3.Bölüm- Fiyasko

84 4 0
                                    

Merhaba canlarım,
Okuyun. Bunu da mı biz söyleyelim..

*************************************************************************
1 hafta sonra, Washington, Tacoma, Pierce

       Ve son ısırıkta kanatmayı başarmıştım. Alt dudağımı dişlerimin arasına alıp emmeye başladığımda demirimsi tat ve açtığım yaranın aciz sızlayışı baş gösterdi. Dilimi yaraya sürttüğümde ona aciz dediğime alınmış gibi acı alevlendi ve yüzümü buruşturmama sebep oldu. Aldırış etmeden kanın alt dudağımca yayılmasına izin verirken, uzun tırnakların koluma batmasıyla ufak bir çığlık atıp dudağımın dişlerim arasındaki esaretini sonlandırmak zorunda kaldım.
     “Bunu yapmandan nefret ediyorum, sersem. Isırmak istiyorsan sana bir sürü diş kaşıyıcı alabilirim. Hani şu bebeklere takılanlardan. Yeter ki dudaklarını delik deşik etmeyi kes artık.” Her zamanki baygın bakışlarını atarken deri siyah çantasından bir mendil çıkartıp bana uzattı.
     Elimde olmadan dudaklarımın içini yiyordum. Önce dişlerimle ufak bir çentik atıp küçük bir et parçasının koparılabilecek kıvama gelmesini sağlıyor ardından o parçayı dişlerim arasına sıkıştırıp, etin yırtılışını an ve an hissedecek yavaşlıkta çekiyordum. Kopan ete ne olduğunu bilmiyordum çünkü kan hızla ağzıma yayılıp bir sel gibi o parçayı yutuveriyordu.. Tamam, kulağa biraz sadistçe geliyordu ama ne zaman gergin olsam ya da bir şeye odaklanmaya çalışsam bu hareketi yapmadan duramıyordum. Sonuçta yarın o bela deposu olan gemiye binip gidecektim ve ister istemez geriliyordum. Daha önce hiç yalnız başıma yolculuğa çıkmamıştım. Bu beni korkuttuğu kadar heyecanlandırıyordu da. Ailem olmadan özgürce çıkacağım bir yolculuktu, tabii o aptal gemide yüzlerce serseriyle ne kadar özgür olunabilirse.
     Müdür annem ve babamı okula çağırıp olanları anlattığında annem deliye dönmüştü. Kızarmış yüzü ve içinde şimşeklerin çaktığına bizzat şahit olduğum gözleriyle, hafızamda taptaze duruyordu. Müdür beni o gemiye göndermenin davranışlarımı düzelteceği konusunda öylesine inandırıcı konuşmuştu ki annem hemen ertesi gün babamla anlaşıp izin dilekçesini imzalamıştı.
     Davranışlarımı düzeltmek mi? Ne dediğinin farkında mıydı? Koca bir gemi dolusu suçluyla vakit geçirmek davranışlarımı nasıl düzeltebilirdi ki? Dalga geçiyor olmalılardı. Babama, anneme bunu yapmasına izin verdiği için başta kızsam da kendince haklı olduğu sebepleri vardı. Velayetim Aby’deydi ve bu genel olarak bizden onun sorumlu olduğu anlamına geliyordu. Babam, Aby ne karar verirse onu destekleyeceğini söyledikten sonra tüm caydırma maharetlerimi onun üzerine yöneltmiştim.
      Koca bir hafta boyunca annemi ikna etmeye çalıştım ama nafileydi. Ne desem boşunaydı fakat pes etmekte hiç içimden gelmiyordu. Okulların kapanışından üç gün sonra – yani yarın - gemi, Seattle’dan kalkacaktı ve benden, şuan da, dört yıldır ayrılmak için can attığım insanlarla eğlenmemi bekliyorlardı. İki gün önce yapılan mezuniyet töreninde Chris Gerald adında bir çocuk, babasının havuzlu villasında bir parti vereceğini ve herkesin davetli olduğunu duyurmuştu.
      Ah, mezuniyet töreni… O günü defalarca kez hayal etmiştim ama hiçte düşlediğim gibi olmamıştı. Tıpkı benim gibi sıradan olan birkaç saatlik basit bir törendi işte. Giydiğim fuşya rengi, derin yırtmaçlı ve sırt dekolteli elbisemi pudra rengi ayakkabılarım, hafif makyajım ve aşağıdan topladığım zarif topuzumla tamamlamıştım. Aby’nin diplomamı aldıktan sonra yaptığım konuşma sırasında hıçkırıklara boğuluşu bir türlü gözümün önünden gitmiyordu. En azından işine ara vererek kızının mezuniyetine gelmeye tenezzül edebilmişti. Her ne kadar herkesin içinde ağlamasını utanç verici bulsam da lütfedip geldiği için klasik evebeyn duygusallığına kapılarak hıçkırıklara boğulmasına tölerans gösterebilirdim. Ah, herneyse!
      Neyse ki partiye dışarıdan arkadaş getirmek serbesti ve Diana parti lafını duyunca hiç tereddüt etmeden gelmeyi kabul etmişti. Diana’nın dudağımı kemirdiğim için attığı delici bakışlarını fark ettiğimde omuz silkip mendili dudağımın kenarından akmak üzere olan kana bastırdım.
     Buraya geldiğimizden beri onu hiç incelemediğimi fark ettiğim de onu baştan aşağı şöyle bir süzdüm. Dört gün önce, okulun son günü farklı görünmek istediğini söyleyip saçlarının sağ tarafını kulağından üç parmak yukarısına kadar kazıtmış ve güzelim saçlarını omuzunun hizasına kadar kestirmişti. Başta kararını değiştirmek için başının etini yemiş olsam da bu saç sitili onu olduğundan daha oldun ve havalı göstermişti. Üstelik koyu göz makyajı ve deri siyah mini elbisesiyle erkekleri etrafına çekmeye başlamıştı bile.
     Diana’nın tabiriyle yılın en ultra çılgın partisindeydik. Öyleyse ben neden her an kusacak gibi hissediyordum. Bu kadar insan yiyişmek ve içmek için bir araya gelmiş ayıp olmasın diye ‘parti veriyoruz’ demişlerdi. Birbirini hiç tanımayan insanlar nasıl bu kadar samimi olup eğlenebiliyorlardı? Kendimi cilalı ve pürüzsüz duvardaki yağ lekesi gibi hissediyordum. Tamamen dışlanmış ve aykırı. Ben  beş karış suratla biramı yudumlarken, Diana çaprazımızda oturan esmer çocukla kesişiyordu. İkisinin  birbirlerine attığı masum (!) bakışlar yüzümün biraz daha düşmesine sebep oldu. Çocuk oturduğu yerde gerinip dudaklarını yaladı ve kıtlıktan çıkmış bir yamyam gibi Diana’yı baştan aşağı süzdü. O siyah elbiseyle çocuğun gözünde leziz bir yemek gibi göründüğüne garanti verebilirdim. Bense Diana’nın aksine çok daha sade giyinmiştim. Mini siyah şortumun üstüne omuzu düşük, uzun kollu, beyaz, salaş bir bluz giymiştim. Saçlarıma maşayla hafif bir dalga vermeyi başarabilmiştim ve makyajımı da kıyafetime uygun bir sadelikte yapmıştım. Biramdan bir yudum daha alacaktım ki zincirlerle çevrelenmiş siyah şortumun üstünden bir tırnak saldırısına daha uğrayınca yine çığlık attım.
     “Bu, şu köşedeki geldiğinden beri seni izleyen sarışın çocuğa artık gülümsemen gerektiğini hatırlatmak zorunda kaldığım içindi.” Deyip sinsice gülümsedi ve göz kırptı. Başıyla işaret ettiği yere bakınca bel altından düşündüğünü daha ilk bakışta belli eden sarışın çocuğu gördüm. Çocuğun arsızca dudaklarını önce yalayıp sonra ısırmasıyla, hızla kafamı geri çevirince Diana tırnaklarını bir kez daha bana yönlendirdi ama elini havada yakaladım.
    “Ne o sersemle ne de buradaki diğer insanlarla ilgilenmiyorum ve konu açılmamak üzere kapanmıştır.” İtiraz edeceğini bildiğim için son uyarıda bulunmak zorunda kalmıştım. İç geçirip belli belirsiz kafasını salladı.
     “Seni tanımıyor olsam lezbiyen olduğunu düşünürdüm. Eğlenmeyi gerçekten bilmiyorsun.” Dedi ve tekila şatı alıp fondipledi. Bir süre yüksek sandalyelerde oturup bana maymunların çiftleşme dansını anımsatarak dans eden ve su gibi alkol tüketen insanları seyrettik. Daha doğru ben etrafı seyrettim, o ise içki içip bizi çevrelemiş olan kurtlara laf atmak ve göz kırpmakla meşguldü. Diana ile koyduğumuz kural üzerine ben çok az içki içiyordum. ‘Birimiz içip kafayı buluyorsa diğerimiz onun pisliğini temizleyip eve postalama işlemini yapıyordu’ Kuralımıza göre hep ayak işini yapan ben olsam da bu durumdan şikayetçi değildim. Dışarıda onun kadar rahat içki içemiyordum.
     “Hey güzelim dans etmek ister misin? Biraz sıkılmış gibi duruyorsun” Kurtlardan biri gevşekçe gülümseyip beni hiç şaşırtmayarak Diana’nın ilgili bakışları üzerine onu dansa kaldırıyordu. Diana gamzelerini net bir şekilde gözler önüne serecek gülümsemesiyle çocuğu süzdü ve aniden bana döndü. Gözlerimi patlatarak ‘olmaz’ anlamına gelen bakışlar attım çünkü bu iğrenç insan topluluğunun içerisinde beni yalnız bıraksın istemiyordum. Diana bal rengi gözlerini üzerime dikip dudağını büzerek bana yavru köpek bakışlarından attı ve “Lütfeeeeen” diye fısıldadı. Ah, yine başlamıştık. Tamam, o benim en yakın arkadaşımdı ve beni yalnız bırakmaması konusunda ısrarcıydım ama benim yüzümden kendi eğlencesinden olup kös kös yanımda oturmasına da gönlüm razı gelmiyordu. Bu çok bencilce olurdu.
     “Peki tamam. Beni burada bırakıp git bakalım.” Gözlerimi devirip vicdanımın sesini dinledim. Sonda yaptığım acındırmanın onu caydırmasını beklemiyordum. Zaten umrunda da olmamıştı. En azından birimiz eğlenecek diye düşünüp keyiflenmeye çalıştım.
     “Sen harikasın! Çok geç kalmam” dedi ve çocuğun elinden tutup dans eden insanların arasına karıştı. Ha-ri-ka. Çalan aşırı yüksek sesli müzik ve ciğerimi yakan ağır sigara ile alkol kokusu başımın dönmesine neden oluyordu. Bu partiye katılmamı da Aby istemişti. İnsanlarla sosyalleşmem gerektiği ve arkadaşlarımla son kez böyle bir eğlenceye katılmamın çok hoş olacağıyla ilgili zırvalamalarının üstüne kabul etmek zorunda kalmıştım. Tanrım, kadının öyle durmak bilmez bir çenesi vardı ki başa çıkamıyordum. Bu parti saçmalığına daha ne kadar dayanabilirdim hiçbir fikrim yoktu ve tek istediğim biran önce sona ermesiydi. Havuz da, serin havaya rağmen, hem mayoyla hem de normal kıyafetleriyle yüzen birkaç kişi vardı. Arka tarafta hap içildiğini tahmin ediyordum. Bahçe kapısından getirilen içki kasalarını gören herkes çığlık atmaya ve ‘daha fazla’ diye bağırmaya başladı. Bazıları el ele tutuşup üst kata çıkıyordu. Orada ne halt ettiklerini düşünmek bile istemiyordum. Bu iğrenç düşünceyle yüzüm refleks olarak buruşmuştu. Biramın son yudumlarını da kafam dikip meraklı gözlerle Diana’yı aradım. Ve işte oradaydı. Yeni tanıştığı çocukla gayet samimi bir şekilde dans ediyordu ve eğleniyor gibi gözüküyordu. O, bu tür ortamlara çok rahat uyum sağlayabiliyor, çok çabuk birileriyle tanışabiliyordu. Diana ve buradaki diğerleri gibi olmak ister miydim bilmiyorum ama onlar gibi eğlenip deli gibi dans etmek nasıl bir his merak ediyordum. Yapacağımdan değil sadece merak ediyordum ve daha pek çok düşüncemle birlikte zihnimdeki raflardan birine öylece atıveriyordum.
      “Bakın burada kimler varmış. Yalnız bu parti senin gibi biri için fazla büyük kaçmıyor mu?” Fleur, vücudunu göğüsten ibaretmiş gibi gösteren straplez mor elbisesiyle ve yüzündeki koyu mavi abartılı makyajıyla karşımda duruyordu. Her zamanki rüküş taçlarından birini takmış ve kızıla çalan saçlarını kabartmıştı. Tam arkasında kendi grubundan, ondan aşağı kalmayan kıyafetlerle iki sarışın kız ve bir zamanlar benim flörtleştiğim ve Fleur ile aramızdaki tüm bağları koparan o çocuk vardı. Neichel Black. Siyah saçlarını arkaya atıp buz mavisi gözlerini inatla üzerime dikmişti. Fleur ile yaptıkları pislikten sonra hiç karşı karşıya gelmemiştik ve şuan öfkemin ardından beliren gerginliğin üstüme çullandığını hissediyordum. Tanrım! Biri üzerime beton dökebilir mi, lütfen !?!?!?
     “İşine baksana sen. Attığım tokat yetmediyse ikicisini de büyük bir zevkle atabilirim.” Gözlerimi kısıp meydan okurken yaptığımın çokta iyi bir şey olmadığının farkındaydım. Bay Frank burada olsa eminim ki bana çok kızardı ve ‘bir kez daha mı şiddete baş vuracaksın, Eris’ diye beni azarlardı. Ama ne yapabilirdim ki? Bu sürtük bu dilden anlıyordu ancak.
     “Ah, o tokada gelince, ben onun hesabını daha uygun bir zamanda soracağım ve üstelik, ne olduğunu bilmesem de boktan bir ceza aldığını duydum. Şimdilik sen o cezayla idare ederken ben keyfime bakıp kavgamız hiç olmamış gibi davranıyorum, tatlım.” Deyip parlak ve güzel dişlerinin tümünü gösterecek şekilde gülümsedi. O gülümsemenin ardından, kafamın sadist olan bölümünde Fleur’un ağzına yüzlerce yumruk atılmakla ilgili görüntüler yüklenmeye başladı. Onun dayak yemiş halinin zihnimde koca bir albüm dolusu resmi vardı ama canlı halini görmeyi de çok isterdim. Ne var ki şuan kavga etmek için uygun bir yer değildi.
     “Ne kadar üzüldüm (!) bilemezsin. Attığım tokadı kabullenmen için daha sert bir tane mi yapıştırmam gerekiyor? Ah, tabi ya. O kalın kafandan ötürü tokadın şiddetini hissedemeyeceğini unutmuşum.” Dedim ve ona doğru biraz yaklaşıp fısıltıyla ekledim “Affedersin.” Dudaklarımı öfkemin ellerine teslim ettiğimde yaratıcı cevaplar bulabiliyordum. Alaycı tavrım yerini delici bakışlara bırakırken dişlerini sıktı ve ellerini göğsünün önünde bağlayarak öne doğru eğildi.
     “Vaktimi senin gibi zavallı bir sıçanla harcayamam. Niechel ile daha rahat bir yere gideceğiz. Ama hesap günüm geldiğinden kuyruğunu kıstırıp kaçacak delik arayacaksın” ben öfkeyle abartılı bir soluk alıp verirken devam etti. “Sende küçük kız, o zamana kadar umarım Barbie bebekleri ve giydirme oyunlarını bırakıp gerçek yaşına dönebilmiş olursunda seni hırpalarken zevk alabilirim. Bir çocukla kavga etmek emin ol ki…” Yalancı bir esnemenin araya girmesine izin verdi ve “sıkıcıdır” dedi. Ben başımı dikleştirip Fleur’u omuzundan iterek bir adım geri gitmesini sağlarken Niechel’de bize doğru bir adım attı. Ne yani bu bir tehdit miydi şimdi? İçimde bana öfkeyi anımsatan bir duygunun yükseldiğini hissettim. Tamam, itiraf ediyorum onun bana karşı bu sürtüğü savunmasını kıskanmıştım. Kim bir sürtüğü kollar ki. Histerik bir kahkaha atıp elimi gevşekçe geriye salladım.
     “Köpeğini iyi eğitmişsin, Fleur. Şimdi onu da al ve buradan defolup git. Dayak yemek istemiyorsan … tatlım … bir daha yakınımda dolanma. UZAK DUR!” Onu taklit ederek ‘tatlım’ derken sesim tükürür gibi çıkmıştı. Tam ağzını açıp bir şey söyleyecekti ki ondan önce davranan başka bir ses araya girdi.
     “Neler oluyor burada?” Diana terden yüzüne yapışmış saçları arkaya atarken Fleur’u abartılı bir şekilde inceledi. Neichel’e de ters bakışlarını yollayıp beli belirsiz bir küfür mırıldandıktan sonra nihayet bana döndü. Ben dudaklarımı oynatarak ‘Nerede kaldın’ derken omuz silkmekle yetindi.
     “Ah, sende mi buradaydın Diana? Eris bana bundan bahsetmemişti. Biz de sadece aramızda laflıyorduk.” Saçlarını arkaya savurarak tek elini beline koydu ve yapmacık bir şekilde sırıttı.
     “Onu rahat bırak, Fleur. İkimizi de rahatsız ediyorsun.” Eliyle onları kışkışlayarak Fleur ile aramıza girdi. Diana deli doluydu, çılgındı ve kimi zaman düşüncesizce hareket ederdi ama ihtiyacım oluğunda bir abla edasıyla kol kanat gerişini, koruyup kollayışını seviyordum. Sert ve otoriter konuşmasından etkilenen yalnız ben değildim. Fleur’un arkasındaki iki kız ve Neichel bahçede beklediklerini söyleyip ağır ağır uzaklaştılar. Benim Diana haricinde yakın arkadaşım yoktu ama Diana’nın pek çok tehlikeli arkadaşı vardı. Açıkçası kuyruklarını kıstırıp kaçıyorlardı.
     “Pekala. Onu rahat bırakacağım ama bana kalırsa sen onu yalnız bırakmamalısın. Bilirsin küçük çocukları elinden tutmazsan kaybolurlar. Hatta kayboldukları yetmezmiş gibi ellerindekini de kaybederler. Neyse Niechel’ı bekletmesem iyi olur.” Histerik kahkaham bir kez daha baş gösterirken işaret parmağımı bir kılıçmış gibi Fleur’a uzattım. Yapmacık davranışları, iğneleyici lafları, bende sökme isteği uyandıran dişlerini göstererek gülümsemesi ve bana çocukmuşum gibi davranması ikinci bir tokadı suratına mıknatıs gibi çekiyordu sanki.
    “Seni pis sürtük!” Diye bağırarak Fleur’un üzerine atıldım. Henüz daha pençe gibi öne uzattığım tırnaklarım onun geniş alınlı suratına saplanamadan iki kolun belime sarılmasıyla geri çekildim. Diana beni zapt etmeyi başarıp arkasına ittirdi.
    “Alın şu vahşiyi buradan!”Fleur ciyaklayarak birkaç adım geri çekildi. Yakınımızdaki birkaç yüz bize doğru çevrilirken buradaki aptallara eğlence çıkarmamak için sessizliğimi korudum ve Fleur’u yollama işini Diana’ya bıraktım.
     “Eğer hemen uzaklaşmazsan onu tutmak zorunda kalmam ve böylece iki vahşiyle uzaklaşmak zorunda kalırsın.” Diana kısık ama son derece ürkütücü bir sesle konuşmuştu. Fleur benden korkmuyor olabilirdi ama Diana’dan çekindiğini biliyordum. Bir süre başımızda boş boş dikildikten sonra sonunda “Herneyse..” dedi ve kırıtarak uzaklaştı. Tanrım, bu kız insanı katil ederdi. Diana olmasaydı çoktan onu gırtlaklamıştım diye bilirim. Pasif bir görünüm çiziyor olabilirdim ama elimin ağır olduğunu birkaç kez kanıtlamıştım.
     “Beni … Beni deli ediyor … Iııhh! Gitmek istiyorum! Burası beni geriyor!” hala arkasından söyleniyor ve hırlamaya benzer sesler çıkarıyordum. Gemi olayı ve şu aptal partide sevmediğim insanlarla kalmak zorunda olmamın üstüne Fleur, beni gerginlikten kopmak üzere olan bir lastik konumuna getirmişlerdi.
     “Tamam, Eris. Sakin ol bakalım.  Saçmalamayı kes. Hiçbir yere gitmiyoruz. Parti çok güzel ve eğlenceli. Neden biraz olsun keyif almayı denemiyorsun ki. En azından benim için. Yarın gidiyorsun ve koca yaz hiç görüşemeyeceğiz. Yani acısını çıkartmak için tek bir gecemiz var ve şanslıyız ki bu partideyiz!” Sonlara doğru sesi daha tiz ve neşeli çıkmıştı. Burada olmaktan gerçekten mutluydu ve benimde eğlenmemi istiyordu. Bütün yazımı Railings Ship’te geçirecektim ve bu ikimizi de çok üzüyordu. En azından onun için eğlenmeyi deneyebilirim diye düşündüm ama anında boşa kürek çekeceğime kara verip vazgeçtim. Benim eğlence anlayışım terden vıcık vıcık haline gelinceye kadar dans etmek, içki sigara ikilisiyle bütünleşip tanımadığım bir çocukla yiyişmekten çok uzaktı. Ben kalın kitabım, kulaklığım ve bir fincan kahvemle dağınık odamda çok daha mutlu oluyordum.
   “Ama…” İtirazımın son kırıntılarını da elini ağzımın üstüne örterek boğazıma tıktı.
    “Aması falan yok, hiçbir yere gitmiyoruz Eris. Al şunu ve biraz gülümse.” Elindeki birayı sertçe karnıma bastırıp almamı sağladı ve sinsi bakışlarını etrafta gezdirdi. Ne aradığını merak etsem de umursamadan biradan kocaman bir yudum aldım ve ağzımda dolaştırarak yavaş yavaş içtim. Kendimi annesiyle sıkıcı bir toplantı salonunda oturmak zorunda kalan küçük bir çocuk gibi hissediyordum. Kafamın içinde çarkıfelek gibi dönen çocuk sesini dizginlemek ve bebek gibi Diana’ya sızlanmamak için kendimi çok zor tutuyordum.
     ‘Ne zaman gideceğiz?’
     ‘Daha bitmedi mi?’
     ‘Canım çok sıkılıyor!’
     ‘Eve gidelim’
     ‘Uykum geldi!’
      Sesleri susturacakmış gibi hırsla biradan bir yudum daha aldım. O kadar hızlı kafama dikmiştim ki cam ile dişlerimin çarpışma sesi kulaklarımda çınladı. Dişimin zonklayışıyla inlerken ağzımın içinde yer edinememiş biralar çenemden aşağı süzüldü. Ah, utanç verici.
     “Baksan şuradaki çocuk çok tatlı değil mi? Bence şansını denemelisin. Belki tanıyorsundur.” Diana’nın bakışları bu kez bir yerde sabitlemişti ve ağzımdan biralar fışkırırken bana bakmamış olması içimi biraz olsun rahatlatmıştı. Dudağımı silmem için verdiği kanlı mendili ikiye katlayıp temiz kısmıyla, üç şerit halinde çenemden boynuma inmek üzere olan birayı sildim. Diana benden bir tepki beklermiş gibi omuzumu dürtükleyince bakışlarımı köşedeki koltuklarda oturan … Sam Wills mi? Okulun en popüler çocuğuyla git konuş mu dedi bu bana şimdi? Hayretle Diana’ya bakarken bir döngü misali şaşkınca bana eşlik ediyordu. Aslında bizim okulda olmadığı için bunu normal karşılamam gerekirdi.
     Başımı bir kez daha Sam’e doğru çevirdim. Sarı dağınık saçlar, tonundaki koyuluğa rağmen insanın içini ısıtan yeşil gözler ve 7/24 spor salonlarında olduğunu gösteren kusursuz vücut. Kısacası benim için imkansız insanlık için mucize olarak adlandırılan bir yakışıklılıktan bahsediyoruz. Popüler çocuk dendiği zaman ‘her gün başka bir kız, her gün başka bir bar’ tiplemesi Sam’e kesinlikle uymuyordu. Onunla birlikte olmayı isteyen çoğu kızı reddeden, barlarda sürtüp sert çocuk havalarına bürünmeye ve arkadaş konusunda oldukça seçici davranan bir çocuktu. Öyle ki okulumuzun cici kızı Fleur’u bile defalarca kez reddetmişti.
     “Aman Tanrım, Eris ! İkinci kez, üç saniyeliğine seni kesiyor.” Tek kaşımı kaldırarak Diana’ya baktım. Ne yani, çocuk bana öylesine iki bakış attı diye ne yapmam gerekiyordu? Benim yerimde olsa ‘Kesinlikle bana aşık!’ havalarına girip delicesine ümitleneceğine emindim ama söz konusu kişi ben olunca ‘Hadi ama gidip bir başkasıyla dalga geçin’ şeklinde bir cevap  geliyordu. Belki erkekler bunu bilmiyordu ama çoğu kız tek bir bakış üzerine evlilik hayali bile kurabiliyordu. Bunu pek çok kez okulumdaki kızlarda görmüştüm. Aptallar. Gerçekten çok aptallar.
      Her ne kadar hiç ihtimal vermesem de yüzümü köşedeki koltuklara doğru çevirdim. Gerçekten de bana bakıyordu! İç sesimin alaylı gülüşünü duyunca emin olmak için sağıma soluma ve arkama başka biri var mı diye baktım. Hiç kimse yoktu.
      Diana ne yapmaya çalıştığımı anlayınca başını öne eğerek sırıtışını gizlemeye çalıştı.
     “Bilmem, öylesine bakmıştır herhalde.” Geçiştirme bir cevap verip ısınan yanaklarımın içini kemirmeye başladım bu sefer. Tüm dikkatimi elimdeki bira şişesine verdim. Kanlı mendili üç parçaya ayırıp top haline getirdim ve birazı hala dolu olan şişenin içine attım.
     “Bundan emin misin?
     “Tabi ki de eminim.”
     “O zaman şimdi de öylesine yanına geliyor.” Kıkırdadı ve hızla yerinden kalkıp uzaklaşmaya başladı. Bir anlığına dediği şeyi algılayamadım. Sam Wills yanına geliyor mu demişti? Sam Wills benim yanıma mı geliyor? BENİM YANIMA?
     “Diana hemen buraya gel!” Arkasından seslendim ama fakat ellerini kulakların kapatıp “Üzgünüm seni duyamıyorum.” Diye karşılık verdi ve dans eden inşaların arasında kayboldu. Peşinden gitmek istedim  ama Sam gerçekten buraya doğru geliyordu ve şimdi kalkıp gidersem gerçekten çok ayıp olurdu. İç sesim bahaneme orta parmağını gösterirken ben zihnime Diana’da hesap sormam gerektiğini not ettim ve kırmızı kalemimle altını defalarca kez çizdim.
      “Selam. Eris’di değil mi?” Az önce Diana’nın oturduğu yere yerleşirken bende elimdeki bira şişesini masaya bırakıp başımı sallamakla yetindim. Sakin ve doğal bir tavır takınıyordum ama iç sesim sinir bozucu bir farkındalıkla ‘İsmini biliyor!’ diye haykırıp elimi ayağımı dolaştırmaya çalışıyordu. Ne diyeceğimi bilemez bir şekilde ona bakarken o gülümseyip devam etti.
     “Ben de Sam. Sam Wills. Büyük ihtimalle duymuşsundur.” Evet, Sam heyecanlandırma oyununu tamamen bitirmiş durumdasın. Seninle de buradaki diğerleri gibi işim olmaz. Biran için beni şaşırtacaksın sanmıştım ama yanılmışım. Duymuşmuşumdur. Sersem.
    “Ah, hayır. Aslına bakarsan ilk kez duyuyorum.” Yalan söylemekten nefret ederdim ama şuan bunun tam sırasıydı. Yakışık ve popüler olması vazgeçilmez olduğu anlamına gelmezdi. Yüzü bozulduğunu hemen ele verse de çabuk toparlanıp omuz silkmekle yetindi.
     “Pekala, her neyse. Bahçeye çıkalım mı? Burası çok kalabalık ve gürültülü.” Aslında şu ortamdan uzaklaşmak çok cazip gelmişti ama nedense içimdeki cadı onu bir kez daha reddederek o egosunu parçalara ayırmak istiyordu.
     “Gerek yok. Ben böyle iyi…” Cümlemi tamamlamama izin vermeden araya girdi.
     “Çok mızmızsın. Sadece bahçeye çıkacağız. İtiraz istemiyorum. Hadi!” Neşeli bir şekilde elimden tutup beni kaldırırken isteksizce “peki” diye mırıldandım.
     Ne olabilirdi ki, alt tarafı bahçeye çıkacaktık. İnsanların arasından geçip bahçeye ulaştık. Müziğin ne kadar şiddetli olduğunu o zaman anladım. Kafam ağır bir zonklama tufanına kapılırken kulaklarım oluşan boşluktan uğulduyordu. Temiz havayı büyük bir açlıkla içime çekerken havanın daha da serinlediğini fark ettim. Dışarı çıkarken ceketimi almadığım içi içten içe hayıflanıyordum.
     Bahçede, içeriye oranla boş sayılabilecek kadar az insan vardı. Bu beni biraz olsun rahatlatmıştı. Havuzun etrafından dolanıp küçük bir çardağın ve bankların sıralandığı tarafa doğru yürüdük. Sessizce çardağa girip tahta korkuluklara oturduk.
    Önce kep töreniyle ilgili kısa ve anlamsız bir sohbete girdik, ardından sessizlik yeniden etrafı sardı. Normal bir kızın bundan rahatsız olması ve yeni bir konu açmaya çalışması gerekirdi ama ben bu durumdan hoşnuttum. Etraftaki tek tük insanları inceleyip, konuşmalarının bir bütün haline gelmesiyle oluşan o hafif uğultuyu dinlemek beni huzurlu hissettiriyordu. Ne kadar süre o buz kesmiş korkuluklarda oturduk bilmiyorum ama popomdaki uyuşukluk hafif bir sızlayışa dönüşüyordu.
    Soğuk yabancı bir tenin saçlarımın arasından omuzuma süzülüşünü hissettiğimde ister istemez irkildim ve huzursuzca kıpırdandım.
     “Bir sorun mu var?” Yüzüne döndüğümde attığı masum bakışlar beni daha da germişti. Ne güzel oturuyorduk işte. Neden o huzuru bozmak zorundaydı ki? Popomdaki karıncalanma hissiyle kıpırdanmaya devam ederken yüzüme mahcup bir gülümseme yerleştirdim.
    “Saçlarımla oynanmasından hoşlanmam da…” ve bir yalan daha sol tarafımdaki melek tarafından günah defterime not edilirken Sam yaramaz bir çocukmuş gibi bana baktı ve saçımdan bir tutamı parmağına doladı. Saçlarımla oynanmasına bayılırdım. Fakat onun oynamasından hoşlanmamıştım ya da hoşlanmamaya çalışıyordum diyelim.
     “Anladım. Ama elimde değil , o kadar güzeller ki … Senin gibi.” Zoraki bir gülümsemeyle sessizce teşekkür ettim. Benim bu iltifatlara kanacağımı sanmıyordu umarım. Bu aptal oyuna daha önce Neichel tarafından getirilmiştim ve açıkçası şuan bu söyledikleri –çoğu kızın düşüneceğinin aksine- ağzımda yavan bir tat bırakıyordu. Mide bulandırıcı.
     “Biliyor musun? Sen diğer kızlardan çok daha farklısın. Onlar kadar basit değilsin ve bu beni sana çekiyor.” Kısaca yatak odasına gidelim mi demeye çalışıyordu. Aptal, aptal ve aptal. Canımı yeterince sıkmıştı ve bu banel ortamdan biran önce uzaklaşmak istiyordum. Ne sanıyordu ki? Bu klasik sözlere anında tav olacağımı mı?
     “Şey, ben gidip arkadaşımı bulsam iyi olacak. İçkiyle aralarında çözemediğim bir ilişki var ve ben o kafayı bulmadan ona ulaşsam çok iyi olur.” Ondan kurtulmak için oldukça iyi bir bahane bulduğumu düşünüyordum. Üstelik bu söylediğimin kesinlikle bir gerçeklik payı vardı ve Diana’yı hemen bulmazsam sabah bir içki şişesiyle evlenmiş olarak uyanabilirdi. Çardaktan tam çıkıyordum ki bileğimden tuttu.
     “Nereye gidiyorsun? Daha doğru düzgün konuşmadık bile.” Ya bu çocuk gerçekten iyi bir oyuncuydu ya da benimle konuşmayı çok istiyordu. Sesindeki bıkkınlığın arasından süzülen arzu somut bir hal kazanırken iç geçirdim. Bana göre biri değildi ki. Biz sevgili falan olamazdık. Bir popülerle çıkmak isteyeceğim son şeydi ve ben bunu düşünmeyi bile reddediyordum. Her zaman belirttiğim gibi tek düze bir hayatım vardı ve o benim hayatıma uyum sağlayamazdı. Tıpkı benimde onun göz kamaştıran hayatına uyum sağlayamayacağım gibi.
     “Dediğim gibi arkadaşımı bulmam gerekiyor. Bir saatten fazladır ayrıyız ve ben, o kafayı bulum büyük bir hata yapmadan önce onu bul…” Lafımı bölen cırtlak sesle gözlerim iri iri açıldı. Hızla arkama dönüp havuza doğru hızla koşan Diana’yı görünce şaşkınlıktan küçük dilimi yutacağımı sandım.
     “Herkes havuza sizi lanet olası pislikler!” Diana, saçı başı dağılmış bir şekilde havuza atladı ve arkasından aç zombiler gibi tutarsızca koşuşturan sarhoş öğrenci topluluğu onu destekleyerek hızla havuza atıldılar. Büyük çığlık fırtınası bahçeyi inletirken havuz deliler gibi kahkahalar atan ve birbirlerinin üstüne çıkan insanlara hayretle bakıyordum. Korktuğum başıma gelmişti işte.
      “Aman Tanrım” dudağımdan fısıltıyla çıkan iki kelimeden sonra hemen harekete geçtim. Havuzun içinde tepişen insanların arasında Diana’nın sırıtkan suratını aramaya başlamıştım. Havuzun kenarına sırtını dayamış müzikle alakasız bir şekilde suları havaya sıçratarak etrafında dönüyordu.
     “Diana! Hemen çık şu havuzdan!” Benim bağrışıma karşılık kendini kaybetmiş bir şekilde güldü. Sonun durup ellerini kucak isteyen beş yaşında bir velet gibi bana doğru uzattı. Başta onu oradan çıkarmama yardım etmemi istiyor sansam da ağzından çıkan yarım yamalak kelimeler yanılgımı sertçe yüzüme çarptı.
     “Eris! Gelsene çok eğleniyoruz! Hayatımda hiç böyle su görmedim!” Havuzun suyunu avucuna doldurup çok değerli bir mücevhermiş gibi incelerken yüzümü buruşturdum. Başında dursaydım bu kadar içmesine asla izin vermezdim. Sabah kalktığın çekeceği baş ağrısını düşünmek bile istemiyordum. Havuzun kenarına eğilip bana doğru uzattığı kollarını yakaladım ve kendime doğru var gücümle çektim. Onu dışarı çıkarmaya çalıştığımda çırpınmaya ve bağırarak itiraz etmeye başladı.
     “Hayatımın en güzel gecesi ve daha yeni başlıyor! Asla eve gitmeyeceğim!” Bir süre kollarını morartırcasına tutmaya ve çırpınışlarının son bulmasını bekledim. Sonunda nefes nefese bir şekilde durup yeni yetme ergenler gibi homurdanmaya başladı. Onu havuzun kenarına henüz oturtmuştum ki yüzündeki şeytani sırıtışı görmemle bacaklarıma sarılıp kendini suya atması bir oldu. Çivi gibi su tenimi yakarken hızla kendimi su üstüne ittim. Baştan ayağa sırılsıklamdım ve suyun soğuğundan kurtulmak istercesine yüzeye çıktığımda beterin beteri var sözünü bana o an kavratan rüzgarın beni buzdan bir kütleye dönüştürdüğünü hissettim. Bir süre dişlerimi birbirine vurdurtarak şokun geçmesini bekledim. Bedenimin kontrolü yavaş yavaş bana geri dönerken zihnimle bağlantımı tekrar ele alabilmiştim. Etrafında dönerek Diana’yı kaptığım gibi hıza havuzdan çıktım. Bu kez çok daha sert ve kararlı olduğumu fark etmiş olacak ki hiçbir itirazda bulunmadan onu yönlendirmeme izin verdi. Bedenim tamamen serin rüzgarla yüzleşince dişlerimin zangırdayışı çenemi ağrıtmaya başladı. Soğuğu seviyordum ama üzerimde ceketlerim ve kazaklarım olduğu sürece. Aslında benim sevgim her şeye rağmen o sıcaklığa sahip olduğumu hissetmekti belki de. Etrafımı kuşatmış buzdan pençelerin arasında ama korunaklı ve kalın bir zırhın ardında olmak iyi hissettiriyordu.
     Diana’ya döndüğümde o da kendini kollarıyla sarmalamış titreyen çenesini engellemeye çalışıyordu. Onu çekiştirerek evin içine götürdüm ve yanına aldığı kısa pardesüyü üzerine geçirdim. Kendi montumun fermuarını henüz çekmiştim ki Diana öğürerek ayaklarımızın dibine kustu. Tanrım! Diana seni gerçekten öldüreceğim. Bu kadar içerken sonuçların ne kadar can sıkıcı olacağını biliyordu. Öyleyse neden bile bile bunu yapıyordu ki?
     Bir elimle kısa saçlarını geriye çekip diğer elimle deri çantasından mendil çıkarmaya çalışıyordum. Öğürtüleri azaldığında dikleşip oturdu. Titrediği ve hal yarı sarhoş halde olduğu için ağzını ben temizledim ve ayağa kalkmasına yardım ettim.
     “Eris biliyor musun? Paul ve ben bir kaplumbağa evlat edinmeye karar verdik. Kendisi tam bir hayvan delisi ve bende uysal olduklarını düşündüğüm için kaplumbağa alabileceğimizi söyledim.” Neden bahsettiği konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Onu dinliyormuş gibi yapıp onaylayıcı birkaç şey söylüyor ve onu hızla evin dışına itiyordum. Tanrım neden annemin arabasını almamıştım ki sanki. Şimdi bir de taksi bulmak zorundaydım. Yarın sabah erkenden eşyalarımı hazırlamam gerekiyordu ve ben gecenin bu saatinde hala dışarıda eve dönmek için kafa patlatıyordum. Diana’yı yarın zor bir sabah bekliyor olacaktı çünkü her zamanki gibi başında ben olmayacaktım. Bu hiç içime sinmese de yapacak hiçbir şeyim yoktu.
     Caddeye ulaştığımızda Diana histerik kahkahalar atıyor ve saçmalamaya devam ediyordu.
     “Kapa çeneni baş belası.” Dişlerimin arasından konuşmamın onu susturmasını bekliyordum ama o daha dikkat çekici bir şekilde gülmeye başladı. Hatta öyle ki yüzü domates gibi kıpkırmızı olmuş boynundaki damarlar belirginleşmişti. Sakinleşip nefes alması için durdum ve onu omuzlarında tutarak sarstım. Daha sağlıklı bir hale gelene kadar bekledim ve bu sırada bir tane bile lanet olasıca taksi geçmedi.
     “Ban bak çirkin ördek yavrusu! Biraz daha gülersen ağzına yapıştıracağım. Biliyorsun ben senin kadar sabırlı değilim ve sabah uyandığında bunların hiçbirini hatırlamayacağın için sana Fleur’a özel tokatlarımdan birini armağan edebilirim” Öfkemi hala kıkırdayan, akmış makyajı ve yüzünü sarmalamış ıslak saçlarıyla berbat görünen Diana’ya yönlendirirken onu eve doğru yürütmeye başladım. Ucunun daha işlek bir caddeye çıktığından emin olduğum ara sokaklardan birine girdik. Bu karanlık sokak içimi huzursuzluğa bulayıp çıplak ve ıslak bacaklarımı kırbaçlayan rüzgarı yok sayacak kadar korkutmuştu beni. İçimden hiçbir belayla karşılaşmadan Diana’nın evine varmak için sayısız dua ederken Diana beni dehşete düşürecek şeyi yapıp bağırarak konuşmaya başladı.
     “Hey, sen! Benim çirkin olduğumu mu düşünüyorsun? Sensin çirkin! Ben çok seksi ve alımlı bir kızım, tamam mı?” Diana bana çemkirirken sesini kesmek için elimi ağzına bastırdım ama yeteri kadar hızlı olamamıştım. Hah! Birde bu eksikti. Karşı kaldırımdan buraya doğru üç erkek ıslıklar çalıp ulama sesleri çıkarak buraya doğru geliyordu. Ah, Diana seni bu kez gerçekten öldüreceğim. Diana’nın bileğine yapışıp topuklu ayakkabılara aldırmadan koşar adım ilerlemeye başladım. Sızlanışlarını yok sayıp onu daha da sert çekiştiriyordum. Şuan yer düşse bile durmaz, onu sürüyerek eve götürürdüm sanırım. Tam onları atlatabileceğimize dair bir umut filizlenmişti ki grubun başı olduğunu düşündüğüm kişi önüme geçip beni durdurdu. Diğer sarışın ve çelimsiz çocuk ta hemen onu yanına gelirken diğeri acelesi yokmuş gibi rahat ve ukala tavırlarla kaldırıma çıkıyordu.
     “Merhaba bayanlar. Benim bildiğim deniz kızları suda olur. Yolunuzu mu şaşırdınız yoksa?” Alfa çocuk konuşmuştu. Islak üstümüzle aşırı dikkat çekici göründüğümüzü o an fark ettim. Alabileceğim en sert ifademle selamlamasını karşılıksız bırakırken Diana araya girip her şeyi berbat etti.
     “Bence yakışıklı. Değil mi, Eris?” Onu hemen burada yumruklamak istiyordum. Issız bir ara sokakta üç tane serseriyi aşıp bir kör kütük sarhoşu evine ulaştırmaya çalışıyordum. Sırılsıklam kıyafetlerimizi ve uğuldayan rüzgarı saymıyorum bile! Sinirleri tırnaklarımı koluna zımbalarken kulağa komik gelen acılı bir ses çıkardı.
     “Teşekkür ederim ama benim gözüm seksi arkadaşında” sırıtarak öne doğru bir adım atınca panik tüm hücrelerime yayıldı. Kalbimin atışını ayak başparmağımdan saç tellerimin başlangıcına kadar her yerimde hissederken onunla eş zamanlı bende bir adım geri çekildim. Diana’ya zaten mıhlı olan elim vücuduma birlikte kasılmıştı.
     “Sakın yaklaşayım deme!” Hissettiğimin aksine güçlü çıkan sesime hayran kalmıştım. Bu, biraz olsun özgüvenimin dağılmaya yüz tutmuş duvarlarını sağlamlaştırırken rahat bir nefes almıştım.
     “Field, sarhoşu bana bırak.” Sarışın çocuk Diana’ya yaklaşmaya çalışınca onu arkama saklayıp aynı sert sesimle “Size yaklaşmamanızı söyledim!” diye bağırdım. Üçüncü çocuğu yakınımda göremeyince bir kez daha paniğimin boyundurluğu altına girmiş olsam da kaldırıma oturmuş zararsızca sigara içtiğini görünce dikkatimi yeniden karşımdaki iki serseriye yönelttim.
     “Sakin ol, bebeğim. Biz sadece biraz vakit geçirmek istiyoruz. Sizi evinize bırakmamıza ne dersiniz?” Yılışık gülümsemesini parçalara ayırıp piranalara yedirmek istiyordum. Öfkeyle bir kez daha çıkışıp koşarak ana caddeye ulaşmaya dair planlarımın son düzenlemişini yaparken Diana heyecanla konuşmaya başladı.
     “Ah, bu harika olur. Biz de zaten taksi bulamamıştık” Diana kafasını memnun bir şekilde sallayıp pembe bulutların üzerindeki şekerlerle taçlı dünyasından bizimle iletişim kurmaya çabalıyordu. Normal zamanda olsa bu halini çok sevimli bulurdum ve belki şu şapşal gülümsemesini birkaç resimle ölümsüzleştirdim ama şuan bu hali bizi ayakta duramayacağımız kadar dik bir yokuşa sürüklüyordu. Çocuklar kahkahalarla gülerken öfkemin körüklendiğini hissettim.
     “Sarhoş işte görmüyor musunuz? Rahat bırakın bizi yoksa olacaklara katlanmak zorunda kalırsınız!” Onlara yapabileceğim en ufak bir şey yoktu ve ben ortaya öylece bir tehdit savurup olacakları görmeye kara vermiştim.
      “Ne olacakmış göster bana. Bakalım ne maharetlerin varmış, fıstık. Görmek için can atıyorum” Alfa olan dibime girip belime dokununca dayanamayıp hızla dizimi kasıklarına geçirdim. O acı içinde inleyerek yere kapaklanırken sarışın olan küfrederek üzerime yürüdü. O anın verdiği güçle, gözünün altına sertçe bir yumruk geçirdim. Aynı andan acıyla yüzümüzü buruşturmuştuk. Parmaklarım kızarmış ve zonkluyordu ama şuan ufak bir acının üzerine düşecek değildim. Diana’nın bileğini sıkıca tutup koşmaya başlayacaktım ki kaldırımda sigara içen arkadaşlarını hala aynı yerde oturur ve bize bakarken görünce yanından geçmekte bir an tereddüt ettim. Her hangi bir tepki vermemiş olması beni şaşırtmıştı. Arkadaşlarının yardımına koşup beni öldüresiye dövmeleri gerekmez miydi? Birkaç saniyelik duraksamanın ardından hızla koşmaya başladım. Alnımda biriken ter soğuğa rağmen ince bir tabaka halini almıştı. Sokağın sonuna ulaşana kadar arkama bakmadan koştum. Diana topukluları yüzünde birkaç kez diz üstü yere düşmüş olsa da o lanet sokaktan sapa sağlam çıkabilmiştik. Caddenden geçen ilk taksiye Diana’yı itekleyerek bindirdikten sonra evin adresini verdim.
     Arabanın sıcaklığı bedenimi yavaş yavaş gevşetirken Diana ıslak kafasını omzuma yaslayıp uyuklamaya başlamıştı. Ara sıra onu dürtükleyip uyanık bir şekilde kalması için diretiyordum. Onu odasına taşıyabilecek kadar dinç olduğumu sanmıyordum.
     Diana’nın dupleks evine vardığımızda taksiciye burada beklemesini söyleyip –ki kabul etmesine çok şaşırmıştım- omuzumla bütünleşmiş olan Diana’yı dışarı çıkardım. Sertçe bedenlerimize çarpan rüzgar yüzünden mızmızlanıp duruyordu. Deri çantasındaki ıvır zıvırların arasından evin anahtarlarını bulmak en az beş dakikamı almıştı. Küçücük çantaya öyle çok şey koymuştu ki! Ailesi bugünlük yurtdışında olduğu için çok şanslıydı yoksa sabah olduğunda baş ağrısının yanında ebeveyn nasihatleri ve azarlarıyla dolu  bir kahvaltı geçirmek zorunda kalacaktı. Üstelik onun isyanlarını dinleyip onu sakinleştirecek olan, ben, yanında olmayacaktı.
     Sonunda kapıyı açıp içeri girebildiğimizde onu koltuklardan birine yatırdım. Kafasını kalp şeklindeki pofuduk yastığa koyar koymaz uykuya dalmıştı. Islak kıyafetlerle uyumasına tabi ki de izin veremezdim. Üst kata çıkıp odasına girdim. Dolaptan uzun kollu bir kazak ve eşofman altı alıp geri döndüğümde koltukta iyice yayılmıştı ve yayık yayık konuşuyordu. Söylediklerinin arasından nadiren anlayabilen kelimeler vardı ama onların arasında da bir anlam bütünlüğü sağlayamamıştım. Elbisesini üzerinden güç bela sıyırdıktan sonra birbirine uyumsuz renklerdeki kazak ile eşofmanı giydirdim. Evin içi yeterince sıcak olduğu için üzerine bir şey örtmeye gerek duymamıştım.
      Islak üstümle dışarıya çıkmak gibi bir aptallığa düşmeyerek yorgun bedenimi yeniden Diana’nın odasına sürükledim. Dolabından bir kazak ve pantolon çıkartıp hemencecik üzerime geçirdim. Islak kıyafetleri bir top haline getirdikten sonra Diana’nın koleksiyonunu yaptığı kartondan alışveriş poşetlerinden birini alıp içine attım. Montumu giyip hazır hale geldiğimde, Diana’yla adam akıllı bir veda konuşması yapamayacağımızı hatırladım. Yarın sabah o uyandığında bitik halde olacaktı ve ben muhtemelen Seattle’a doğru yola çıkmış olacaktım. Koskoca üç ay boyunca birbirimizden ayrı kalacaktık ve ben ona sıkı sıkı sarılıp vedalaşamayacaktım bile. Deri çantasının içinde gördüğüm not defterinden bir sayfa koparıp, makyaj çantasından da göz kalemlerinden birini aldım.
     ‘Selam sarhoşlar ülkesinin çatlak prensesi. Güzel uykunuzdan sizi uyandırmak istemeyerek sümüklü veda konuşmamızı çirkin el yazımla yer değiştirmek zorunda kaldım. Yarın sabah uyandığında beni ara. Seni seviyorum. -Eris’
     Kalemin yumuşak ucu yüzünden şu kısacık paragrafı yazmak için büyük çaba sarf etmem gerekmişti. İrili ufaklı yazımı görebileceği şekilde ortadaki sehpaya bıraktım. Islak saçlarına busemi kondurduktan sonra kapıdan çıktım. Kapıda beni bekleyen taksiye atlayıp adresi söyledim. Parmak izleriyle dolu telefonumun ekranından saate baktım. 03:18. Yatağıma duyduğum özlem her saniye artarken yarın sabah erken kalkıp aptal bavul işleriyle uğraşmak zorunda olduğumu anımsayıp kendi kendime homurdandım.
     Eve geldiğimde taksiciye parasını ödeyip kendimi adeta evin içine fırlatmıştım. Üzerime koca bir fil binmiş gibi merdivenleri ağır ağır tırmandıktan sonra, sonunda derin bir aşkla bağlandığım yatağıma kavuşmuştum. Kendimi yüz üstü yatağa attığım gibi uykunun beni kucaklamasına izin verdim.
**************************************************************************
Evet gençler. 4. bölümde başkarakterlerimiz tanışacaklar. Asıl konuya giriş yapıyoruz artık. Eris sıradan yaşamına tamamen veda edecek. Allah rızası için yorum atın ve beğenin. Beğenmeyeni Bülent Ersoy öpsün asdfghjkljhgfdsasdfghjkjwe :D 
Şaka şaka o kadar da değil :D 
Yeni bölümde görüşmek üzere
Not: 4. bölüm en baba bölümlerden biri olacak. Bilin istedik ;)
Dip not: Okuyan birilerinin olduğunu bilmeye ihtiyacımız var.
Yerin dibi not: Yazar notuna ne yazacağımızı bulamadığımız içi böyle saçmalıyoruz. Siz bizi takmayın. Hadi görüşürük :D

PİYONHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin