5 Bölüm

25 0 0
                                    

büyümesine izin verirlerse, kendi çıkarları için kullanıp kullanamayacaklarını, yatırımlarının boşa gidip
gitmeyeceğini kimse bilemez. Toplum böyle bir risk i göze almaya hazır değildir. Çocuğu kuşatır ve
toplumun ihtiyacı olan şekildeki bir kalıba dökmeye başlar.
Yani bir anlamda, çocuğun ruhunu öldürüp, ruhunun ve öz benliğinin eksikliğini hissetmemesi için ona
sahte bir kimlik verirler. Bu sahte kimlik, gerçeğinin yerine konulmuş olan bir şeydir. Ancak gerçeğinin
yerine konulmuş olan bu kimlik sadece onu sana vermiş olan kalabalık içinde işe yarar. Te k başına
kaldığın an, sahte olan kimlik parçalanmaya ve bastırılmış olan gerçek kimlik kendini ifade etmeye başlar.
Yalnız kalma korkusu budur.
H iç kimse tek başına olmak istemez. Herkes bir kalabalığa ait olmak ister; sadece tek bir kalabalığa da
değil, birçok kalabalığa. Kişi , dini bir kalabalığa, bir siyasi partiye, bir rotary kulübüne ait olur ve daha ait
olunacak bir sürü başka küçük gruplar da vardır. İnsan günde yirmi dört saat desteklenmek ister çünkü
sahte bir destek olmadan ayakta duramaz. İnsan tek başına kaldığı zaman, garip bir delilik hissetmeye
başlar. Yıllar boyunca birisi olduğuna inandın ve birden bire, tek başına kaldığın zaman aslında o kiş i
olmadığını hissetmeye başlarsın. Bu durum korku yaratır: O zaman sen kimsin?
Yıllar süren baskılar sonucunda, gerçek kimliğinin kendini ifade etmesi zaman alacaktır. Mistikler aradaki
bu zaman dilimine "ruhun karanlık gecesi" adını vermiştir. Çok iy i ifade edilmiş bir deyim. Artık o sahte
kimlik değilsin ama henüz gerçek kimliğin de değilsin. Belirsi z bir ara bölgedesin, kim olduğunu
bilmiyorsun.
Özellikle Batı dünyasında bu sorun daha da karmaşık hale gelir çünkü onlar ruhun karanlık gecesini
kısaltıp gerçeğe bir an önce ulaşmak için herhangi bir metodoloji geliştirmemiştir. Batı dünyası
meditasyonla ilgili hiçbir şey bilmemektedir. Meditasyon yalnızca tek başına kalıp, sessiz olup, gerçeğin
kendini göstermesini beklemeye verilen bir addır. O bir eylem değil, sessiz bir gevşemedir. Çünkü ne
"yaparsan" aslında sahte kimliğin yapacaktır. Yıllar boyunca bütün yaptıkların ondan ortaya çıktı. Bu eski
bir alışkanlık.
Alışkanlıklar zor ölür. Yıllar boyunca, sevdiğin ve saygı duyduğun insanların sana dayatmış olduğu sahte
bir kişilikle yaşıyorsun; ve onlar bilerek sana kötülük yapmıyorlardı. Niyetleri iyiydi ancak farkındalıkları
sıfırdı. Onlar bilinçli değillerdi: Ebeveynlerin, öğretmenlerin, rahiplerin, politikacıların... bilinçsiz
insanlardı. Niyet iyi olsa bile bilinçsiz insanların elinde bir zehre dönüşür.
O yüzden ne zaman tek başına kalsan, derin bir korku vardır. Çünkü sahte olan yok olmaya başlıyor.
Gerçeğin devreye girmesi ise biraz zaman alacaktır. Onu uzun yıllar önce kaybetmiştin. Bunca yıllı k
boşluğun bir şekilde kapanması gerektiğini düşünmen gerekli olacak.
"Kendimi kaybediyorum, duyularımı, akıl sağlığımı, zihnimi, her şeyimi kaybediyorum" korkusu yaşaman
çok doğal. Çünkü sana başkaları tarafından empoze edilmiş olan benlik bunlardan oluşmaktadır.
Deliriyormuş gibi hissedeceksin. Hemen kendini meşgul etmek için bir şeyler yapmaya başlarsın. Ortada
insan yoksa bile en azından bir eylem var ve bu sayede sahte benlik faaliyete devam ederek yok olmasının
önüne geçiyor.
O yüzden insanlar en çok tatillerde zorlanıyor. Be ş gün boyunca çalışırken, hafta sonu dinlenip, gevşeme
hayaliyle yaşıyor. Ama hafta sonu, dünyanın en kötü zamanlarıdır. Hafta sonu daha fazla kaza olur, daha
çok insan intihar eder, daha fazla cinayet, hırsızlı k ve tecavüz olur. Çok garip. Bütün bu insanlar beş gün
boyunca meşguldü ve hiçbir sorun yaşanmadı. Ancak hafta sonu onlara birden bir seçenek sunuyor: Ya bir
meşgale bulacaklar ya da gevşeyecekler. Ama gevşemek korkutucudur; sahte kimlik kaybolur. Faal kal,
aptalca olsa bile bir şeyler yap. İnsanlar hemen sahillere koşar, yollarda tampon tampona kilometrelerce
uzunluğunda trafik sıkışıklarına katlanır. Onlara nereye gittiklerini sorarsanız, "kalabalıktan kaçıyorum"
derler. Ama bütün kalabalık onlarla birlikte gidiyor! Te k başına olup dinginliği bulacaklar. Hem de hepsi!
Aslında evde kalmış olsalardı daha sakin daha kendi başına kalabileceklerdi çünkü bütün aptallar
"kafalarını dinlemek için" yola çıkmış durumda. Hepsi deli gibi acele ediyor çünkü ik i gün kısa sürede
bitecek ve ulaşmaları gerekiyor: Nereye olduğunu sorma!
Kumsalları görüyorsun. O kadar kalabalık ki, pazar yerleri bile bu kadar kalabalık değil. Çok garip ama
insanlar burada güneşlenirken kendini çok rahat hissediyor. Küçük bir kumsalda güneşlenip gevşeyen on
bin insan. Aynı kişi, ayı kumsalda tek başına olsa gevşeyemeyecekti. Ama etrafındaki binlerce kişinin
gevşediğini biliyor. Aynı insanlar ofisteydi, sokaklardaydı, alış veriş merkezlerindeydi, şimdi aynı insanlar
kumsalda.
Sahte benliğin var olabilmesi için kalabalık şarttır. Te k başına kaldığında çıldırmaya başlarsın, insan işte bu
noktada meditasyonu biraz anlamalıdır.
Endişe etme çünkü kaybolabilecek bir şeyi kaybetmeye değer. Ona yapışıp kalmak anlamsızdır; çünkü o
senin değil, o sen değilsin.
Sen aslında, sahte olan gidince onun yerine yükselecek olan taze, masum ve kirlenmemiş varlıksın. Kimse
"Ben kimim?" sorusunu senin yerine yanıtlayamaz. Bunu sen bileceksin.
Bütün meditasyon teknikleri sahteyi yok edecek birer destektir. Onlar sana gerçeği vermez; gerçek
verilemez.
Verilebilen bir şey gerçek olamaz. Gerçek zaten senin içinde olandır; sadece sahte olanın ortadan
kaldırılması gerekiyor.
Başka bir açıdan şöyle denebilir: Bi r Usta gerçekte sende olmayanı alıyor ve aslında senin sahip
olduklarını sana veriyor.
Meditasyon sadece sessiz ve tek başına olma cesaretidir. Yavaş yavaş, içinde yeni bir nitelik, yeni bir
canlılık, yeni bir güzellik, yeni bir zekâ hissetmeye başlarsın. Bu , kimseden ödünç alınmamıştır, senin
içinde büyümektedir. Kök ü senin varoluşuna dayanmaktadır. Eğer bir korkak değilsen, filizlenecek ve
çiçek açacaktır.
Sadece cesur, yürekli ve yiğit olan insanlar dindar olabilir; kiliseye gidenler değil. Onlar korkaklardır.
Hindular, Müslümanlar, Hıristiyanlar korkaktır. Onlar arayışa karşıdır. Aynı kalabalık sahte kimliklerini
daha da pekiştirmeye çalışır.
Sen doğdun; bu dünyaya bir canlı olarak, bilinçle, inanılmaz bir duyarlılıkla geldin. Küçük bir çocuğa bir
bak; gözlerindeki o tazeliğe bak. Bunun üstünü sahte kişilikle örtüyorlar.
Korkacak bir şey yok. Sen ancak kaybedilmesi kaçınılmaz olan bir şeyi kaybedebilirsin. Onu ne kadar
erken kaybedersen o kadar iy i olur çünkü ne kadar uzun kalırsa, o kadar güçlenir.
Kimse yarın ne olacağını bilmez.
Gerçek varlığının farkına varmadan ölme.
Gerçek varlıklarıyla yaşamış ve gerçek varlıklarıyla ölmüş o çok az sayıdaki insan gerçekten şanslı
olanlardır. Çünkü onlar hayatın sonsuz ve ölümünse kurgu olduğunu bilir.
|
SAYILARIN POLİTİKASI
Toplumda, senin tıpkı başkaları gibi davranacağın beklentisi hakimdir. Bira z farklı davranmaya başladığın
zaman bir yabancıya dönüşürsün ve insanlar yabancılardan çok korkar.
O yüzden ik i insanın bir araya geldiği her yerde; otobüste, trende, ya da otobüs durağında sessiz kalamaz.
Çünkü sessiz kaldıkları zaman ikis i de yabancı olarak kalır. Hemen birbiriyle tanışırlar: "Adın ne? Nereye
gidiyorsun? Ne iş yaparsın? Nerelisin?" Sadece birkaç soru. Sonra rahatlarlar; sen de tıpkı onlar gibi bir
insanmışsın.
İnsanlar her zaman uyumlu oldukları kalabalıklar içinde olmak ister. Sen farklı davranmaya başladığın an,
bütün kalabalık şüphelenmeye başlar; bir şeyin ters gittiğini düşünür. Seni tanıyorlar ve değişimi
görebiliyorlar. Seni, gerçek benliğini hiç kabullenmediğin zaman tanımışlardır ve şimdi birden gerçek
benliğini kabul ederken görüyorlar. Bu toplumda kimse kendini kabullenmez. Herkes kendisini lanetler.
Toplumun yaşam tarzı budur: kendini lanetle. Ve eğer sen kendini lanetlemiyorsan, kendini kabul
ediyorsan, o zaman toplumdan ayrı düşmüş olursun. Toplum ise, sürüden ayrılmış olan kimseye tahammül
edemez çünkü toplum sayılarla yaşar; buna sayıların politikası denir. Sayı çok olduğu zaman insanlar
kendini iyi hisseder. Sayı çok daha büyük olunca ise insanlar haklı olduğunu hisseder; yanılıyor olamazlar,
milyonlarca insan onlarla birliktedir.
Dışlananların içindeyse şüpheler belirmeye başlar: "Kimse benimle değil. Hakl ı olduğumun garantisi ne?"
O yüzden bana göre bu dünyada en büyük cesaret bir birey olmaktır.
Birey olmak için en üst seviyede korkusuzluk temeline sahip olmak gerekir: "Bütün dünyanın bana karşı
olması önemli değil. Önemli olan şey benim geçerli bir deneyim yaşamış olmam. Ben rakamlara bakmam,
yanımda kaç kiş i olduğuyla ilgilenmem. Ben sadece deneyimimin geçerliliğine bakarım. Bi r papağan gibi
başkalarının sözünü tekrar edip etmediğime ya da anlattıklarımın kaynağının kendi deneyimlerim olup
olmadığına bakarım. Eğer kendi deneyimimse, eğer benim kanımın, kemiğimin, iliğimin bir parçasıysa, o
zaman bütün dünya karşımda olsa bile ben yine de haklıyım ve onlar haksız. Gerisi önemli değil, kendimi
i yi hissetmem için onların oylarına ihtiyacım yok. Sadece başkalarının fikirlerini taşıyan insanlar
başkalarının desteğine ihtiyaç duyar."
Ancak toplum bugüne kadar böyle işlemiştir. Seni bu sayede ağılda tutabiliyorlar. Eğer onlar üzgünse, sen
de üzgün olmak zorundasın; eğer onlar mutsuzsa, sen de mutsuz olmak zorundasın. Onlar neyse, sen de
aynı şey olmak zorundasın. Farkl ı olmaya izin verilmez çünkü farklar bireyliğe ve özgünlüğe giden yolu
açar. Ama toplum bireylerden ve özgünlükten çok korkar. Bu , birinin kalabalıktan bağımsız olduğunu ve
kalabalığı hiç umursamadığını gösterir. Tanrıların, tapınakların, rahiplerin, kutsal metinlerin onun için artık
anlamsızdır.
Artık onun kendi varlığı ve yöntemi vardır, kendi tarzı vardır; yaşama, ölme, kutlama, şarkı söyleme ve
dans etme. O artık yuvasına dönmüştür.
Kimse kalabalıkla birlikte yuvasına dönemez. İnsan yuvasına ancak tek başına ulaşabilir.
"İÇ SESİNİ" DİNLE
B i r çocuk sürekli kafasını kaşıyormuş. Bi r gün babası ona bakıp, "Oğlum, neden sürekli kafanı
kaşıyorsun?" diye sormuş.
Çocuk yanıtlamış: "Hmm, galiba onun kaşındığını benden başka bilen yok."
B u , iç sestir! Sadece sen biliyorsun. Başka birinin bilmesi mümkün değil. Dışarıdan gözlemlenemez. Başın
ağrıdığı zaman sadece sen bilirsin, ispat edemezsin. Mutlu olduğun zaman sadece sen bilirsin, ispat
edemezsin. Onu bir masanın üzerine koyup başkalarının denetimi ya da incelemesine açman mümkün
değildir. Hatta, iç ses o kadar derindedir ki, sen bile onun var olduğunu ispat edemezsin. Zaten o yüzden
bilim onu inkâr edip duruyor. Ancak inkâr insana ait değildir. Bi r bilim adamı bile ne zaman sevgi
hissettiğini bilir; bir iç duygusu olduğunu bilir. Orada bir şey var! O bir nesne değil, bir cisim değil; onu
başkalarının önüne koyamazsın... ama hâlâ var.
İç sesin kendi geçerliliği vardır. Ancak bilimsel şartlanma nedeniyle insanlar kendi iç seslerine güvenlerini
kaybetmiştir. Başkalarına bağımlıdırlar. Başkalarına o kadar bağımlısın ki, eğer biri "Ne kadar mutlu
görünüyorsun!" derse, kendini mutlu hissetmeye başlıyorsun. Eğer yirmi kiş i seni mutsuz etmeye karar
verirse, seni mutsuz edebilirler. Bütün bir gün aynı şeyi söylemeleri yeter. Ne zaman onlardan biriyle
karşılaşsan, sana "Çok mutsuz, çok üzgün görünüyorsun. Sorun nedir? Yoksa biri mi öldü?" deseler,
hemen şüphelenmeye başlarsın: Eğer bu kadar insan mutsuz olduğunu söylüyorsa, öyle olmalısın.
Başka insanların düşüncelerine bağımlısın. Başka insanların fikirlerine o kadar bağımlısın ki, kendi iç
sesinle bağlantını bile kaybettin. İç sesini yeni baştan keşfetmen gerekiyor çünkü güzel olan her şey, iyi
olan, kutsal olan her şey ancak içsel olarak hissedilebilir.
İnsanların fikirlerinden etkilenmeyi bırak. Bunun yerine içine dön; iç sesinin sana bir şeyler söylemesine
engel olma. Ona güven. Eğer ona güvenirsen, gelişecektir. Eğer ona güvenir ve onu beslersen, daha güçlü
olacaktır.
Vivekananda, Ramakrishna'ya gitti ve "Tanrı yoktur! Bunu ispat edebilirim. Tanrı yoktur!" dedi. Çok
mantıklı, çok kuşkucu biriydi. Batı felsefesi ekolünde çok iyi bir eğitim almıştı. Ramakrishna ise eğitimsiz,
okur yazar olmayan biriydi. Vivekananda'ya, "Peki, ispat et bakalım!" dedi.
Vivekananda uzun uzun konuştu, bütün kanıtlarını ortaya döktü. Ramakrishna dinledi ve sonunda konuştu:
"Ama benim iç sesim Tanrının olduğunu söylüyor. Bu konuda son hükmü verecek olan da odur. Senin
bütün söylediklerin bir tezden ibaret. Senin iç sesin ne diyor?"
Vivekananda bunu aklına bile getirmemişti. Omuz silkti. O, kitaplar okumuş, tartışmaları değerlendirmiş,
lehte ve aleyhte kanıt toplamış ve bu kanıtlardan yola çıkarak Tanrı'nın var olup olmadığını belirlemeye
çalışmıştı. Ama kendi içine bakmamıştı. Kendi iç sesine sormamıştı.
Bu çok aptalca. Ama kuşkucu zihin zaten aptaldır, mantıklı zihin aptaldır.
Ramakrishna devam eder: "Savların çok güzel, keyif aldım. Ama ne yapabilirim? Ben biliyorum! İç sesim
onun var olduğunu söylüyor. Tıpk ı iç sesimin bana mutlu olduğumu, hasta olduğumu, üzgün olduğumu,
karnımın ağrıdığını ya da bugün kendimi iyi hissetmediğimi söylediği gibi. İç sesim bana Tanrı vardır diyor.
Bu bir tartışma konusu değil."
Daha sonra Ramakrishna, "Sana ispat edemem ama eğer istersen sana gösterebilirim." dedi. Daha önce hiç
kimse Vivekananda'ya Tanrı'nın gösterilebileceğini söylememişti. Vivekananda daha bir şey söylemeden
Ramakrishna onun üzerine atladı - o vahşi bir adamdı - üzerine çıktı ve ayaklarıyla Vivekananda'nın
göğsüne bastırdı! Sonra bir şey oldu, bir enerji sıçraması yaşandı ve Vivekananda üç saat boyunca transa
girdi. Gözlerini açtığı zaman tamamen farklı bir insan olmuştu.
Ramakrishna sordu: "Şimdi ne diyorsun? Tanrı var mı, yok mu? İç sesin şimdi ne diyor?"
Vivekananda daha önce hiç yaşamadığı bir dinginlik ve sakinlik içindeydi. İçinde büyük bir neşe vardı,
içinden taşmakta olan bir mutluluk yaşıyordu. Ramakrishna'nın önünde eğildi, ayaklarına dokundu ve
"Evet, Tanrı var!" dedi.
Tanrı bir kiş i değildir: O, sonsuz mutluluk, sınırsı z bir evinde olduğun duygusudur. "Ben bu dünyaya ait
biriyim ve bu dünya da bana ait. Ben burada bir yabancı değilim." duygusunu en üst düzeyde hissetmektir.
Varoluşsal bir; "Bütün ve ben ayrı değiliz." hissidir. Bu deneyim Tanrı'dır. Ancak bu duygu sadece iç
sesinin işini yapmasına izin verdiğin zaman mümkün olabilir.
Buna izin vermeye başla! Ona mümkün olduğunca çok fırsat ver. Sürekli dışsal otoriteleri arama ve dışsal
fikirlere yönelme. Kendini biraz daha bağımsız kılmaya çalış. Daha fazla hisset, daha az düşün.
Git ve bir güle bak, ama hemen papağan gibi "Ne kadar güzel" deme. Bu sadece insanların sana söylemiş
olduğu bir fikir olabilir; çocukluğundan beri sürekli "Gül çok güzel bir çiçektir. Harika bir çiçektir."
sözlerini duyuyorsun. O yüzden bir gül gördüğün zaman, hemen tuşuna basılmış bir bilgisayar gibi "Bu çok
güzel" diyorsun. Bunu gerçekten hissediyor musun? Bu senin içinden gelen duygular mı? Eğer değilse,
söyleme.
Aya baktığın zaman, eğer kendi iç sesin değilse, güzel olduğunu söyleme. Zihninde taşıdığın şeylerin yüzde
doksan dokuzunun ödünç alınmış olmasına şaşıracaksın. Ve bu yüzde doksan dokuzluk işe yaramaz çöp
içinde kalan yüzde birlik iç ses kaybolup boğulmuş durumda. Bilgil i olmaktan vazgeç. Kendi iç sesini
tekrar bul. Tanrı'yı iç sesinle bilebilirsin.
Altı duyu vardır: Be ş tanesi dış duyudur; sana dünyayı anlatırlar. Gözler ışı k hakkında bir şeyler söyler;
gözlerin olmadan ışığı bilemezsin. Kulaklar ses hakkında bir şeyler söyler; kulakların olmadan ses
hakkında hiçbir şey bilemezsin. Sonra bir de altıncı duyu var, iç ses. Bu duyu sana kendin ve her şeyin
sonsuz kaynağı hakkında bir şeyler söyler. Bu duyunun keşfedilmesi gerekir. Meditasyon iç sesin
keşfinden başka bir şey değildir.
DÜNYADAK İ E N BÜYÜ K KORK U BAŞKALARINI N FİKİRLERİDİR . V e kalabalıktan artık
korkmadığın an artık bir koyun değil, bir aslan olursun. Kalbinde dev bir kükreme yükselir, özgürlüğün
kükremesi.
Buda buna aslanın kükremesi demişti. Bi r insan tam dinginliğe ulaştığı zaman bir aslan gibi kükrer. İl k kez
olarak özgürlüğün ne olduğunu bilir, çünkü artık başka insanların ne düşündüğü korkusu kalmamıştır.
İnsanların ne dediği önemli değildir. Onların sana aziz ya da günahkâr demeleri hiç önemli değildir; senin
için tek ve yegane yargıç Tanrı'dır. 'Tanrı' bir kiş i demek değildir, Tanrı sadece bütün evren demektir.
Bu bir kişiyle yüz yüze gelme durumu değildir; sen ağaçlarla, nehirlerle, dağlarla, yıldızlarla... bütün
evrenle yüzleşmek durumundasın. Ve bu bizim evrenimiz, biz onun bir parçasıyız. Ondan korkmaya gerek
yok, ondan bir şey gizlemeye gerek yok. Aslında çabalasan bile ondan bir şey gizleyemezsin. Bütünlük
zaten biliyor, bütünlük seni senden daha iyi tanıyor.
İkinci konu ise bundan bile daha önemli: Tanrı zaten hükmünü vermiştir. Bu , gelecekte olacak bir şey
değildir, zaten olmuştur: O yargısını çoktan vermiştir. O yüzden bu yargının korkusu bile ortadan kaybolur.
Kıyamet Gününde bir yargılama söz konusu değildir. Korkmana gerek yok. Kıyamet il k günden koptu;
seni yarattığı an o zaten hükmünü vermişti. Seni tanıyor, sen onun yarattığı bir varlıksın. Eğer sende bir
şey ters giderse, sorumlusu O olur, sen değil. Eğer yanlış yola saparsan sorumlusu O, sen değil. Sen nasıl
sorumlu olabilirsin? Sen kendini yaratmadın ki ! Eğer resim yaparken bir şey yanlış giderse, bunun
sorumlusunun resim olduğunu söyleyemezsin! Sorumlusu ressamdır.
O yüzden kalabalıktan, ya da dünyanın sonu geldiğinde ne yapıp yapmadığına dair hesap soracak hayali
bir Tanrı'dan korkmana gerek yok. O zaten hükmünü verdi... Bu çok önemli. Hüküm çoktan verildiği için
zaten özgürsün. Ve insan, kendi olma özgürlüğüne sahip olduğunu tam olarak idrak ettiği zaman hayatı
devingen bir niteliğe bürünür. Kork u esaret yaratır, özgürlük sana kanat verir.
ÖZGÜRLÜK SANA KANAT VERİR
B en tüm hayatım boyunca uyumsuz birisi oldum... Ailemin içinde, dinimde, ülkemde; ve bundan çok
büyük bir keyif aldım çünkü toplumla uyumsuz olmak birey olmak demektir.
Varolan kurulu düzenle uyumlu olmak, bireyliğini kaybetmek demektir. Ve bütün dünyan bundan ibaret.
Uzlaşmaya gidip bireyliğini kaybettiğin an, her şeyi kaybetmiş olursun. İntihar etmiş olursun. Yaşadığımız
dünya düzenine uyum sağlamış olan insanlar, kendilerini yok etmiş olan insanlardır.
Bunun çok büyük bir cesaret, çok güçlü bir özgürlük duygusu gerektirdiği kesin; aksi halde bütün dünyaya
karşı tek başına direnemezsin. Ama bütün dünyaya karşı çıkmak o kadar büyük bir keyif, neşe ve lütuftur
k i, hayatlarında hiç toplumla uyumsuzluk yaşamamış olanlar bunu anlayamaz.
İnsanlık tarihindeki bütün büyük isimler toplumlarında birer çıban başı olmuştur. İnsanoğlunun
mutluluğuna ve dünyanın güzelliğine katkı yapmış olan bütün insanlar, toplumlarıyla çatışma içinde
olmuştur. Uyumsuz olmak çok değerli bir niteliktir.
Hiçbir noktada taviz verme. İl k uzlaşma, senin yıkımının başlangıcıdır.
Bununla, inatçı olman gerektiğini söylemiyorum; eğer bir şeyin doğru olduğunu görüyorsan, ona uy. Ama
bir şeyin doğru olmadığını fark ettiğin an, bütün dünya doğru olduğunu hissediyor olsa bile, o şey artık
senin için doğru değildir. Konumunu sabitle. Bu sana dayanma gücü, azim ve belli bir bütünlük verecektir.
Uyumsuz olmak demek, egoist olmak demek değildir. Eğer bir egoistsen, er ya da geç uzlaşmaya gidersin.
Ne zaman daha egoist olmanı sağlayacak bir grup insan, bir toplum ya da bir ülke bulursan, hemen o
topluma uyum sağlarsın. Gerçek uyumsuz mütevazı bir insandır, o yüzden kimse onu içine çekemez. O
özgürdür, çünkü egosundan özgürleşmiştir.
Benim anlayışıma göre sadece zeki olan ve birey olan insanlar dışlanır. İtaatkâr insanlar, bireyselliği
olmayan insanlar, ifade özgürlüğü olmayan insanlar, hiçbir şeye hayır diyemeyen, kendi arzusuna karşı
olsa bile evet demeye hazır olan insanlar bu dünyada saygın bir konuma yükselirler. Onlar başkan olur,
onlar başbakan olur. Onlar, sırf intihar etmiş oldukları için her şekilde saygı görürler. Onlar artık
yaşamıyor, fosilleşmiş durumdalar. Yaşayan bir insanı nasıl belirli bir kalıp içine sokabilirsin? Her birey
özgündür. Neden bir başkasının kalıbına sığsın ki?
Dünyadaki bütün mutsuzluk çok basit bir şekilde açıklanabilir: Herkes, doğalarının olmalarını istediği şeyin
ne olduğu araştırılmadan, başkaları tarafından kesilip, kalıplanarak bir düzene uyduruluyor. Varoluşa bir
fırsat bile vermiyorlar. Çocuk doğduğu andan itibaren onu bozmaya başlıyorlar. Tabii, tamamen iyi niyetli
olarak. Hiçbir ebeveyn bunu bilinçli olarak yapmıyor ama onlar da aynı şekilde şartlandırılmışlar. O da
aynı şeyi çocuğuna uyguluyor; başka bir yol bilmiyor ki.
İtaat etmeyen çocuk sürekli ayıplanıyor. İtaatkâr çocuk ise sürekli övülüyor. Peki ama sen hiç itaatkâr bir
çocuğun herhangi bir yaratıcı alanda dünyaca ünlü olduğunu gördün mü? Sen hiç edebiyat, barış ya da
bilim Nobel ödülü almış itaatkâr bir çocuk duydun mu? İtaatkâr çocuk sıradan kalabalığın bir parçası olur.
B en her yerde sürekli bir uyumsuz olarak yaşadım ve her anını, her damlasını keyifle yaşadım. Sadece
kendin olmak o kadar güzel bir yolculuk ki.
NEYDEN ÖZGÜR, NE İÇİN ÖZGÜR
Asla bir şeyden özgür olma şeklinde düşünme; her zaman ne için özgür olma şeklinde düşün. Aradaki fark
çok büyüktür, hem de çok büyük. Sakın neyden diye düşünme, ne için diye düşün. Tanrı için özgür ol,
gerçek için özgür ol; ama kalabalıktan özgürleşme, kiliseden özgürleşme, şundan ya da bundan özgürleşme
gibi düşünme. Bi r gün oldukça büyük bir mesafe kat edebilirsin ama asla özgür olamazsın, asla. Bu bir
çeşit baskı kurma olacaktır.
Neden kalabalıktan bu kadar korkuyorsun? Eğer bir çekim varsa, o zaman korkun sana ait olan bu çekimi
gösterecektir, senin çekimini. Nereye gidersen git, kalabalık sana hükmedecektir.
Söylediğim şey şu, bundaki hakikatlere bir bak; kalabalığı düşünmene gerek yok. Sadece kendi varlığını
düşün. Hemen şimdi bırakabilirsin. Eğer mücadele içinde olursan özgür olamazsın. Bırakabilirsin çünkü
mücadele etmenin bir anlamı yok.
Sorun kalabalık değil... sorun olan sensin. Kalabalık seni çekmiyor, sen çekiliyorsun. Bi r başkası
tarafından değil, kendi bilinçsiz şartlanmaların tarafından çekiliyorsun. Bi r şeyin sorumluluğunu asla bir
başkasına atma çünkü o zaman asla ondan özgürleşemezsin. Özünde sorumluluk sana ait. İnsan neden
kalabalığa bu kadar karşı olmalı? Zavallı kalabalık! Neden ona bu kadar karşı olmalısın? Neden böyle bir
yarayı taşıyorsun?
Sen işbirliği yapmadığın sürece kalabalık bir şey yapamaz. O yüzden söz konusu olan senin işbirliğin.
Hemen şu an işbirliğine bir son verebilirsin, kolayca. Eğer bu iş için çaba sarfedersen başın derde
girecektir. O yüzden hemen yap. Eğer savaşırsan, bunun kaybedilmekte olan bir savaşa girmek anlamına
geldiğini görebildiğinde, ondan vazgeçiş anlık bir hamle, kendiliğinden oluşan bir kavrayışla
gerçekleşiverir. Savaş açtığın takdirde sadece kalabalığa önem verdiğini göstermiş olursun.
Milyonlarca insanın başına gelen de bu. Bazıları kadınlardan kaçmak istiyor - bu durum Hindistan'da
yüzyıllardır yaşanıyor - sonra da gitgide kendilerini onun içinde daha fazla kaybediyorlar. Seksten
kurtulmak istiyorlar ve bütün zihinleri cinsellikle dolu oluyor; seksten başka bir şey düşünemez oluyorlar.
Oruç tutuyorlar, uyumuyorlar; şu ya da bu pranayama'yı, yogayı ve bin bir farklı yöntemi deniyorlar; hepsi
saçmalık. Seks ile ne kadar çok savaşırlarsa, onu o kadar çok güçlendiriyorlar, ona o kadar çok
yoğunlaşıyorlar. Ölçüyü kaçıracak kadar önem kazanıyor.
Hıristiyan manastırlarında olan budur. O kadar çok bastırmışlar ki korkuyorlar. Eğer sen de kalabalıktan
fazla korkmaya başlarsan, aynı şeyi yaşarsın. Kalabalık senin işbirliğin olmadan hiçbir şey yapamaz. O
yüzden sorun senin farkında olman. İşbirliği yapma!
Bu benim gözlemim: Başına ne gelirse gelsin, sorumlusu sensin. Başkaları sana bir şey yapmıyor. Sen
böyle olmasını istedin, öyle oldu. Bir i seni sömürüyor çünkü sen sömürülmek istiyorsun. Bir i seni hapse
atmıştır çünkü sen hapse girmek istedin. Bunun için belirli bir arayış olmalı. Belk i sen buna güvenlik dedin.
Verdiğin isim farklı olabilir, etiketlerin farklı olabilir ama sen hapse girmek için can atıyordun çünkü
hapiste güvendesin ve orada emniyetsiz olmazsın.
Ama hapishane duvarlarıyla savaşma, içine bak. O güvence için can atan şeyi bul ve kalabalığın seni nasıl
maniple ettiğini gör. O kalabalıktan bir şey istiyor olmalısın; tanınma, onur, saygı, saygınlık. Eğer bir şey
istersen karşılığını ödemelisin. O zaman kalabalık sana, "Tamam, sana saygı vereceğiz ama sen de bize
özgürlüğünü vereceksin." der. Bu basit bir alışveriş. Ama kalabalık sana bir şey yapmadı: onu isteyen
sensin. O yüzden kendi önünden çekil!
GERÇEK YÜZÜNÜ BUL
Neysen o ol ve dünyayı asla hiç umursama. O zaman derin bir rahatlık hissedeceksin ve kalbin huzurla
dolacak. Zen insanlarının "gerçek yüz" dediği şey budur; gevşemiş, gerginlikten uzak, iddiasız, ik i yüzlü
olmayan ve nasıl davranman gerektiği hakkındaki sözde öğretiler olmadan varolmak.
Ve unutma, gerçek yüz çok şiirsel bir ifade ama bu, farklı bir yüzün olacağı anlamına gelmiyor. Aynı yüz
bütün gerginliklerinden arınacak, aynı yüz gevşeyecek, aynı yüz önyargısız olacak, bu aynı yüz
başkalarından üstün görmeyecek kendisini. Bu yeni değerlere sahip aynı yüz, senin gerçek yüzün olacak.
Çok eski bir atasözü vardır:
Birçok kişi, korkak olma cesaretini gösteremediği için kahraman olmuştur.
Eğer bir korkaksan, bunun neresi yanlış? Bi r korkaksın. Ne güzel bir şey. Korkaklara da ihtiyaç vardır,
aksi halde kahramanları nereden bulacaksın? Korkaklar, kahraman yaratmak için zorunlu olan temeli
oluşturmak için kesinlikle gereklidir.
Sadece kendin ol, her kimsen. Ası l sorun daha önce hiç kimsenin sana kendin ol dememiş olması. Herkes
burnunu sokuyor, en sıradan durumlarda bile herkes sana şöyle ya da böyle davranman gerektiğini
söylüyor.
B en okula giderken... küçük bir çocukken, bana nasıl olmam gerektiğinin söylenmesinden nefret ederdim.
Öğretmenler bana rüşvet teklif etmeye başladı: "Eğer doğru davranırsan, bir dahi olabilirsin."
Hemen karşılık verdim: "Dahiliğin canı cehenneme, ben sadece kendim olmak istiyorum." Ayaklarımı
masanın üstüne koyarak otururdum ve her öğretmen rahatsız olurdu. "Ne biçim davranıyorsun?" diye
çıkışırlardı.
B en de yanıt verirdim: "Masa bana yapma demiyor ki! Bu , masayla benim aramda olan bir konu, siz neden
bu kadar kızıyorsunuz? Ayaklarımı sizin kafanıza koymuş değilim ki ! Si z de tıpkı benim gibi rahat
olmalısınız. Ayrıca bu şekilde sizin öğrettiğiniz saçmalıkları çok daha iy i anlayacağımı hissediyorum."
Sınıfın bir duvarında çok güzel bir pencere vardı ve pencereden dışarıdaki ağaçlar, kuşlar ve guguk kuşları
görünüyordu. Çoğunlukla pencereden dışarı bakardım ve öğretmen gelip, "Neden okula geliyorsun ki?"
diye sorardı.
Hemen yanıtlardım: "Çünkü evimde böyle, bütün gökyüzünün göründüğü bir pencere yok. Ve evimin
olduğu yerde guguk kuşları, kuşlar yok. Evi m şehirde, etrafında bir sürü başka ev var, o kadar kalabalık ki
kuşlar oraya gelmiyor. Guguk kuşları oradakilerin şarkılarıyla kutsayacakları insanlar olmadığını
hissediyor.
Buraya siz i dinlemeye geldiğim fikrini unutun! Ücretim ödeniyor. Burada sadece bir hizmetçi olduğunuzu
unutmayın. Eğer sınıfta kalırsam gelip size şikayette bulunmayacağım; sınıfta kalırsam üzülmeyeceğim.
Ancak eğer bütün bir yı l boyunca aslında dışarıdaki guguk kuşlarını dinlerken siz i dinliyormuş gibi
yaparsam, bu ik i yüzlü bir yaşamın başlangıcı olur ve ben ik i yüzlü olmak istemiyorum."
Öğretmenler, profesörler her konuyu belirli bir şekilde yapmamı istedi. O günlerde benim okulumda -ve
belki de hâlâ devam ediyordur- herkes kep takıyordu. Benim keplere karşı hiçbir husumetim yok;
üniversiteden ayrıldıktan sonra kep giymeye başladım ama üniversiteden ayrılıncaya kadar hiç giymedim.
Rahatsız olan il k öğretmen geldi ve "Okulun disiplinini bozuyorsun. Kepin nerede?" diye sordu.
"Okul yönetmeliğini getirin. Orada her çocuğun kep giymesi gerektiğinden söz ediliyor mu? Eğer yoksa,
okul kurallarına aykırı olan bir şeyi bana dikte ettirmeye çalışıyorsunuz." dedim.
Beni müdüre götürdü ve ben de müdürle konuştum: "Ben hazırım. Bana kep takmanın mecburi olduğunu
yazan maddeyi gösterin. Eğer mecburiyse okuldan ayrılmam gerekebilir ama önce kep takmanın mecburi
olduğunun nerede yazdığını gösterin."
Tabii böyle bir yazılı kural yoktu ve ben devam ettim: "Bana kep takmak için geçerliliği olan mantıklı bir
neden gösterebilir misiniz? Zekâmı arttıracak mı? Hayatımı uzatacak mı? Beni daha sağlıklı mı yapacak,
daha anlayışlı mı kılacak? Bildiğim kadarıyla Hindistan'da başa bir şey takılmadığı tek eyalet Bengal ve
ülkenin en zeki bölgesi orası. Punjab ise tam tersi. Orada insanlar kep yerine sarık takıyor. O kadar büyük
sarıklar kullanıyorlar ki, sanki kaçmaya çalışan zekalarını kafalarının içinde tutmaya çalışıyorlar. Sonuçta
Punjab ülkenin en az zeki bölgesi."
Müdür cevap verdi: "Söylediklerin mantıklı ama bu bir okul disiplini sorunu. Eğer sen kep takmazsan,
başkaları da takmaz."
B en de, "O zaman neden korkuyorsunuz? Bu geleneği terk edin." dedim.
H iç kimse kesinlikle hiç önemi olmayan konularda bile kendin olmana izin vermek istemiyor.
Gençliğimde saçlarım uzundu. Sürekli babamın dükkanına girip çıkmak zorunda kalırdım çünkü evimize
giriş sadece dükkandandı. Ev , dükkanın arkasındaydı ve dükkandan geçmek zorundaydık. İnsanlar "Bu
kimin kızı?" diye sorardı. Saçlarım o kadar uzundu ki, bir oğlanın bu kadar uzun saçlı olabileceğini hayal
bile edemiyorlardı.
Babam epey bir utana sıkıla, "O, oğlan." demişti.
"Ama o zaman saçları neden bu kadar uzun?" diye sordular.
B i r gün - bu babamın normal tavrı değildi - o kadar utanıp, kızmıştı ki gelip saçlarımı kendi elleriyle
kesmişti. Dükkanda kumaş kesmek için kullandığı makası alıp saçlarımı kesmişti. Ona bir şey
söylemedim... buna şaşırdı. "Hiçbir şey söylemeyecek misin?" diye sordu.
"Kendi tarzımla söyleyeceğim." diye yanıtladım.
"Ne demek istiyorsun?"
"Görürsün." dedim. Evimizin karşısında dükkanı olan afyon müptelası berbere gittim. O, saygı duyduğum
tek insandı. Yan yana bir sürü berber dükkanı vardı ama ben o ihtiyarı çok severdim. Şahsına münhasır bir
adamdı ve beni çok severdi; saatlerce konuşurduk. Sürekli saçmalardı! Bi r gün bana şöyle dedi: "Bütün
afyon müptelaları bir araya gelip siyasi parti kurabilirse, ülkeyi ele geçirebilirdik!"
"Çok iyi bir fikir! " dedim.
"Ama" diye devam etti, "hepimiz afyon müptelası olduğumuz için, ben kendi fikirlerimi bile unutuyorum."
"Endişe etme. Ben buradayım ve hatırlarım. Sen bana bu ülkede neleri değiştirmek istediğini, ne tür bir
siyasi ideoloji istediğini söyle, ben hallederim."
Ama o gün ona gidip saçlarımı kazımasını söyledim. Hindistan'da sadece babası ölenler saçlarını kazıtır.
B i r an için afyon müptelası berber bile ayıldı ve "Ne oldu? Baban mı öldü?" diye sordu.
"Sen bunu kafana takma. Dediğimi yap yeter; gerisi seni ilgilendirmez! Saçlarımı kazımanı istiyorum"
dedim.
"Tamam!" dedi. "En kolayı bu. Çoğu zaman başım derde giriyor, insanlar bana 'sakalımı kes' diyor ve ben
unutup kafalarını kazıyorum. 'Ne yaptın?' diye kızıyorlar ve ben de 'Ne kızıyorsun? Olan olmuş, bu yüzden
senden para almayacağım.' diyorum."
Hep gidip dükkanında otururdum çünkü sürekli komik bir şeyler olurdu. Adamın bıyığının yarısını kestiği
zaman birden aklına bir şey gelir ve, "Bekle, çok acil bir işim olduğunu hatırladım." derdi. Adam
arkasından bağırırdı: "Ama ben koltukta kaldım ve bıyığımın yarısı duruyor. Dükkandan dışarı çıkamam
ki! " Berber, "Hemen geliyorum!" diye bağırırdı.
Ama saatler geçmesine rağmen dönmezdi ve koltuktaki adam söylenir dururdu: "Bu adam aptal mı ne?"
B i r keresinde, bir adamın bıyığının diğer yarısını ben kesmek zorunda kaldım. Ona, "Artık özgürsün. Bu
dükkana bir daha gelme yeter. Adam sana çok büyük bir zarar vermedi, sadece çok unutkan, hepsi bu."
dedim.
Neyse. Berber, "Haklısın. Beni ilgilendirmez. Eğer ölmüşse, ölmüştür." dedi.
Saçlarımı tamamen kazıdı ve ben de eve gittim. Dükkandan geçtim. Babam ve bütün müşteriler bana
baktı. Müşteriler hemen sordu: "Ne oldu? Bu kimin oğlu? Babası ölmüş."
Babam yanıtladı: "O benim oğlum ve ben yaşıyorum! Bi r şeyler yapacağını biliyordum. Bana iy i bir cevap
verdi."
Nereye gidersem gideyim insanlar hemen soruyordu: "Ne oldu? Baban çok sağlıklı görünüyordu."
"İnsanlar her yaşta ölebilir. Onun için endişeleniyorsunuz ama benim saçlarım için endişelenen yok."
B u , babamın bana yaptığı son müdahale oldu. Çünkü karşılığının daha tehlikeli olabileceğini anladı! Hatta
gidip saçların çabuk uzaması için kullanılan belirli bir yağ aldı. Bu çok pahalı bir yağdır, Bengal'de yetişen
javakusum adındaki bir çiçekten çıkartılır. Çok nadir bulunan, çok pahalı bir yağdır. Sadece en zenginler
kullanırdı. Erkekler değil, kadınlar kullanırdı. Saçlarını mümkün olduğunca uzun tutmak için. Bengal'de
saçları yerleri süpüren kadınlarla karşılaştım. Bi r buçuk metre, ik i metre uzunluğunda saçlar. O yağ,
özellikle saçları çok güçlü yapıyor, hemen uzatıyordu.
"Şimdi anladın." dedim.
"Evet, anladım." dedi. "Bu yağı hemen kullan; birkaç ay sonra saçların geri gelecektir."
" Bu durumu sen yarattın. Utanacak ne vardı? 'Benim kızım' diyebilirdin. Bu beni rahatsız etmezdi. Ama
bana bu şekilde müdahale etmen çok yanlıştı. Şiddet dolu ve barbarcaydı. Bana hiçbir şey söylemeden
gelip saçlarımı kesmeye başladın." dedim.
H iç kimse başkasının kendisi olmasına izin vermiyor. Bu fikirler o kadar derinine işlemiştir ki, sanki kendi
fikrinmiş gibi görünür. Rahatla. Bütün bu şartlandırmaları unut, kuruyan yaprakların ağaçlardan yere
düşmesi gibi onları bırak. Plastik yapraklara, plastik çiçeklere sahip olmaktansa, yapraksız, çıplak bir ağaç
olmak daha iyidir.
Gerçek yüz sadece, herhangi bir ahlak kuralının, dinin, toplumun, ebeveynlerin, öğretmenlerin, rahiplerin
sana hükmetmesine izin vermemek demektir. Hiç kimsenin hakimiyeti altında olmamak demektir. Sadece
hayatını içsel duyarlılığına uygun olarak yaşa - ki bu duyarlılığın var - ve gerçek yüzüne sahip olacaksın.
TEHLİKELİ YAŞAMANIN COŞKUSU
Cesur olanlar kafalarının dikine gider. Bütün tehlike fırsatlarını ararlar. Hayat felsefeleri sigorta
şirketlerininkine benzemez. Onların hayat felsefeleri, dağcıların, planörcülerin, sörfçülerin felsefesidir. Ve
onlar sadece dışarıdaki denizlerde sörf yapmaz; kendi içlerindeki derin denizlerde de sörf yaparlar. Onlar
sadece Alpler'e ya da Himalayalar'a tırmanmaz; iç doruklarının da peşine düşerler.
Tehlikeli yaşamak demek, yaşamak demektir. Eğer tehlikeli yaşamıyorsan, sen yaşamıyorsun. Yaşamak
ancak tehlikede çiçek açar. Yaşamak asla güvenlik içinde çiçeklenmez; sadece güvensiz durumlarda
çiçeklerini açar.
Eğer garantili yaşamaya başlarsan, durgun bir havuza dönüşürsün. O zaman enerjin akmaz. O zaman
korkarsın; çünkü insan bilinmeyene nasıl adım atacağını asla bilmez. B u risk i neden alacaksın ki? Bilinen
çok daha güvenlidir. O zaman tanıdık olanı saplantı haline dönüştürürsün. Onlardan bıkarsın, onlardan
sıkılırsın, kendini mutsuz hissedersin ama yine de tanıdık ve rahatlatıcı görünürler. En azından biliniyordur.
Bilinmeyen ise seni korkudan titretir. Bilinmeyenin fikri bile senin güvencesizlik hissetmene neden olur.
Dünyada sadece ik i tür insan vardır: Rahat yaşamak isteyenler; onlar ölümün peşindeler, rahat bir mezar
istiyorlar. Bi r de yaşamak isteyenler var; onlar tehlikeli yaşamı seçer, çünkü yaşam ancak ris k olan yerde
zenginleşir.

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Mar 03, 2020 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

cesaret osHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin