5.5

180 11 83
                                    

Yoksa ele avuca sığmayan ölüm mü aşık oldu sana? İnanayım mı o iğrenç canavarın bu karanlıkta sevgilisi olasın diye seni sakladığına?

Magnus her zamanki sandalyesinde oturmuştu. Her zamanki yerinden uzakta.

Sol eli tahtadan yapılmış yemek masasının üzerindeydi. Küçük. Sağlam. Dişlerini sıktı. Yarı boş bir içki kadehinin sapını sıkıca kavradı. Bardak titriyordu. Parmakları titriyordu. Hayır, sakin değildi. Aksine! Bir histeri krizinin ortasındaydı.

Başparmağını bardağın ağız kısmına sertçe sürttü. Sinir bozucu bir gıcırtıyla birlikte. Tekrar tekrar. İleri ve geri. İçindeki sıvı düzenli bir ritimle çalkalanıyor, henüz erimesi için pek de zamanı olmamış zavallı buzlar bir o yana bir bu yana yuvarlanıyordu. Kısacık kalmış tırnaklarının ucu baskıdan dolayı bembeyazdı. Geri kalanı ise kıpkırmızı.

Boynundaki taşı tuttu. Çekiştirdi. Sertçe. Zincir, derisine gömüldü. Yollar vardı. İncecik, kırmızı yollar. Her hareket edişinde arkasında yenileri oluşuyordu. Bir sürü çizik ve morluk. Kısa süre içerisinde edindiği kötü bir alışkanlıktı bu. Kanamaya başlamıştı. Farkında değildi. Bacağını deli gibi sallıyordu.

Endişeyle yaslandığı yerden doğruldu. Çenesini kaldırdı. Gözlerini kıstı. Mutfağın geniş penceresinden dışarı baktı. Daha önce defalarca kez yaptığı gibi. Güneş doğmak üzereydi. Turuncu ışık odayı aydınlatıyor, ocağın üzerinde asılı duran tavaların ve tencerelerin çelik ışıltısını tüm netliğiyle ortaya koyuyordu. Lavabonun kenarındaki bir pas. Musluğun ucundan damlayan bir su. Ahşap sandalyenin yumuşak bir sarıya bürünmesi. Tüm güzellikler.

Ne yazık ki bu kızıl ışıltı Alec için tehlikenin başlamak üzere olduğunu gösteriyordu. Başladığını değil. Güneş Alec'e küsmüştü. Magnus ise Güneş'e. Gözlerini kaçırdı. Derin bir nefes aldı.

Birden tüyleri diken diken oldu. Havayı bir ozon kokusu sardı. Magnus heyecanla ayağa fırlayıp içkisini devirdi. Sandalyesini. Salonun ortasına koştu. Kapının pervazına tutundu. Bedeni öne doğru gidip geldi. Ayakları kaydı. Düşmedi.

Hızlıca ağır perdeleri kapattı. Kapıları. Işık girebilecek her yeri. Siyah bir bornoz giyiyordu. Alec'in ısrarlarıyla almıştı. Ve şimdi onun en sevdiği bornozdu. Eh, bugün Magnus kullanıyordu. Ondan habersiz evden ayrılmakla bu bornoz üzerinde hakkını kaybetmişti.

Tişörtü yoktu. Altında kırmızı, ekoseli bir pijama vardı sadece. Birbirleriyle eşit olmayan konumlardaki çoraplarının içine tıkıştırmıştı. Soğuktu. Güneş olsa da üşüyordu. Alec yoktu. Gelecekti.

Kolyesini sıkı sıkı tutarak sabırsızca bekledi. Kalbi sıkışarak. Parmakları titreyerek. Alec, kucağında battaniyeye sarılmış bir nesneyle önünde belirdi. Kıpırdayan... bir şeyle.

Magnus kaşlarını çattı.

Alec battaniyeyi göğsüne bastırarak kendisine doğru ilerledi. Magnus da ona. Karşı koyamadığı bir dürtüydü bu. Yürümeden önce, yürümeye başladığını bile fark etmemişti. Sadece yapmıştı. Hepsi buydu.

Kumaşın içinde sarılı olan çocuğu görmesiyle yutkundu. Geriye doğru sendeleyip koltuğa çarptı. Elini arkasına uzatarak koltuğun sırtını sımsıkı kavradı. Alec endişeyle ona bakıyordu.

"Mags?"

Bugün iyi bir ruh halindeydi. Magnus karmaşa içindeki düşüncelerinin gerisinde kısa süreli bir rahatlama hissetti.

"Onu almaya gittin."

"Evet."

"Keşke gitmeden önce haber verseydin."

Mea CulpaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin