Bakkalların ilk ekmek teslimatlarını aldığı, komşu amcanın gazetesinin ilk hışırtısını rüzgara bıraktığı, ev hanımların kocaları için demlediği çaylardan süzülen demli çay kokusunun sokak boyunca dolaştığı sabahın o erken, aydınlık ama pek de sevilmeyen saatinde kuşlar bile daha yeni yeni ötmeye başlamışken çıkan sesten rahatsız olan çocuk annesine bağırırdı pervasızca. Sanki dışarıdan gelen sesleri annesi çıkarıyormuş gibi saçma bir tavırla kızardı ona. Sabahın köründe ne işiniz var da uyandınız derdi. Olur mu öyle soru? Sabahları; geceden beri ağlayan insanların bir dinlenme yeri, sarhoşların ayıklanma alarmı ve bütün acılarını uykuya gömenlerin acılarını tekrar sırtlandığı bir geçitti. Böyle inanılmaz bir acı içindeyken nasıl insanların sessiz olmasını beklerdi ki?
Kendisi bile sırf gözyaşları dinsin diye uyumuşken bir de diğer insanların sessiz olmasını beklemişti, ne büyük hata. Sabahın o lanet saatinde kalkıp her zaman giydiği simsiyah giysilerini giyerken bugün de yaşamam gelmiyordu içinden. Yaşamak gelmiyordu ama kaçacak mecali de yok gibiydi. Bütün sorumluluklara karşı tek başına ayakta kalabilecek kadar güçlü değildi ama onları reddebilecek kadar da cesur değildi. Elini yüzünü yıkayacak kadar uyanık değildi ama yaşadığını hissedecek kadar uyumuyordu da. Her şey böyleydi işte; oluyor gibiyken olmuyordu. Sayfaların içine, dolapların üstlerine, kelimelerin arasına, havanın kokusuna, insanların yüzüne, duvarların boşluğuna yansıyordu ama bir türlü analizi yapılamıyordu beyninde.
Yalandan mutlu bir yüz takınmak için çok mu uykuluydu yoksa mutsuz olmak için çok mu yorulmuştu?
Her sabah düzenli olarak yaşadığı düşünce karmaşası töreninden hergünkü gibi evden kaçarak son verdiğinde, uyandığının üzerinden daha 15 dakika geçmişti. 15 dakika içinde neler olabileceğine şaşıyor insan.
