"Senin yaralarının sebebi kimdi?"
Panikledi. Bana doğru döndü ve havada kalan elini nereye koyacağını bilemeyip bacaklarının arasına sıkıştırdı. Bir şeyler saklamaya çalıştığını zaten anlamıştım. Üzerine gidecek miydim? Hayır. Çünkü bunun ne kadar sinir bozucu bir şey olduğunu biliyorum.
"Hiç."
"Peki. Anlatmak istemezsen zorlamayacağım. Ama zor gelen şeyleri içine atmak zorunda değilsin söyle ve kurtul."
Yamuk bir şekilde güldü. Alay eder gibi bir sesle konuştu bana doğru. Gözlerinde o ifadeyi görmüştüm.
"Anlatmak istiyorum. Ama anlatamam."
"Senin yaptığın gibi mi?"
Hak verdim. Ona kendim hakkında hiçbir şey anlatmamıştım. Bu yüzden bana anlatmaması normaldi. İç çekip sadece biraz sonra anlatacaklarımdan dolayı pişman olmamayı diledim.
"O kadar öğrenmek istiyorsan anlatayım:
Annem ve babamı tanımıyorum. Yani hiçbir zaman varlıklarını hissetmedim. Şu anda bir yerlerde yaşıyorlar ama nerede yaşadıklarından emin değilim. Annem beni istememiş ve sonrasında anneannem bana kıyamayıp yanına almış. Yeni doğduğum zamanlardan bahsediyorum. On yaşına kadar anneannemle kaldım. Müzikten hoşlanan güzel bir kadındı. Fakat ondan beklediğim ilgiyi asla hissedemedim. İlk başta onu annem sanıyordum, biliyor musun? Çünkü etrafımdaki çocuklar kendinden büyük kadınlara 'anne' diyorlardı. Anneleri de onlara sarılıp başlarını okşuyordu."
Elimi onun saçlarına çıkarıp o kadınlardan gördüğüm gibi yavaş hareketlerle saçlarını okşadım. Bir gülümsemenin yüzüme yayıldığını hissettim. Fakat anlatacaklarım uzun süreceğinden devam etmek üzere elimi çektim.
"Bende işler pek öyle olmamıştı açıkçası. Anneanneme anne diyerek koşturduğumda aldığım karşılı başımı okşaması veya küçük bir öpücük değildi. Yüzüme inen tokadın verdiği acıyı sadece yanağımda değil, tüm vücudumda hissetmiştim. Küçüktüm, anlamamıştım, ağlayamamıştım bile."
Eski günlerin bir film şeridi gibi gözlerimin önümden geçmesiyle başımı eğip acıyla harmanlanmış bir gülüşün yüzümde hüküm sürmesine izin verdim. O ise ona doğru eğdiğim başımı gülerek okşadı. Dünyada en çok ihtiyaç duyduğum şeyi bana vermeye çalışıyor gibiydi.
"Beş yaşlarında falandım ve çocukların arasınsa da dalga konusuydum elbet. Çocukluğumdan beri çok popülerimdir. Adım Yuta değil, annesinin bıraktığı çocuktu hatta. Çok havalı, değil mi? Sekiz yaşına gelene kadar bir daha anne demedim ona. Adını da söylemiyordum. Sadece dediklerini yapıyordum ve bu kadarıyla bir şekilde geçiniyorduk. Fakat yazmayı öğrendiğimde bir gün ona bir mektup yazdım. Mektubumda eğer beni istemiyorsa yetimhaneye bırakabileceğini ve bunun için ona kızmayacağımı belirttim. Ama beni yetimhaneye bırakmasından deli gibi korkuyordum. O yüzden ona vermedim. Takı çekmecesine koydum. Belki görmez ve beni göndermez diye âdeta saklamıştım o mektubu. Kendi başıma yazdığım ilk şeydi bu yüzden onu hâlâ saklıyorum.
O mektubu okuduktan sonra yanıma ağlayarak geldi ve bana ilk defa sarıldı. Beni göndereceğini sanmıştım. Bu yüzden ağladım. Ama sesimi duymasına izin vermedim tabii ki. Elimle ağzımı kapatıp onunla birlikte sessizce ağladım.
On yaşıma geldiğimde onu kaybettim. Doğum günümde iş çıkışı bana pasta almak istemiş. Beni ilk defa mutlu etmek ve doğum günümü kutlamak istemiş. Küçük de bir hediye almıştı bana biliyor musun? O zamanlar yazmayı severdim. Bana günlük almış. Böyle yeşil renkli, üzerinde en sevdiğim anime karakteri olan Roronoa Zoro vardı. Bana sürpriz yapacakmış fakat o gün bir trafik kazasında hayatını kaybetti ve ben bana aldığı pasta ve hediyeyi arkadaşından öğrendim."
Gözlerim dolmaya başlarken ağlamamak için dudağımı dişledim. Başım hâlâ öne eğikti. Saçlarımda olan eli ilk önce yanağıma indi. Başımı kaldırıp elleriyle sabitledi.
"Bana bak."
Kısık ve şefkatli gelen sesiyle gözlerinin içine baktım. Görmeye alışık olduğum gülümsemesi yine yüzündeydi. Gözlerinin içinde küçük merhamet pırıltılarını görmüştüm.
"Devam et. Utanma, çekinme."
Aldığım son nefes olacakmış gibi büyük bir nefes doldurdum ciğerlerime. Elimi, yüzümü tutan eline çıkarıp tutarak baş parmağımla sevdim hafifçe.
"Sonrasında bana bakacak kimse olmadığı için yetimhaneye verildim elbette. Böyle olacağını biliyordum zaten. İçten içe hazırlamıştım kendimi oraya gitmeye.
İlk günlerim güzel geçmedi. Çocuklar aralarında örgütlenmiş gibiydi sanki ve bana kimse yaklaşmıyordu. Buna zaten alışık olan ben pek de sorun etmedim. Sonrasında bana yaklaşan ilk kişi Mina adında bir kızdı. Sonrasında Jaehyun da bize katıldı. Anlayacağın ilişkimiz bayağı eskilere dayanıyor.
İlk başta her şey güzeldi. Jaehyun'un Mina'ya olan gizli duygularını fark etmiştim. Ne diyebilirim ki? Mina çok güzel ve zeki bir kızdı. Bakımsızlıktan saçı başı karışmış olsa da güzeldi. Jaehyun da bildiğin Jaehyun işte. Yakışıklı olarak doğmuş.
On altı yaşımıza gelene kadar her şey çok güzeldi. Aynı okullarda okumuştuk ve aramızdan geçirdiğimiz altı yıl boyunca şu sızmamıştı. Jaehyun büyüdükçe Mina'ya olan duyguları da büyüdü. Ve Mina bundan habersiz bir şekilde gelip benden hoşlandığını söyledi çatı katında. Jaehyun'a ihanet edeceğimi düşündüm. Mina'ya karşı en ufak bir aşk kırıntısı yoktu içimde. Onu kardeşim gibi görüyor ve öyle seviyordum.
Sonrasında ilk intihar girişimim benden bir can kopardı, ama istenilenin aksine benimki değil, Mina'nınkiydi. Ben koşarak beş katlı okulun çatısından atlamaya kalktığımda beni engellemek için peşimden koştu. Ve sona yaklaştığımızda, bunun benim için değil onun içim bir son olduğunu bilmiyordum. Beni geriye doğru iterken dengesini kaybedip beşinci kattan taş zemine çakıldı. Ve on altı yaşında hayatı son buldu. Jaehyun ise sevdiğinin kanlar içinde yatışını izledi. Ve ben... benim bir yarım o gün Mina ile birlikte atlamıştı o çatıdan.
Jaehyun bunun benim yüzümden olduğunu savunup yüzüme bile bakmadı bir süre. Ağlayarak bütün nefretini bana kustuğu günü hâlâ hatırlarım. Benim yüzümden değil, diyememiştim. Çünkü hepsi benim yüzümdendi. Daha sonra on altı yaşındaki Jaehyun'u zengin bir aile sahiplendi. Adamın fazla zamanı kalmamış ve şimdiye kadar çocuğu olmamış. Karısı çocuk sahibi olamıyormuş çünkü. Ama adam onu bırakmak istememiş bu yüzden Jaehyun on altı yaşından beri o aile şirketinin başına geçmek için eğitim alıyor. Yirmi yaşına geldiğinde babası öldü ve kendi yönetemediği için bir süre annesiyle idare etti. Annesi de babasının hasretine dayanamayıp öldüğünde bana iş teklif etti. Zeki olduğumu söyledi, kendisinin aksine. Ve ikna yeteneğimin olduğunu da. Benim gibi bir işsiz için güzel bir teklifti. Bu yüzden birlikte çalışıyoruz. Ama genellikle işleri o hallediyor. Ben toplantılarda bulunup akıl koçluğunu yapıyorum.
Benim hikâyem bu kadardı. Hepsini anlattım işte."
"Bana sadece yaşadıklarını anlattın ama. Hislerini değil."
"Onları da anlattım."
"Hepsini değil."
Beni kendine çekip sarıldı. Gereksiz televizyon harici çıt çıkmayan odada penceremden görünen dolunaya baktım. Titrek ellerim beline sabitlendi. Dizlerimin üzerine çöküp ona iyice yaklaştım.
Huzurun bedenime nüfuz etmesine izin verdim o gece de. Geçmişim cam kırıklıkları gibi parçalasa da içimi, birkaç dakikalığına hissetmekten vazgeçtim. Bitmesini istemediğim bu dakikalar içerisine hapsettim bütün mutluluğumu. Sonunda başımı okşayacak birine sahip olduğum düşüncesine içim gitti. Yaşamak istedim kolları arasında. Onunla yaşadığım sürece hiçbir şey beni yıkamaz, dedim.
İnsanlara güvenilmemesini öğrenecek kadar çok yaşayan ben; o gece bir meleğe kendimi teslim ettim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
I'm Here Too
FanfictionVe tanrı, acı çektiğini bildiği kullarına birer hediye gönderir... {nakamotoyuta+leetaeyong}