jungkook şehir ışıkları arasında kapkaranlık kalan akademiden adımladığında derin nefesini verdi. büyük çift kapı, anahtarlarını çevirirken pek fazla ses çıkarmamıştı. oldukça dağınık görünüyordu. bir o kadar da yorgun.
jungkook'un gözlerinden
büsbütün siyahlar içerisindeki büyük salona girdiğimde sadece bıraktığım soluk sesi duyuluyordu ortalıkta. içimden ah shit here we go again diyordum. çok da ayaktaymış gibi kafamı toplamakla kendimle dalga geçmek arasında mekik dokuyordum.
evet, bu akademinin en gizemlerle dolu salonunda -çünkü o biricik park jimin'in seçilmiş yeriydi, asla toplu derslerini burada vermez; sadece ve sadece çok özel kişilerin girebildiğini söylerdi sürekli bana. eh, ben de öyle sayılırdım bu aforizmaya bakılırsa- benimle asla anlamadığım bir biçimde flört etmiş, önce kendi jargonuyla zanaatini ateşli bir biçimde icraat eden bir beyefendiyken; zamanla pahalı zevkler profesörü, sanat düşkünü, o mükemmel üst vücuduna ve sizi yatağında görmeye davet eden büyülü gözlerine rağmen müthiş bir incelik taşıyan, yavaşça -kendinin de bağlarının çözüldüğünü söylerken- beni gafil avlayan bir tutuma ayak sermiş, öyle bir adama dönüşmüştü.salonun tüm lambalardan yoksun edilmiş halinin kimseye bir sorun teşkil ettiğini söyleyemezdim. söyleyemezdim çünkü; orada, ortada devasa camlardan giren sokak ışıklarının da etkisiyle parlayan bir şeyler vardı. evet, bay park benim gözümü kamaştıracak şekilde ışık saçıyordu.
"geldin mi" diye sordu tüm bu aklımdan geçirdiklerimin sahibi değilmişçesine.
onun bu sözüyle sabah kadar dalga geçebilirdim eğer kalçasını pencere pervazına yaslamış ve ellerini aynı hizaya koymuş bir şekilde ölesiye seksi görünmeseydi.
kalp krizi geçirebilirdim, baygınlıklar üzerime boşalabilirdi ama ben de yılmıştım. umurumda değilmiş gibi gösterdim; sol elimi havada gelişigüzel salladım ve yüzüne bakmayarak konuştum.
"geldim, hadi aç şu müziği de nereye destek verebilirmişim bir bakalım."
ayağa kalktı gözlerimin dosdoğru içine bakarak bana iki adım yaklaştı. señorita çalarken ona odaklanamıyordum.
"zaten açık."
"jimin bu senin şarkın, daha fazla benimle oynamayı bırak ve aç şu lanet ş-"
aydınlandım. yüzüm sara nöbeti geçiriyormuş gibi bir hal alırken kafatasım olmadığına emin olduğum bir yerlerde şimşekler çakıyordu. hayat beni hep onun hala üzerimde olan göz bebekleriyle değil de başımdan aşağı dökülen kaynar sularla uğraşmak zorunda bırakıyordu.
anlamıştım. bu karmakarışık adam; sırf beni -onun tabiriyle küçük bebeğini- biraz üzdüğü için -tamam belki daha çok- işini, gücünü, estetik kaygısını, hayat koşuşturmacasını ve varoluş sancısıyla birlikte her şeyini bırakıp kendini jung hoseok'un yani biricik baş düşmanının savaş alanına atmıştı. üstelik tüm bunlar yetmezmiş gibi 1 aydır canla başla çalışmasının üzerine benim yükümü de omuzlarına almıştı. başa bela gerginliğimi, asla dindirilmez heyecanımı, bitmek bilmeyen krizlerimi, sonsuz stresimi ve döngüsel düşüncelerimi hesaba katmış, ağzını açıp da tek kelime etmemişti. biliyordu, tanrı şahidim olsun biliyordu; her attığı adımı izleyeceğimi, sunmi'yle yaptığı bütün koreografileri ismimden çok ezberleyeceğimi, kendi görevimi siktir edip gece gündüz onun tasarılarını çalışacağımı biliyordu. ölürdüm ben, biliyordu. manyaktım çünkü; o gece bana gelip jungkookie partnerim sensin dese kendimi 3 güne bir yerden sallandıracağımı biliyordu.
tüm bu delirmem 21 saniyemi aldı. bu sürede jimin aramızdaki mesafeyi sıfırlamış, sanki seni seviyorum dermiş gibi gözlerime bakıyordu. fakat ben öyle demediğini biliyordum. asla seni seviyorum demezdi. lafı dolandırır, beni kıvrandırırdı da ölsem herhangi bir şeyi dolaylamadan söylemezdi. her neyse, onun bakışlarının şu an daha dans içerikli olduğunu tahmin edebiliyordum. fakat benim şu an çok daha başka isteklerim vardı. onu öpmek gibi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
naughty girl | jikook
Krótkie Opowiadaniafavori öğrencisine ölümüne yazan park jimin to; @us-fuck