İstila

117 9 1
                                    


     Ormanın kalbinde bizi sinsice bekleyen felaketten bihaber kuzeydeki dağlara doğru yola koyulduk. Henry en önümüzde, ben ve yaşlı adam ise onun arkasındaydık. O sırada umut sarhoşu olduğumuzdan pusuya yatmış olan kötülüğü göremeyecek kadar kördük belki. Bu yüzdendir ki ormanda yürürken birkaç saatliğine de olsa buradan kurtulacağımıza sahiden inanmıştık. Akarsular üzerindeki taşlarda seke seke gidip, engebeli yerlerden tırmanırken bu umudun getirdiği neşe Henry'nin yüzünden okunuyordu. Günler süren çılgınca kovalamacanın ardından tünelin sonunda beliren ışık, koca adamın gözlerinde parlıyordu. Yaşlı adamın dediği gibi bir süre boyunca kuzey istikametinde ilerlemiştik. Nihayetinde karnımız acıkmaya başladı ve bu yüzden kısa bir süreliğine mola vermek durumunda kaldık. Kocaman bir çam ağacının altında oturup yanımızda getirdiklerimizi iştahla çantadan çıkardık. Bu sırada akarsuyun karşısındaki bir geyik yavrusu ürkek bir edayla bizi izliyordu. Cam gibi parlak iri gözlerindeki mahcup ifadeden karnının aç olduğu açıkça anlaşılıyordu. Zavallı hayvanı korkutmadan onu beslemenin bir yolunu bulmalıydık. Yiyeceklerimizden bir parça ayırıp bunu bir beze sarmıştık. Yiyeceği vermek için dikkatli adımlarla geyiğe doğru ilerledik. Biz yaklaştıkça kulaklarını kaldırıp dikkat kesilen hayvan her an kaçmaya hazır bir şekilde bekliyordu. Elimizdeki yiyecekleri akarsuyun kenarına koyup geyiği yemeği ile baş başa bıraktık. Tuhaf bir biçimde hayvan, oradan uzaklaşmama rağmen hiçbir tepki vermemişti. Ne yerinden yiyeceğe doğru bir hamle yapıyor ne de olduğu yerden uzaklaşıyordu. Biraz önce gözlerindeki o canlı parıltı ise yavaşça sönüp yerini korkutucu bir donukluğa bırakmıştı. Adeta içi doldurulmuş ölü bir hayvan bedeni gibi kaskatı kesilmişti. Kafasını bir an olsun başka yere çevirmeden, doğrudan bize bakıyordu. Bir ormanın ortasında güpegündüz sevimli bir yavru geyiğin bu denli ürpertici gözükebileceği aklımın ucundan bile geçmezdi doğrusu. Gece yarısı insanın peşine takılan ipsiz sapsız bir yabancıdan bile daha tekinsiz duruyordu. Geyiğin bakışları o denli rahatsız ediciydi ki yemeğimizi bitirmeden oradan ayrılmaya karar verdik. Ne var ne yok toplayıp yaşlı adamı da yanımıza alarak yola devam ettik.

     Bu sırada sık ağaçların arasından gelen ayak sesleri içimizde büyüyen endişeyi giderek körüklüyordu. Bizim yürüyüş tempomuzla eş zamanlı olarak hızlanan sesler bir süre sonra aniden kesiliverdi. Sık ağaçların arasında birilerinin bizi izlediği açıktı. Bu kişi veya ''şeyin'' dost mu yoksa düşman mı olduğunu birazdan öğrenecektik. Nefesimizi tutup olacaklara kendimizi hazırladık. Henry tüfeğini çıkarıp ağaçlara doğrulttu. Ben ise çevik bir hamleyle Henry'nin diğer elindeki baltayı kapıp gelecek olan muhtemel saldırıyı bekledim. Ne var ki ağaçların arasından çıkan şey yalnızca bir grup hayvandı. Biz köylülerin izimizi bulduğunu düşünürken doğa bizi ters köşe yapmıştı. Ayı, yaban domuzu ve kurt gibi tehlikeli hayvanların yanı sıra geyik ve tilki gibi zararsız olanları da vardı grubun içinde. Bu görüntü karşısında ne yapacağımızı bilemeden Henry ile birbirimize bakakaldık. Bu uğursuz yerde hayvanların bile masum olamayacağını biliyorduk. Daha önce karavanda başımıza gelen olayla bu gerçeği acı bir şekilde tecrübe etmiştik. İkinci bir Oscar'ın boğazımıza yapışmaması için temkinli davranıp olacakları bekledik. Tam da tahmin ettiğimiz üzere bu hayvanların niyeti bize kendilerini sevdirtmek falan değildi. Önde duran kurtlardan başlayarak peşi sıra bütün hayvanlar tuhaf davranışlar sergileyerek bize doğru yaklaştılar. Tıpkı Oscar'da olduğu gibi ağızlarından zift karası koyu kıvamlı bir köpük saçılıyor, başları garip bir ritmle titriyordu. Kim olduğu bilinmeyen biri tarafından kontrol edilen kuklalar gibiydiler. ''Bu işin altında siyah cübbeli adamın parmağı olmalı'' diye mırıldandı yaşlı adam. Nitekim bir efsunun etkisindeymiş gibi çılgınca titreyen hayvanlar da işin içinde bir büyünün olduğunu ortaya koyuyordu.

KapanHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin