YEL GİRDİ HAYATINIZA

47 1 0
                                    

Sabahın erken saatleri. Saat 06.30, Rıza Abi daha yeni marketini açtı. Bizim apartmanın çocukları uykulu gözlerle okul servisin yolunu gözlüyor. Neşe Teyzenin kocası akşamdan kalma birası ile paytak paytak yollarda. Alt kattaki Ozan Abi ise metrobüse geç kalmanın şansı ile koşuyor...
İnsanlar kimi zaman kendi arabası ile bazen de bir otobüs ya da metrobüsün durağında, çok soğuk olmasına rağmen yürümek durumunda kalanların günü bile başlamıştı. Çünkü herkesin yetişmesi gereken bir yerleri vardı. Tabi benimde!
Annem beni kaldırmak için sesleniyordu. Ben çoktan kalmıştım bile. Çatıda olduğumu fark ederse kızaçağından kendimi apar topar soğumuş yatağın içine attım. "Akşam yatmaz sabah kalkmaz! Yel! Uyan hadi, bak servisin gelecek birazdan." Evet benim adım Yel. Herkes gibi benimde güne bir yerden başlamam gerek. "Kalktım anne!"
Ütü ile çok haşir neşir olan beyaz okul gömleği sabah saatlerinde iliklemeği kim sever ki? Her neyse okul eteğine bir son verdikleri için ve beni bu siyah pantolon ile bir nevze de mutlu ettikleri için minnettar olabilirdim aslında. Ve meşhur kravat. Her çıkartışımda bozulması ile babamın kahvaltı sofrasında kravat bağlayarak güne başlaması onun içinde bir alışkanlık olmuştu. Kahvaltı masasına bir son vererek kendimi apartmanın önünde servis beklerken buldum. Farklı bir güne başlamak dileğiyle uyanıp yine aynı noktada ayılmışdım. Servis gelene kadar turuncu defterime birşeyler çizmeye başlamıştım. "Yine ne çizmektesiniz küçük hanımefendi?" Bu tam bir İstanbul beyefendisi olan Necati Amca idi. "Sıradan bir karalama bayım." Sıcak bir gülümseme ile belki de sevgiyi yayabilmiştki azda olsa evrene. Servis gelmiştim kendimi yine aynı koltukta cam kenarında buldum. Camdan bakınca arabalar artmıştı. İnsanlar başlamıştı maratona. Gittikçe servis de öğrenci ile dolmuştu. Yanımda ki çocuk telefonuna yeni yüklemiş olduğu oyunun heyecanı ile başlamış olsa gerek güne. Ön koltukta makyajını yetiştirmeyen kızların tatlı telaşı vardı. Arka koltukta ise ödevini yetiştirmeye çalışan bir kaç ufak afacan. Servis kendini günün içine ani gazlarla atmıştı bile. Okula varınca değişen hiçbir şey yoktu. Bir planın içinde sadece tenefüslerde nefes alabilen bir kaç insanız. Ardı arkası kesilmeyen ödevlerin birer parçasıyız. Peki kimiz biz?
Sırama oturmakla başlamıştık. Burayı biraz hızlı geçip çıkış kapısına adamak için duvar saati ile arkadaş olmuştum. Sanki tik tak sesleri birşeyler anlatıyordu. Bir adanmışlık vardı. Garip bir toplulukdu bu, tabiki bir insan sınıfından. Alaylar, espiriler ve anlamsızca edilen küfürlerin öğrenciler için ekstra bir diliydi adeta. Benim için iki arkadaştan başka bir şey yoktu sınıfta. Doruk yeni şarkı bestesi için notalar yazıp çiziyor, Evrim ise dünden kalan antrenmanın yorgunluğu ile kafasını sıraya koymaktan başka bir şey yapmıyor. Aslında anlatılacak kadar anlamlı bir okul hayatımız yok. Art arda gelen sekiz dersin sonunda kendimi okulun çıkış kapısında buldum. Evet şimdi biraz olsa da kendimi rahat hissediyordum. Çünkü oturmak yerine yürümenin verdi keyif ile başbaşaydım. Annem ve babam servise binmediğimi duyarsa kızaçaklar, hatta 'Biz boşuna mı servise para veriyoruz?' diyecekler. Ama hazır güneşi yakalamışken yürümemek ayıp olurdu. Elimde turuncu defter, saçımda tahta kurşun kalem ve kulağımda yeni keşfetmiş olduğum şarkı ile uzunca bir yol kat ettim ve kendimi sakin bir parkın çimenlerine attım. Ve başladım bir şeyler çizmeye, yazıp ve okumaya. Zaman sizin için geçmeyecek bilyorum ama insanların sevdiği şeyleri yapmaları onlar için mutluluk anlamı vermesi ile en azından hayatını sevmeyi gösterecek. Kendimi kaptırmıştım resme. Annemin eski kol saatinde buldum kendimi. Epey geç kalmıştım. Hatta tuşlu telefonum bile çalmış ama ben müzik sesinden duymamıştım. Cevapsız aramalar artmıştı. Böyle olunca beni de bir telaş kapladı. Çimenlere yaydığım boya kalemlerini, kağıtlarını ve kitapları çantama atıp parktan ve sevimli ağaçlardan uzaklaştım. Hızlı adımlar ile kaldırımda adeta bir yarış atı gibiydim. Annemi ve babamı aramaya cesaret edemeyip kendimi otobüste buldum. Her çeşit insana rastlanabileceğiniz toplum araçlarından birinde insanları gözlemliyordum. Yaşlı teyze için yer veren delikanlı çok cömert ve tanımadığı küçük çocuğun düşmemesi için kucağına alan hanımefendi çok nazikti. İster istemez yüzüme bir gülümseme yayıldı. Ama aklıma geç kalmam gelince hemen camdan yola koyuldum. "Müsait bir yerde inebilir miyim?" Apartmanın önünde indim. Kapıcı Fırat Abi kapının önünü süpürüyordu. "Kolay gelsin bayım." İnsanlara gülümsemek bir hobi haline gelmişti benim için. "Sağol deli kız." Ani hareketler, mimikler ve sevgi dolu cümleler beni deli ile adlandırdı. Ama tatlı bir deli.
Kapının önüne gelince soğuk bir rüzgar içerde geziyormuş gibi hissettim kendimi. Hemen ardından salondan annemin sesi geldi. "Yel! Salona gel çabuk!" Anlaşılan ben hala onların gözünde büyümemiştim . Annem ile babamı karşımda bacak bacak üstüne atmış buldum. Kaşlar çatmış ve suratlar biraz düşmüştü. İlk söze atılan babam oldu. "Sen biz delirmek mi istiyorsun? Neden servisle gelmedin?" Onlar için sadece bir öğrenci olmalıyım. "Hava güzeldi ben de yürüyerek biraz dolaşmak istemiştim." Hala kendimi savunmak için yetersiztim. Annemin ses tonunu yükselmişti. "Sana neden telefon aldık? Biz aradığımızda ulaşamıyalım diye mi? Neden cevap vermedin bize?" Kendimi sorguda hissediyordum ve nedense içimde titriyordu. "Kulaklık kulağımdaydı, duymamıştım. Kötü bir şey yapmadım, sadece parkta oturup resim çizdim. Özür dilerim bir daha geç kalmam. Şimdi odam gidebilir miyim?" Cevabı beklemeden odam gittim. Annem ve babamın öğretmen olması bu evde yansımıştı. Özenle dizilmiş koltuklar ve annemin zarif aksesuarları hep bir ahenk içinde dans ediyorlardı. Babamın annemle kurdu kitaplığı kusursuzca dizmesi... Her şey bir yere sahipti bu evde. Sadece benim bu büyüdüğüm düşüncesi bir yere sahip değildi. Bu kasvetli evin için de kendimi rahat hissedeceğim odamda olmak biraz huzurlu geliyordu. Duvarda renkli boyaların fırça darbesi, buluta benzeyen abajurun pamuk ile kaplamış olmam, yerlerde kitap yığınları ile fırça kavanozlarının olması, duvarlarda ve yerlerde tuval ve odanın bir köşesinde bulunan eski plağın kendine ait bir yer yapması... Bunlar birazcık bu gezegende kalmak için bir sebep olabilirdi. Ve bu evin bana hediyesi en son katta olmak ve odamın camından çatıya çıkabilmek. Aslında ben hep oradaydım. Sınavdan düşük not aldığımda da, babamın bana yeni kitaplar aldığında da, annemin bana 'annecim' diye sevmesinde de, ilk regl olduğumda da, ailecek araba ile gezdiğimizde de, babamla ilk kavgamda da, annemle şarkı söylediğimde de, babamla dans ettiğimde de... Günün sonunda ben hep oradaydım. Tuvallerimi çizmeye başladığım yerdi orası. Bundan dolayı hep yarım kalmış bir tuval, fırçalar, bir arada olmaktan mutlu olan renk renk boyalar, gökyüzünü seven çiçekler, tekrar tekrar okumayı sevdiğim yığınla kitaplar, gökyüzünün kuşları için yemler, akşamları için kırmızı kareli battaniye ve annemden gizli gizli aldığım minderlerle olması gereken bir evdi benim için.
Hemen çantamı bir kenara atıp, üstümü değiştirip attım kendimi çatıya. Oturdum yumuşak minderlere ve saatlerce kendi kendime konuştum. Deliyim ya ben, olması gereken bir tuttkuydu benim için kendi kendine konuşmak. Aslında delilik denilmezdi buna, düşüncelerimin sıra sıra gün yüzüne çıkmasıydı. Çok sürmedi zaten. Bu gün aklımda kalan bir kaç hayattan birşeyler yansıtdım tuvalime. Hava kararmaya başlamıştı. Yemek birazdan hazır olur ve eminim annem yemek için beni çağırmaya gelecek. Odama geçmekten başka şansım yoktu. Ve çok geçmeden annem geldi... Sofra her zamanki gibi sessiz. Çiğneme ve yutma seslerini duyabilirsiniz. Olmaması gerekirdi değil mi? Sorulmalıydı bana; hangi parka gittin, çizim için manzara güzel miydi, bir ara hep birlikte mi gitsek, çizimler nasıl gidiyor, boyaya ihtiyacın var mı... Ama tek ağızdan çıkan şuydu "Derslerini gittikçe boşladın. Şu resim düşkünlüğüne biraz ara versen de okul hayatına mı düşkün olsan?" Sadece sustum çünkü konuşsam yine konu aynı yere gidecekti. Zaten konular yolu ezberlemişti ve utanmadan da kestirme yol kullanıyordu. Yarının hafta sonu olması bir mutluluktu benim için. Bunun için susup sofradan kalktım ve salona geçtim. 'Eline sağlık anne.' bile diyemedim çünkü pek bir şey yemek için iştah bile kalmadı. Salonda misafir gibiydim. Annem her ailede olduğu gibi yemekten sonra çayını demledi ve salondaki masaya oturdu. Okuldan kalma yazılı sonuçlarını okurken babam da kitabına koyulmuştu. Bir kupa çay alıp çatıya çıktım. Kendimi battaniye dolayıp minderlere yerleştim. Şehir karanlığa bürünmüştü. Evlerden yavaş yavaş ışıklar yansımaya başladı. Turuncu, beyaz, sarı bazen de bizde olunmadığı gibi televizyon ışığı fark ediliyordu. Sokak lambaları bir koro gibi aynı anda yanmaya başladı. Biraz araba sesi vardı tek tük kaldırımda insanlar. Bir de rüzgar misafir olmuştu şehre... Uzunca bir geceye sadece gündüzden kalan yorgunluk kokusu eşlik ediyordu evlerden. Nasıl da içindeydik döngünün! Neyiz biz bu döngü de? Rolü müz neydi bizim?

Kimiz biz? Gecenin soğuk rüzgarına esir olmuş, sokak lambasının aydınlığına hapsolmuş iki üç üşüyen insanların hızlı adımları mıyız?
Ya da sonu belli olmayan kaldırımların şekilli taşları mıyız? Kaportoya sığınmış kedi mi? Çöplerde yemek arayan köpek mi? Akşam uçmayan kuşlar mıyız? Sahi kimiz biz?
Güne bir nokta koyup tortu kalmış, kupada soğumuş çayı bir kenara bırakıp odama geçtim. Lambamı söndürdüm ve evrende bir yıldız yaktım. Yorgun bedenimi soğuk yorganın içinde buldum. Tavana bakan gözleri düşünceden arındırıp uykunun ellerine bıraktım.

İyi geceler gökyüzü!

GİZLİ GÖKYÜZÜHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin