sayılırdı.
“Bu belgeler sende kalacakmış. İncelesen iyi olur. Saat başında tüm öğrenciler gemiye alınacaklarmış. Yani yarım saatten fazla vaktin var.” Sözlerinin bitiminde bakışları Isaac’te sabit kaldı. Bense babamın kollarının arasındaki dosyayı büyük bir hevesle çekip elime aldım. Babamın meraklı ve ısrarcı bakışları rahatsız edici bir hal alınca kabalık etmeyi bırakıp uysal ve sevecen olan yanımı devreye soktum.
“Isaac’te gönüllüler sınıfındaymış.” Diye açıklamada bulundum. Ardından ikisi resmi bir şekilde tanışma merasimini gerçekleştirdiler. Bu tarz tanışma şekillerini çok yapmacık buluyordum. Birbirinize isimlerinizi söylüyorsunuz ve kalıplaşmış olan ‘memnun oldum’ safsatasını dile getiriyorsunuz. Bence bu çok rahatsız edici ve gerici bir durumdu. Ayrıca ilk izlenim denen saçmalığa da maruz kalıyordunuz. Karşınızdaki kişi sizi baştan ayağa inceliyor sizi tanımak adına büyük bir açlıkla kafasında kişilik profilleri oluşturuyor ve ona göre yaklaşımını devam ettiriyordu. Babamla Isaac arasında geçen önemsemediğim ve dinlemediğim kısa bir muhabbetin sonunda araya girmeye karar verdim.
“Hazır vaktimiz varken sıcak bir şeyler içsek harika olur.” Isaac beni onaylayarak başını salladı. Hem biraz rahatlamış olurduk hem de ben tuhaf bir şekilde üzerime sinmiş olan üşüme hissinden kurtulmuş olurdum. Üçümüz birlikte salona paralel olan diğer koridorun sonundaki kantine doğru ilerledik. Yolumuz uzun olduğu ve kapıdan çıkar çıkmaz baş gösteren üşengeçliğimle Isaac’i baya bir eğlendirmiş ve babamın taklitlerine maruz kalmıştım.
Sonunda çikolatalı cappucino’ma ulaşmanın verdiği mutlulukla geri döndüm ve bu sırada ikisinin söylediklerini yok sayıp bütünüyle içeceğime yoğunlaştım. Fazla sıcaktı ve dilimi yakarak ortasının uyuşmasına sebep olmuştu. Köpüklerini yanmamı umursamaksızın içip geri kalanını salonda yavaş yavaş keyfini çıkararak içmek üzere bıraktım. Ağzımdaki tatlı ve yoğun kıvamın verdiği mutlulukla salona varıp yerime oturdum. Kolumun altına sıkıştırdığım dosyamı kucağıma koyup ilk sayfayı incelemeye başladım. Isaac ve babam iki yanıma otururken ilk sayfadaki çirkin vesikalık fotoğrafımı inceliyordum. Saçlarımı yandan örmüştüm ve üzerimde boğazlı pembe kazağım vardı. Dudağımın biraz üstünde ve yanağım ile burnum arasında çıkmış iki sivilce haricinde gözüme takılan herhangi bir pürüz olmamıştı. Daha ne kadar iğrenç olabilirdim ki. Bunu çekileli iki yıl olmuştu sanırım ve fiziksel olarak oldukça değiştiğimi fark etmemek mümkün değildi.
“Aynı gruplarda olmamız iyi olmuş. Bende B’deyim. O zaman etkinlikler haricinde gün sonunda da görüşebiliriz.” Dedi ve gülümsedi. Gözlerimi yanağında oluşan küçük ama derin gamzeden ayırıp parmağıyla işaret ettiği satıra çevirdim.
‘B grubu, Gözetmen Amelia S. Dickens ve Komutan Simon Pross denetimi altında yolculuğunu tamamlayacak.’
Kedimle ilgili o kadar gereksiz bilgi yazılıydı ki Isaac’in de benimle birlikte satırları okumasından rahatsız olmuştum. Az önce papağan gibi tekrarladığı ‘özel hayatın gizliliği’ ilkesine ne olmuştu? O okumaya devam ettikçe huzursuzluğum kat ve kat arttı. Sonunda sayfayı çevirmeyi akıl edip en arkadaki sevgili suçlum hakkında yazılanların olduğu sayfaya geldim.
Ağzım açık bir şekilde sayfaya bakakaldım uzun bir süre. Bu da neydi şimdi? Fiziksel özellikleri, işlediği suçu öz bir şekilde açıklayan iki satır ve bulanık, siyah beyaz bir vesikalık fotoğraf. Aynı şaşkın yüz ifadesi Isaac’in de yüzünde yer almış babam ise ikimiz arasında mekik dokuyan bakışlarından en ufak bir şey anlamadığını açıkça belli etmişti.
Az önce Isaac’in dosyasında Philip Howkens hakkında bir dünya şey yazılıyken bu birkaç cümle haricinde boş olan sayfa gerçekten çok şaşırtıcıydı. Üstelik yüz hatları hiç belli olmayan fotoğrafta içimde bir kuşkunun oluşmasına sebep olmuştu. Fotoğrafa gözlerimi kısarak biraz daha yakından baktım ama yüzü buğulu bir camın arkasında gibiydi. Fotoğrafla uğraşmaktan vazgeçip yazan az sayıdaki bilgiyi seslice okumaya başladım.
“Adı, Jeremy Fabian Falson. Yaşı,21. 1,87 Boy ve 71 kilo ebatlarında erkek. İşlediği suç: uyuşturucu satıcılığı.” Okumam bittiğinde kaşlarımı ‘bu kadarcık mı’ der şekilde kaldırdım. Ailesi kimdi, başka işlediği suç var mıydı, genel olarak davranış ve tepkileri nasıldı, onunlayken neye dikkat etmeliydim? Neleri sever nelerden nefret ederdi? Önemli bir hastalığı var mıydı? Uyuşturucuyu kendi de kullanıyor muydu? Daha bir sürü cevabı eksik soruyla beni Jeremy denen çocuğun yanına atıp gemiyle uğurlayacaklardı öyle mi?
“Bence yazının kısa olmasını önemsememelisin. Sonuçta kim olduğunu biliyorsun ve birlikte 2 ay geçireceksiniz. Onu tanımak ve alışmak için uzun bir süre. Üstelik çok büyük güvenlik önlemleri var. Korkulacak bir şey yok yani” Isaac beni rahatlatmak için birkaç şey söylerken bakışlarımı kucağımda açık duran dosyadan ayırmadan cappucinomdan büyük bir yudum aldım. Sıcak sıvı boğazımdan aşağı süzülürken satırları tekrar tekrar okumaya devam ediyordum.
Bir süre sonra Isaac’in anne ve babası yanımıza geldi ve onlarla tanıştık. Annesi çok sevimli bir kadındı ve bana büyük annemi anımsatan bir muzipliği vardı. Babası da en az eşi kadar neşeli bir adamdı. Sevimli aile tablosu bizi o gergin havadan uzaklaştırmış tatlı bir muhabbetin içine çekmişti. Babam ve Isaac’in babası Bay Fisher ortak bir konu bulmuş laflarken Bayan Fisher bana ürkütücü derecede annemi anımsatan şekilde Isaac’i sık boğaz ediyordu. Bir an bütün anneler mi böyle diye düşünsem de bunun doğru olmadığını biliyordum. Çevremdeki konuşmaların aksine ben buğuluydum. Kulağımda sinir bozucu bir çınlama vardı ve bulunduğum ortamdan uzaklaşmış uğultulu seslerle arama bir perde çekmiştim. Sadece görüntülere konsantreydim. Tanrım! Gerçekten biran önce adam akıllı bir uyku çekmem gerekiyordu. Bir kolumu babamın koluna sarıp başımı omuzuna yasladım. Kolunu hafif kırarak ona yaslanmama yardımcı oldu. Bana oldukça uzun gelen ama salonun tam karşısındaki oval saatin gösterdiğine göre 12 dakikalık bir süre o şekilde kafamı toparlamaya çalıştım. Çınlaması hafiflemiş olan kulağımı anons sesi doldurana dek yorgundum. Çağrıyla birlikte heyecanım ve merakım su yüzüne çıkmış, bitkinliğim ve tereddütlerim tarih olmuştu.
“Railings Ship yolcuları. Lütfen ana kapı önünde toplanın.” Ana kapı olarak dediği yer dışarı açılan camlı bölüm olacak ki herkes o yana doğru ilerlemeye başladı. Aynı anons arka arkaya tekrarlanmaya devam ederken dosyayı rulo haline getirmiş, küçük çantamı boynuma takmıştım.
Isaac babasıyla havalı olduklarını düşündükleri bir şekilde yumruklarını tokuşturup annesiyle duygusal bir vedalaşma işine girişmişti. Bende babama sımsıkı sarıldım. Sırtımı sıvazlayışının altındaki şefkat beni gülümsetmişti.
“Valizlerin kalacağın odaya bırakılacakmış.” Cebinden kendi küçük telefonunu çıkartıp bana uzattı. “Bununla idare etmek zorunda kalacaksın, Bayan Sakar. Olurda bu telefonu da kaybedersen ya da bununda başına bir iş gelirse geminde bize ulaşabilmeni sağlayacak telefonlar var. Yani için rahat olsun.” Bana bir kez daha sımsıkı sarıldı. Başıma minik bir öpücük kondururken bir şeyler mırıldandığını duydum ama salondaki uğultuya karışıp yok oldu.
“Her aradığımızda sana ulaşabilelim. Yoksa annen bir anda denizin ortasından çıkıp o gemiyi darmaduman edebilir.” Sözleri ikimizi de gülümsetti. İçimden ‘Ondan önce sen gemiyi darmaduman edersin bir kere’ diye geçirdim.
Daha fazla oyalanmadan Isaac ile ailelerimizi geride bırakarak kalabalığın arasına karıştık. Birbirine veda eden, yeni tanışan ve sohbet eden kalabalığın arasında önde ben arkamda Isaac hızla ilerliyorduk. İçimde anlamlandıramadığım bir heyecan denizi dalga dalga yüreğime vuruyordu. Camdan kapıya iyice yaklaştığımızda önümüzdekiler sebebiyle adım atılmaz olmuştu. Isaac omuzumu dürtüp sağ tarafta camın kenarından burnu gözüken gemiyi gösterdiğinde şaşkınlıkla dudaklarım aralandı. Buda neydi böyle! Devasa bir gemi bize çokta uzak sayılmayan kıyıya yanaşıyordu. Metal rengi yeni cilalanmış parlıyor, tam ortasından atılmış iki beyaz çizginin matlığıyla tezat oluşturuyordu. Salondaki uğultu yerini şaşkınlığın ve büyülenmenin getirdiği nidalara bırakırken cam kapılar açıldı ve bütün öğrenciler karınca sürüsü gibi dışarıya doğru uzun bir yol oluşturduk. İki yanımızı sararak bize yol gösteren askerlerden ve kutsal bir cisimmiş gibi önümüzde yükselen gemiden gözlerimi alamıyordum.
“İçeri giriliyor. Şaşkın şaşkın bakınmayı bırakıp beni takip et.” Yarı alaylı sözleriyle kolumdan beni çekiştirerek gemiye yönelten Isaac’e saniyelik bir bakış atıp gözlerimi yeniden gemiye çevirdim. Güneş burun kısmının ardından süzülüyor ama göze rahatsızlık hissi vermeyecek kadar da az fark ediliyordu. Kalabalığın ve arkamızdaki binanın yansıması az çok geminin yüzeyinden fark ediliyordu. Aklıma ilk gelen şey resmetmek oldu. Böylesi bir renk cümbüşünü resmetmek bana imkansız gibi geliyordu.
Kalabalığı bir kez daha yarıp gemiye ulaştığımızda heyecanım kat ve kat artmış, düşüncelerim beynimde büyük bir bomba patlamışçasına dört bir yana saçılmıştı.
‘Bu, Diana ile partilerle ve tembellikle dolu yazından çok daha ilgi çekiciye benziyor.’ İçsesimin sözlerine katılıp Isaac’in peşi sıra gemi üstündeki ilk adımımı attım. Çevrede öğrenciden çok asker olduğunu fark edince o tedirginlik hissi yine tüylerimi diken diken etti. Aslında bu durum beni rahatlatmalıydı. Bu adamlar bizim güvenliğimizi sağlamak amaçlı buradaydı sonuçta, değil mi? Heyecandan ayaklarım birbirlerine çarpıp tökezlememe neden olmaya başlayınca kolu tutan Isaac’i durdurup koluna girdim. Yüzüne baktığımda onunda büyük bir merakla çevreyi izlediğini fark ettim. O andan sonrasında her şey olabildiğince hızlı gelişti ya da ben heyecandan neler olduğunu tam kavrayamadan her şey olup bitmişti.
Megafondan bir kadın sesinin geldiğini duyduk. Öncelikle buraya gelen sosyal, yetenekli ve benim tabirimce geminin asilleri üç grup halinde dağıtıldılar. Yanımızdaki basamaklardan yukarı çıkışlarını imrenerek istedim. Bir an önce bende gemiyi gezmek istiyordum.
Yarım saatlik bir süreden sonra aşağıda hiçbir asilzade kalmadığından emin oldular ve geriye kalan gönüllüleri ikiye ayırıp gemide kısa bir tur attırdıktan sonra suçlularla tanışmak üzere geminin merkez kısmına göndereceklerini duyurdu kadın.
“Size verilen dosyalarda A grubunda olduğu belirtilenler öne çıksın. Gözetmeniniz Suzan Morning. Geri kalanlar, B grubu, sizlerde merdiven önünde toplanın. Hadi bakalım hızlanın biraz.” Kadının otoriter ama bir o kadar da bana çok samimi gelen sesi kesildikten sonra bir kez daha kargaşaya kapıldık. Neyse ki zaten merdiven tarafındaydık; fazla hırpalanıp yorulmamıştık. Isaac kulağıma eğilip “ Bu kadından çekeceğimiz var. Hiç sevmedim” diye fısıldadı. İçimden ona katılmadığıma dair bin türlü söz geçirsem de soğuktan yapışmış dudaklarımı ayırma zahmetine girmeden göz devirdim.
Hareketlilik son bulduğunda az önce megafonla konuştuğunu zannettiğim kadın ve arkasında omzunda armalar taşıyan yeşil kıyafetinden bir komutan olduğu izlenimini veren siyahi adam tam karşımızda durdu.
Kadın uzun boyu ve bir o kadar zayıf vücuduna rağmen elleri belinde güçlü bir duruş sergiliyordu. Omuzunun aşağısında biten düz sarı saçları ve yuvarlak yüzüyle bana Cameron Diaz’ı anımsattığını fark ettim. Yüzünü örtmüş büyük siyah gözlükler olmasa gerçekten o kadar güzel mi değil mi daha rahat anlayabilirdim. Öğrencilerden çıt çıkmıyor herkes pür dikkat kadını inceliyordu. Siyah kareli pantolonunu sevmesem de beyaz kazağı ince omuzlarına hoş bir görüntü vermişti.
Sonunda gözlüğünü çıkarıp yakasına astı ve tekrar aynı pozisyonuna dönmeden önce konuşmaya başladı.
“Bendeniz Amelia Stesha Dickens ve hemen yanımdaki de Komutan Simon Pross. Sizlerin her hareketinizden sorumlu kişileriz. Bu bizden habersiz nefes bile almayacaksınız demek. Şımarık tavırları ve ergence davranışları bu gemiye attığınız ilk adımda geride bıraktığınız. Burası bir yaz kampı değil. Burada gönüllüler sınıfı olarak bir çeşit hizmet veriyorsunuz. Ve bu hizmet kesinlikle büyük bir disiplin ihtiyacını doğuruyor.” Kadından daha en başından soğumam gerekiyordu ve etrafıma attığım kısa bir bakışta gördüğüm buruşuk yüzler pek çok kişinin Gözetmen Amelia’nın tavır ve konuşmasından hoşnutsuz olduğunu gösteriyordu. Ne var ki bu kadını hala seviyordum. Tamam, biraz fazla kontrol manyağı ve sert gözüküyordu ama iyi birine benziyordu. Ona karşı sebepsiz bir güven duygusu besleyivermişti ve tedirginliğimin büyük bir kısmını yok etmişti. Amelia Komutan’a hitaben konuştu.
“Lütfen bize buradaki amacımızı ve kurallarımızı özetler misiniz Komutan Pross?” Komutan başını salladı ve yapılı vücudu tarafından gerilmiş üstünü düzeltip kollarını önünde bağlayarak bize yönelik konuşmaya başladı. Konuşması sırasında bir tik gibi ikide bir kısılan küçük gözleri ve hızla hareket eden kalın dudakları vardı. Tıpkı savaş filmlerindeki baş rolü oynayan yenilmez zenci askere benziyordu. Normalde bu tarz kişilerin vücudunda bir yerde yara olurdu. Yani filmlerde öyleydi. Ama Komutan’ın yüzü filmlerin aksine pürüzsüzdü. Traşlı yüzü ve kafası onu olduğundan daha olgun ve sert gösteriyordu.
“Gemi; çeşitli suçlardan ötürü hapse düşen genç yaştaki çocukların geri kazandırılabilmesi için yeni bir prosedür geliştirerek böyle bir projeyi hayata geçirdi. Geçen yıl büyük bir başarı ile sonuçlanan bu proje üç sınıf öğrenciyle sağlanıyor: Gönüllüler, suçlular, örnek öğrenciler. Gönüllüler suçlularla direkt iletişimi sağlayan, yönlendiren taraf olmakla büyük sorumluluk alıyorlar. Size verilen dosyalarda göreceğiniz gibi çeşitli aktivitelerde diğer örnek öğrencilerle aradaki bağı sağlamakla birlikte onları asıl destekleyen taraf da gönüllüler, yani sizler oluyorsunuz. Dosyalarınızda ilgilenecek olduğunuz suçlunun ihtiyaç duyacağınız her türlü bilgisi mevcut.”
“Gelelim kurallara. Kurallarımız çok kolay ve olması gerektiğinden azdır ama kesinlikle, uyulmadığı taktirde ağır cezalarla karşılanır.
1-Suçluların katında kendi şahsi odanız haricinde elektronik eşya taşımak yok. Telefon gibi iletişim araçlarınızı koyacağınız bir adet kilitli dolabınız odanızda bulunacak. Onların güvenliğinden siz sorumlusunuz.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PİYON
RandomAynı oyunun içinde dört tane şah Tüm şahları yutabileceğine inanan bağımsız bir vezir Tehlikenin tam ortasında aslan kesilen bir piyon Damalı tahta üstünde ulaşılmak istenen milyon dolarlık bir kasa Aynı oyunun içinde altı şah hüküm süremez Vezir t...