2 Bölüm

24 0 0
                                    

GÜVENİN YOLU
GÜVE N EN BÜYÜ K ZEKÂDIR. . İnsanlar neden güvenmiyor? Çünkü kendi zekâlarına güvenmiyorlar.
Korkuyorlar, aldatılmaktan korkuyorlar. Korkuyorlar; o yüzden kuşku duyuyorlar. Kuşk u korkudan
kaynaklanır. Kuşku , kendi zekândaki bir çeşit güvensizlikten kaynaklanıyor. Güvenebileceğinden emin
olmadığından güvene kucak açamıyorsun. Güvenin, büyük zekâya, cesarete ve bütünlüğe ihtiyacı vardır.
Onun derinine inmek için büyük bir kalbe gerek var. Eğer yeterince zeki değilsen, kuşku duyarak kendini
korursun.
Eğer zekân varsa, bilinmeyene adım atmaya hazırsın; çünkü, eğer bütün bilinen dünya yok olsa ve
bilinmeyenin ortasında yalnız kalsan bile, orada yaşayabileceğini biliyorsun. Bilinmeyenin içinde kendine
bir yuva kurabilirsin. Zekâna güveniyorsun. Kuşk u savunmadadır; zekâ kendine her kapıyı açık tutar,
çünkü o, "Ne olursa olsun, o mücadeleyi kabul ediyorum, uygun şekilde tepki verebileceğimi biliyorum."
diyebilir. Sıradan zihnin böyle bir güveni yoktur. Bilgis i sıradandır.
Bilmeme durumunda olmak zekâdır, farkındalıktır ve bu biriktirilemez. Yaşanan her an kaybolur,
arkasında hiç bir iz bırakmaz, hiçbir varoluş iz i bırakmadan yok olur. İnsan onun içinden bir kez daha saf,
bir kez daha masum, bir kez daha bir çocukmuş gibi çıkar.
Hayatı anlamaya çalışma. Onu yaşa. Sevgiyi anlamaya çalışma. Sevgiye doğru hareket et. O zaman
bilirsin; ve o bilgi, senin yaşadıklarından ortaya çıkar. Bu bilgi gizemi asla yok etmez: Ne kadar bilirsen bil,
çok daha fazlasının bilinmek üzere beklediğini bilirsin.
Hayat bir problem değildir. Onu bir problem olarak ele almak yola yanlış adımla başlamaktır. O,
yaşanacak, sevilecek, deneyimlenecek bir gizemdir.
Aslında sürekli açıklama peşindeki bir zihin, korkmuş bir zihindir. O büyük korku yüzünden her şeyin
açıklanmasını istiyor. Kendisine açıklanmadan hiçbir şeye adım atamaz. Açıklamalar sayesinde, artık o
alan tanıdık gelir; artık coğrafyasını biliyordur, artık elindeki haritaya, kılavuza ve takvime göre hareket
edebilir. Hiçbir zaman haritasız, rehbersiz, bilinmeyen bir bölgeye adım atmaya hazır değildir. Ama hayat
böyledir ve sürekli değiştiği için, bir haritasını çıkarmak mümkün değildir. Her an, şimdiki zamandır.
Güneş altında eskiden kalma hiçbir şey yoktur, sana diyorum ki, her şey yenidir. İstisnasız hareket halinde
olan, inanılmaz bir dinamizmdir. Sadece değişim kalıcıdır, sadece değişim asla değişmez.
Her şey değişmeye devam eder, o yüzden bir haritan olamaz; harita tamamlandığı an, çoktan geçerliliğini
yitirmiştir. Harita eline geçtiği zaman, artık bir işe yaramaz, çünkü hayat yolunu değiştirmiştir. Hayat yeni
bir oyuna başlamıştır. Haritalarla hayatın üstesinden gelemezsin, çünkü hayat ölçülebilir değildir. Kılavuz
kitaplara danışarak hayatın üstesinden gelemezsin; çünkü bu kitaplar, ancak her şey durağan olduğu
zaman geçerlidir. Hayat durağan değildir, o bir dinamizmdir, bir süreçtir. Onun bir haritasına sahip
olamazsın. O, ölçülemez. O ölçülemeyen bir gizemdir. Bi r açıklama bekleme.
B en buna zihnin olgunluğu diyorum: İnsanın hayata hiçbir soru sormadan baktığı ve cesaretle, korku
duymadan içine atladığı zamandır.
BÜTÜ N DÜNY A SAHT E DİNDARLARL A DOLUDUR : Kiliseler, tapınaklar, Gurudwara'lar, camiler,
dindar insanlarla doludur. Peki dünyanın tamamen dinsiz olduğunu göremiyor musun? Bu kadar çok
dindar insan varken, dünya bu kadar dinsellikten yoksun; böyle bir mucize nasıl olabiliyor? Herkes dindar,
ama toplamı dinsellikten yoksunluk. Din sahtedir. İnsanlar "yapay" güvene sahipler. Güven bir deneyim
değil, inanç olmuştur. Onlara inanmaları öğretilmiştir, onlara bilmeleri öğretilmemiştir; insanlığın kaybettiği
nokta da budur.
Asla inanma. Eğer güvenmiyorsan, kuşku duymak daha iyidir, çünkü kuşku sayesinde; bir gün güven
olasılığı ortaya çıkacaktır. Sonsuza dek kuşkuyla yaşayamazsın. Kuşk u bir hastalıktır; o bir rahatsızlıktır.
Kuşk u duyarken asla doyuma ulaşamadığını hissedersin; kuşku duyarken her zaman titrersin, kuşku
duyarken her zaman sıkıntı içinde, bölünmüş ve kararsız kalırsın. Kuşk u duyarken sürekli bir kabus
yaşarsın. O yüzden bir gün bunu nasıl aşacağının arayışına girersin. Bu nedenle inançlı olmaktansa, sahte
inanca sahip olmaktansa, ateist olmak daha iyidir diyorum.
Sana inanmak öğretildi; çocukluktan itibaren herkesin zihni inanmaya koşullandı: Tanrı'ya inan, ruha inan,
şuna inan, buna inan. Artık bu inanç kemiklerine ve kanına girmiştir, ama hâlâ inanç olarak kalır;
bilememişsindir. Ve bilmeden özgürleşemezsin. Bilgi özgürleştirir, sadece bilmek özgürleştirir. Bütün
inançlar ödünç alınmıştır; sana başkaları tarafından verilmiştir, onlar senin içinde açan çiçekler değildir.
Ve, ödünç alınmış bir şey seni nasıl gerçeğe götürür, mutlak gerçeğe? Diğerlerinden almış olduğun her şeyi
bırak. Dilenci olmak zengin olmaktan iyidir. Kendi alın terinle kazandıklarınla değil de, çalıntı şeylerle;
ödünç alınmış şeylerle zengin olmak, gelenekle zengin olmak, miras ile zengin olmaktansa dilenci olmak
daha iyidir. Yoksul ama kendine ait şeylerle olmak çok daha iyidir. O yoksulluğun bir zenginliği vardır,
çünkü gerçektir, ve senin inancının zenginliğiyse çok zayıf. O inançların asla çok derine ulaşamaz; en iyi
ihtimalle yüzeyde kalır. Biraz deşince de inançsızlık ortaya çıkar.
Tanrı'ya inanıyorsun; sonra işin ters gidince, birden inançsızlık ortaya çıkıyor. "İnanmıyorum. Tanrı'ya
inanamam" diyorsun. Tanrı'ya inanıyorsun ve çok sevdiğin kiş i ölünce inançsızlık ortaya çıkıyor. Tanrı'ya
inanıyorsun ve sadece sevdiğin birinin ölmesiyle bu inanç yok mu oluyor? Pek değeri yok. Güven asla yok
edilemez; bir kez orada olursa, hiçbir şey onu yok edemez. Hiçbir şey, kesinlikle hiçbir şey onu yok
edemez.
O yüzden unutma: Güven ile inanç arasında çok büyük bir fark vardır. Güven kişiseldir; inanç ise
toplumsaldır. Güvenin içinde gelişmek zorundasın; inancın içinde olduğun gibi kalabilirsin, nasılsan öyle
kalırsın, ve inanç sana dayatılabilir. İnançları bırak. Kork u ortaya çıkacak, çünkü eğer inancı bırakırsan
kuşku doğar. Her inanç kuşkuyu bir yere saklanmaya zorluyor; kuşkuyu bastırıyor. Bu seni
endişelendirmesin; bırak kuşku gelsin. Herkes gün ışığına ulaşabilmek için karanlık geceyi yaşamak
zorundadır. Herkesin kuşkuyu yaşaması gerekir. Yolculuk uzun, geceyse karanlık. Ancak uzun yol sona
erdikten ve gün doğduktan sonra, buna değmiş olduğunu göreceksin. Güven "oluşturulamaz". Asla onu bir
ekin gibi yetiştirmeye çalışma; tüm insanlığın yapmaya çalışageldiği şey budur. Oluşturulmuş güven,
inanca dönüşür. Güveni kendi içinde keşfet; onu oluşturma. Varlığının daha da derinine in, varlığının
gerçek kaynağına ve onu keşfet.
ARAYI Ş GÜVEN E İHTİYA Ç DUYACAK , çünkü bilinmeyene adım atıyorsun. İnanılmaz bir güven ve
cesaret gerektirecek, çünkü geleneksel ve bilindik olandan uzaklaşıyorsun; güruhtan uzaklaşıyorsun. Engin
denize açılacaksın ve diğer kıy ı var mı, yok mu bilmiyorsun.
Güvene sahip olma konusunda hazırlamadan seni böyle bir arayışa yollayamazdım. Bu biraz çelişkili
görünecek ama ne yapabilirim? Hayat böyledir. Sadece yüce bir güvene sahip olan kişi, yüce bir kuşkuya,
yüce bir arayışa sahip olabilir.
Çok az güvene sahip bir insan, ancak çok az kuşku duyabilir. Hiçbir güveni olmayan insan sadece kuşku
duyarmış gibi yapar. Derin arayışa giremez. Derinlik güvenden gelir... ve bu bir risktir.
Seni bu haritasız denize göndermeden önce, tek başına çıkmak zorunda olduğun bu yolculuğa hazırlamak
zorundayım. Ancak seni sadece teknene kadar götürebilirim. Önce güvenin güzelliğini ve kalbin yolunun
coşkusunu bilmelisin; böylelikle gerçeğin engin okyanusuna açıldığın zaman, devam edecek cesarete sahip
olacaksın. Ne olursa olsun, kendine olan güvenin tam olacaktır.
Sadece şunu anla: Eğer kendine güvenmiyorsan, bir başkasına ya da bir şeye nasıl güvenebilirsin?
İmkansızdır. Eğer kendinden kuşku duyuyorsan nasıl güvenebilirsin? Güvenecek olan sensin ve sen
kendine güvenmiyorsun; o zaman kendi güvenine nasıl güveneceksin? Akı l zekâya dönüşmeden önce,
kalbin açılmış olması kesinlikle şarttır. Akı l ile zekâ arasındaki fark budur.
Zekâ, aklın kalple uyum içinde olmasıdır.
Kalp nasıl güveneceğini bilir.
Akı l nasıl araştırma yapacağını bilir.
Esk i bir Doğu hikayesi vardır:
B i r köyün dışında ik i dilenci yaşarmış. Bir i körmüş, diğerinin bacakları yokmuş. Bi r gün köyün dışında,
dilencilerin yaşadığı bölgede orman yangını çıkmış. Tabii dilenciler aynı zamanda rakipmiş; aynı meslekte,
aynı insanlardan dileniyorlarmış. Sürekli birbirlerine kızıyorlarmış. Onlar dost değil düşmanmış.
Aynı meslekteki insanlar dost olamaz. Bu çok zordur, çünkü bu bir rekabet meselesidir; bir başkasının
müşterilerini alırsın. Dilenciler müşterilerini etiketler: "Unutma, bu benim adamım. Sakın onu rahatsız
etme." Sen hangi dilenciye ait olduğunu, hangi dilencinin seni sahiplendiğini bilmezsin; ama sokaktaki bir
dilenci seni sahiplenmiştir. Belk i de kavga edip, savaşı kazanmıştır ve artık sen onun mülküsün...
Üniversite yakınlarında bir dilenci görürdüm hep, ama bir gün onu çarşıda gördüm. O her zaman orada,
üniversitenin çevresindeydi, çünkü genç insanlar daha cömert olur. Yaşl ı insanlar giderek daha cimri, daha
ürkek olur. Ölüm yaklaşmaktadır ve artık para yardımcı olabilecek tek şey gibi gözükmektedir. Ve eğer
paraları varsa, o zaman başka insanlar bile onlara yardım edebilir; eğer paraları yoksa, kendi oğulları,
kızları bile onları umursamayacaktır. Ama genç insanlar savurgan olur. Onlar gençtir, kazanabilirler;
hayatları oradadır, önlerinde yaşanacak uzun bir hayat vardır.
O zengin bir dilenciydi, çünkü Hindistan'da ancak zengin ailelerin çocukları üniversite seviyesine
ulaşabilir, aksi durumda ise üniversitede okumak için bir mücadele vermek gerekir. Çok az sayıda fakir
insan da gidebiliyor ama bu çok sancılı ve zordur. Ben de fakir bir ailedendim. Tü m gece bir gazetede
editör olarak çalışıp gündüzleri de üniversiteye gittim. Yıllarca günde üç-dört saatten fazla uyuyamadım;
gece ya da gündüz, ne zaman vakit bulursam o zaman uyudum.
Yani bu dilenci çok güçlüydü. Başka hiçbir dilenci üniversite caddesine adım atamazdı, girmeleri bile
yasaktı. Herkes üniversitenin kime ait olduğunu biliyordu: bu dilenciye! Sonra bir gün genç bir adam
gördüm; yaşlı adam orada değildi. "Ne oldu; yaşlı adam nerede" diye sordum.
"Ben onun damadıyım. Bana üniversiteyi hediye olarak verdi." dedi. Üniversite sahibinin değiştiğini, artık
bir başka sahibi olduğunu bilmiyordu. Genç adam, "Onun kızıyla evlendim." dedi.
Hindistan'da birinin kızıyla evlendiğinde, sana çeyiz verirler. Sadece kızıyla evlenmekle kalmazsın:
Kayınpederin eğer çok zenginse, sana bir araba, bir ev vermek zorundadır. Eğer çok zengin değilse, en
azından küçük de olsa bir motosiklet, o olmazsa, en azından bir bisiklet ama mutlaka bir şey; radyo, müzik
seti, televizyon veya para, vermek zorundadır. Eğer gerçekten zenginse, sana yurtdışında okuyup daha
eğitimli birisi olma fırsatı sunar: Doktor ya da mühendis olursun ve masrafları o öder.
Bu dilencinin kız ı evlenmişti ve başlık parası olarak damada üniversite verilmişti. "Bugünden itibaren bu
sokak, bu üniversite bana ait. Kayınpederim kimlerin müşterilerim olduğunu bana tek tek gösterdi"
diyordu.
Yaşl ı dilenciyi pazar yerinde gördüm ve ona gidip, "Harika, çok iy i bir evlenme hediyesi vermişsin!"
dedim.
"Evet" dedi. "Sadece tek bir kızım var ve damadım için bir şeyler yapmak istedim. Ona en iy i dilenme
yerini verdim. Şimdi çarşıda tekrar tekel oluşturmaya çalışıyorum. Bu çok zorlu bir iş ; çünkü çok sayıda
dilenci var. Kıdemli olanlar çoktan müşterileri paylaşmış. Ama endişe edecek bir şey yok. İdare ederim;
birkaç dilenciyi buradan kovalarım." Ve kesinlikle dediğini yaptı.
Orman yanarken, ik i dilenci bir an için düşündü. Birbirlerine düşmanlardı, konuşmuyorlardı bile; ama bu
acil bir durumdu. Kö r adam, bacakları olmayan adama seslendi. "Kurtulmanın tek yolu var. Seni
omuzlarıma alacağım. Sen benim bacaklarımı kullanacaksın; ben de senin gözlerini. Te k kurtuluş yolumuz
bu."
Anında anlaşıldı. Ortada bir sorun yoktu. Bacaksız adam dışarı çıkamıyordu, yanan ormandan hızla
çıkması mümkün değildi. Her taraf alevler içindeydi. Bira z yol alabilirdi ama bir işine yaramazdı. Hızlı , ve
hatta çok hızl ı bir şekilde çıkmak gerekiyordu. Kö r adam da çıkamayacağından emindi. Yangının ne
tarafta olduğunu, yolun nerede olduğunu, hangi ağaçların yandığını ve hangilerinin yanmadığını
bilmiyordu. Kö r bir adam: kaybolup giderdi. Ama ikis i de zeki insanlardı; düşmanlıklarını bırakıp dost
oldular ve hayatlarını kurtardılar.
Bu bir Doğu masalıdır. Konusu aklınla ve kalbinle ilgilidir. Dilencilikle bir ilgisi yoktur; seninle bir ilgisi
vardır. Orman yangınıyla bir ilgisi yoktur; seninle bir ilgisi vardır, çünkü yanmakta olan sensin. Her an
yanıyor, acı çekiyor, sancılar içinde sızlanıyorsun. Akı l tek başına kördür. Bacakları vardır, hızl ı koşabilir,
çok hızl ı yol alabilir; ama kör olduğu için hangi yöne gideceğini bilemez. O yüzden sürekli tökezler, düşer,
kendine zarar verir ve hayatın anlamsız olduğunu düşünür. Dünyadaki bütün entelektüeller bunu söyler:
"Hayat anlamsızdır" derler.
Hayat onlara anlamsız gelir. Çünkü kör akılla ışığı görmeye çalışırlar. Bu imkansızdır.
İçinde gören, hisseden ama bacakları olmayan bir kalp var; o koşamaz. Olduğu yerde kalır, sürekli atar,
bekler. Bi r gün akıl anlayacak ve kalbinin gözlerini kullanabilecektir.
B en güven dediğim zaman, kalbinin gözlerini kastediyorum.
Ve kuşku dediğim zaman, aklının bacaklarını kastediyorum.
İkis i bir araya gelince yangından kurtulabilir; bu hiç sorun olmaz. Ama unutma, aklın, kalbi omuzlarının
üstünde kabullenmesi gerekir. Buna mecburdur. Kalbin bacakları yoktur, sadece gözleri vardır ve aklın
kalbi dinleyip, onun yönlendirmelerini izlemesi gerekir.
Kalbin devreye girmesiyle akıl zekâya dönüşür. Bu bir dönüşümdür; bütünsel bir enerji dönüşümü. O
zaman insan bir entelektüel değil, basbayağı bilge olur.
Bilgelik kalp ile aklın buluşmasından ortaya çıkar. Kalp atışlarınla aklının üretimleri arasında uyum
yaratma sanatını bir kez öğrendiğin zaman, bütün sırrı avuçlarının içine alırsın: Bütün gizemlerin kapısını
açacak maymuncuğa sahip olursun.
MASUMİYETİN YOLU
Gerçek sorun cesaret sorunu değildir. Gerçek sorun, bilinenin ölmüş ve bilinmeyenin yaşayan olmasıdır.
Bilinene tutunmak bir cesede tutunmaktır. Onu bırakmak için cesarete ihtiyacın yok; aslında cesede
tutunmaya devam etmek için cesaret gerekir. Sadece görmen gerek. Sana tanıdık olanlar, yaşamış
oldukların sana ne verdi? Nereye ulaştın? Hâlâ boş değil misin? İçinde derin bir tatminsizlik, derin bir
hüsran ve anlamsızlık yok mu? Bi r şekilde başarıyorsun; gerçeği gizleyerek, yalanlar yaratarak, tutunmayı,
kendini meşgul etmeyi sürdürüyorsun.
İşte mesele bu: Bildiğin her şeyin geçmişe ait olduğunu, geride kaldığını net bir şekilde görmek. O
mezarlığın bir parçasıdır. Bi r mezarda olmayı mı istiyorsun, yoksa canlı olmayı mı? Bu sadece bugünün
sorunu değil; yarın da aynı sorunla karşı karşıya kalacaksın; ve ondan sonraki gün de. Son nefesine kadar
bu böyle devam edecek.
Bildiğin her şey, biriktirdiklerin: bulgular, bilgiler, deneyimler; onları keşfettiğin an, onlarla işin bitmiştir.
Artık o boş sözleri taşımak, o ölü yükünü sırtında taşımak hayatını ezer, hayatını ağırlaştırır; her an seni
beklemekte olan o cap canlı, sevinç dolu varlık olmanı engeller.
Anlayışı olan insan her an geçmişine ölür ve geleceğine yeniden doğar. Yaşadığı an sürekli bir
dönüşümdür, bir yeniden doğumdur, bir diriliştir. Bu pek de bir cesaret meselesi değildir; anlaşılması
gereken il k şey budur. Bu bir zihinsel berraklık meselesidir; neyin ne olduğu hakkında net olmaktır.
Ve ikinci olarak, ne zaman cesaret ile ilgili bir konu ortaya çıkarsa, onu kimse sana veremez. Bu , bir
hediye olarak sunulabilecek bir şey değildir. Bu , herkesin doğuştan sahip olduğu bir özelliktir. Sen sadece
onun büyümesine izin vermedin, kendini ortaya koymasına izin vermedin.
MASUMİYET , CESARE T V E NETLİĞİ N BERABERLİĞİDİ R
Eğer masumsan cesarete ihtiyacın yoktur. Netliğe de ihtiyacın yoktur; çünkü hiçbir şey masumiyetten
daha net, daha şeffaf olamaz. O yüzden asıl sorun insanın kendi masumiyetini nasıl koruyacağıdır.
Masumiyet elde edilecek bir şey değildir. Öğrenilecek bir şey değildir. Resim, müzik, şiir, heykel gibi bir
yetenek değildir. Bu tip bir şey değildir. O daha çok nefes almak gibidir; doğuştan varolan bir şey.
Masumiyet herkesin doğasında vardır. Hiç kimse masum olmadan doğamaz.
İnsan masum olmadan nasıl doğabilir? Doğum bu dünyaya boş bir sayfa olarak geldiğin anlamına gelir;
üzerine hiçbir şey yazılmamıştır. Sadece geleceğin var; geçmişin yok. Masumiyetin anlamı budur. O
yüzden önce masumiyetin tüm anlamlarını anlamaya çalış.
İlki : geçmiş yoktur; sadece gelecek vardır.
Geçmiş, anılar, deneyimler, beklentilerden oluşan rüşvetler vererir . Bütün bunlar bir araya gelince seni
akıllı yapar, ama net olamazsın. Seni kurnaz yapar, ama zeki olamazsın. Bu dünyada başarılı olmanı
sağlayabilir, ama varlığının derinliklerinde başarısız olursun. Ve en sonunda yüzleşeceğin başarısızlık
karşısında, bu dünyanın bütün başarıları hiçbir şey ifade etmez. Çünkü nihai olarak sadece içindeki öz
seninle birlikte kalır. Diğer her şey kaybolur: Başarıların, gücün, adın, şöhretin, hepsi birer gölge gibi
kaybolur.
Sonunda seninle kalan tek şey başlangıçta getirdiğindir. Bu dünyadan, sadece getirmiş olduğun şeyi
götürebilirsin.
Hindistan'da dünyayı bir tren istasyonunun bekleme odası gibi görme düşüncesi yaygındır; o senin evin
değildir. Sonsuza dek bekleme odasında kalmayacaksın. Bekleme odasındaki hiçbir şey sana ait değildir:
mobilyalar, duvardaki resimler... Onları kullanırsın; resmi incelersin, koltukta oturursun, yatakta uzanırsın,
ama hiçbiri sana ait değildir. Sadece birkaç dakikalığına ya da en fazla birkaç saatliğine oradasın, sonra
gitmiş olacaksın.
Evet, bekleme odasına yanında ne getirdiysen, sadece onu alıp gideceksin: sana ait olanı. Bu dünyaya ne
getirdin? Ve dünya, kesinlikle bir bekleme salonudur. Bekleyiş, saniyeler, dakikalar, saatler, günler
olmayabilir, yıllarca sürebilir; ama yedi saat ya da yetmiş yı l beklemen neyi değiştirir?
Yetmiş yılda, bir bekleme odasında olduğunu unutabilirsin. Oranın sahibi olduğunu, hatta inşa ettiğin ev
olduğunu düşünmeye başlayabilirsin. Bekleme odasının duvarına, üzerinde adın yazan bir plaka
koyabilirsin.
Baz ı insanlar... Çok yolculuk yaptığım için bununla sı k karşılaşıyorum. İnsanlar bekleme salonlarının
tuvaletlerine isimlerini yazıyor. İnsanlar bekleme salonunun mobilyalarına isimlerini kazıyor. Aptalca
görünüyor ama insanların bu dünyaya yaptığına çok benziyor bu.
Antik Jaina yazıtlarında çok önemli bir hikâye var. Hindistan'da eğer biri bütün dünyanın imparatoru
olabilirse, ona çakravartin denir. Çakravartiriin anlamı... çakra kelimesi tekerlek anlamına gelir. Antik
çağlarda Hindistan'da gereksiz savaş ve şiddeti önlemek için bir uygulama vardı. Bi r at arabası, çok değerli
altından bir araba, çok güçlü ve güzel atlar tarafından, bir krallıktan diğerine giderdi. Eğer diğer krallık
direnmeyip arabanın geçişine izin verirse, o krallık arabanın sahibinin üstünlüğünü kabul etmiş sayılırdı. O
zaman savaşmaya gerek kalmazdı.
Bu şekilde araba yol alır ve insanlar nerede arabanın önünü keserse, orada savaş olurdu. Eğer arabanın
önü kesilmezse, o zaman kralın üstünlüğü, herhangi bir savaş yaşanmadan ispat edilmiş olurdu: O kral bir
çakravartin olurdu, tekerlekleri her tarafa yol alan ve kimsenin engelleyemediği kişi. Bütün kralların
arzusu bir çakravartin olmaktı.
Bunun için tabii ki Büyü k İskender'den daha güçlü olmak gerekir. Sadece araba göndermeyi
destekleyebilmek için çok büyük bir güce sahip olmak gerekir. Eğer arabanın yolu kesilirse kitlesel bir
katliam olacağı konusunda kesin bir irade gereklidir. Bu , o adam birisini fethetmek isterse, bunu
engellemenin bir yolu olmadığının zaten bilindiği ve kabul edildiği anlamına gelir.
Ama bu çok sembolik bir tarz; daha medeni. Saldırmaya gerek yok, hemen öldürmeye başlamaya gerek
yok; sadece sembolik bir mesaj yolla. Kralın bayrağını taşıyan araba yol alır ve eğer diğer kral, direnmenin
anlamı olmadığını görürse, savaşın yenilgi, gereksiz şiddet ve yıkım anlamına geldiğini hissederse atı
sevinçle kabul eder; başkentine giren arabayı çiçeklerle karşılar.
Sovyetler Birliği ve Amerika gibi ülkelerin yapacağından çok daha medeni görünüyor. Sadece güzel bir
araba gönder; ama bu, gücünden son derece emin olmayı gerektirir. Ve sadece sen değil, herkes de bundan
kesinlikle emin olacak. Ancak o zaman böyle bir sembol yardımcı olabilir. O yüzden her kralın içinde bir
gün çakravartin olma arzusu bulunurdu.
Bu hikâye, çakravartin olmayı başaran bir adam hakkında. Bu sadece bin yılda bir olur ve ancak bin yılda
bir adam çakravartin seviyesine ulaşır. Büyü k İskender bile dünyayı fethedememişti; ele geçiremediği çok
yer kalmıştı. Çok genç yaşta öldü, sadece otuz üç yaşındaydı; dünyayı fethedecek zamanı bile olmamıştı.
Bırakın fethetmeyi, dünyanın tamamı henüz bilinmiyordu bile! Dünyanın yarısı henüz bilinmiyordu ve
bilinen yarısı bile fethedilmemişti. Hikayesini anlatacağım bu adam ise çakravartin olmayı başarmıştı.
Efsaneye göre, bir çakravartin öldüğü zaman - çakravartin, sadece binlerce yılda bir olduğu için çok
nadir bir varlıktır - cennette büyük kutlamalarla karşılanır ve özel bir yere götürülür.
Jaina mitolojisine göre, cennette Himalayalara paralel bir dağ vardır. Himalayalar sadece taş, toprak ve
buzdan oluşmuştur. Himalayaların cennetteki paraleline ise Sumeru denir. Sumeru, en yüksek dağ
demektir; ondan daha yüksek bir şey olamaz, ondan daha iyis i olamaz. Som altındandır. Taşlar yerine,
elmaslar, yakutlar, zümrütler vardır.
B i r çakravartin öldüğü zaman, adını kazıması için Sumeru dağına götürülür. Bu sadece bin yılda bir
yaşanan çok nadir bir fırsattır. Tabii bu adam, adını Sumeru'ya yazacağı için çok büyük bir heyecan
içindedir. Çünkü bu varolmuş bütün yüce kişilerin isimlerinin yazıldığı katalogdur ve hatta ondan sonra
gelecek yüce kişilerin isimlerinin de yer alacağı katalogtur. Bu imparator, süpermenler listesine
katılıyordu.
Kapıdaki bekçi ona, ismini kazıması için gerekli aletleri verdi. Kendisi ölürken, sırf efendileri ölüyor diye
intihar etmiş olan birkaç adamını da yanında götürmek istedi; onlar imparatorlarının olmadığı bir yaşam
düşünememişlerdi. Karısı, başbakanı, başkomutanı, etrafındaki bütün büyük insanlar intihar etmişti ve
onunla birlikte gelmişlerdi.
İmparator, bekçiden hepsini içeri sokmasını ve onların, adını dağı kazırken izlemesini istediğini söyledi.
Çünkü eğer seni görecek kimse bile yoksa, içeri yalnız başına girip adını kazımakta ne keyif vardı ki?
Çünkü asıl keyif, dünyanın onu görmesindeydi.
Bekçi şöyle dedi: "Benim tavsiyeme kulak ver; çünkü bu meslek bana miras kaldı. Babam da bir bekçiyd
onun babası da bir bekçiydi; asırlar boyunca biz Sumeru Dağının bekçiliğini yaptık. Tavsiyemi dinle; onları
yanında götürme, yoksa pişman olacaksın."
İmparator anlayamadı ama onun tavsiyesini göz ardı edemezdi. Çünkü onu engellemekte ne çıkarı olacaktı
ki?
Bekçi devam etti: "Eğer görmelerini istiyorsan, önce git ve adını kazı; sonra geri gel ve eğer istersen onları
götürüp gösterirsin. Onlarla şimdi gitmek istesen bile sana karşı çıkmam. Ancak, eğer vazgeçecek olursan,
sonra fikrini değiştirme şansın olmayacak; onlar seninle olacak. Sen yalnız git." Bu çok akıllıca bir
tavsiyeydi.
İmparator, "Çok iyi. Yalnız gideceğim. Adımı kazıyacağım, geri dönüp, sizleri alacağım" dedi.
"Ben bununla tamamen hemfikirim" dedi bekçi. İmparator gidip binlerce güneş altında parlayan Sumeru
Dağını gördü. Cennet, tek bir güneşe sahip olacak kadar fakir olmadığı için binlerce güneş vardır. Binlerce
güneş ve Himalayalardan çok daha büyük, altından yapılma bir dağ. Ve Himalayalar, neredeyse üç bin ik i
yüz kilometreden uzundur! Bi r süre için gözlerini bile açamadı; o kadar büyük bir parıltıya sahipti. Sonra
adını yazacak uygun bir yer aramaya başladı. Ancak o anda, büyük bir şaşkınlığa uğradı. Hiç boş yer
yoktu. Bütün dağ, kazılmış isimlerle kaplanmıştı.
Gözlerine inanamadı. İl k olarak ne olduğunun farkına vardı. O ana kadar kendini bin yılda bir gelen bir
süpermen olarak görüyordu. Ama zaman sonsuzluktan geldiği için, binlerce yı l bile herhangi bir fark
yaratmıyordu. O yüzden geçmişte çok fazla sayıda çakravartin yaşamıştı. Evrenin en büyük dağında,
minnacık adını yazacak kadar boş bir yer kalmamıştı.
Geri döndü ve bekçinin karısını, başkomutanını, başbakanını ve diğer yakın arkadaşlarını
götürmemesindeki ısrarcılığında haklı olduğunu artık anlamıştı. Yanında gelenlerin bu durumu görmemiş
olması iyiydi. Onlar hâlâ imparatorlarının nadir bir varlık olduğuna inanabilirdi.
Bekçiyi bir kenara çekti. "Ama hiç boş yer yok" dedi.
Bekçi yanıtladı: "Ben de sana bunu söylüyordum. Te k yapman gereken birkaç isim silip kendi adını
yazmak. Şimdiye kadar yapılan hep bu oldu; ben hayatım boyunca böyle yapıldığını gördüm. Babam da
hep bunun yapıldığını gördü, babamın babası da. Benim ailemden hiç kimse de Sumeru'da isim yazılacak
bir yer, ya da bir boşluk asla görmedi."
"Ne zaman bir çakravartin gelse, birkaç isim silip kendi ismini yazmak zorunda kaldı. Çakravartin'lerin
bütün tarihi bu değil. Birçok kere silindi, birçok kere yazıldı. Sen git ve işini yap ve sonra eğer dostlarına
göstermek istersen onları içeri götürebilirsin."
İmparator dedi ki : "Hayır. Onlara göstermek istemiyorum. Adımı bile yazmak istemiyorum. Ne anlamı var
ki? Bi r gün biri gelip onu silecek."
"Bütün hayatım tamamıyla anlamsızlaştı. Te k umudum buydu: Cennetteki altın dağında ismim yazılı
olacaktı. Ben bunun için yaşadım, bunun için hayatımı tehlikeye attım; bunun için bütün dünyayı
öldürmeye hazırdım. Ve bir başkası gelip benim adımı sildikten sonra kendisininkini yazabilir. Adımı
yazmanın ne anlamı var ki? Ben adımı yazmayacağım." Bekçi gülmüş.
İmparator "Neden gülüyorsun" diye sormuş. Bekçi yanıtlamış: "Bu çok garip çünkü bunu da atalarımdan
dinledim: Çakravartinler geliyor ve bütün olayı gördükten sonra, isimlerini bile yazmadan dönüyorlarmış.
Sen il k değilsin; biraz zekâya sahip olan herkes aynı şeyi yapar."
Bu koca dünyada ne elde edebilirsin? Yanında ne götürebilirsin? Adını mı, itibarını mı, saygınlığını mı?
Paranı, gücünü mü; neyi? Diplomanı mı? Hiçbir şey götüremezsin. Her şeyi burada bırakmak zorundasın.
İşte o anda, sahip olduğun her şeyin aslında senin olmadığını anlarsın: Sahip olma fikri temelden yanlıştı.
Ve sahip olduğun o şeyler yüzünden de çürümüş durumdaydın.
O sahipliği arttırmak için; daha fazla para, daha fazla güç, daha fazla toprak elde etmek için, kendinin dahi
doğru olduğunu söyleyemeyeceğin şeyleri yapıyordun. Yalan söylüyordun, dürüst değildin. Yüzlerce farklı
role büründün. Bi r an için bile ne kendine, ne de başkalarına dürüst olmadın, bunu yapamadın. Sahte,
gerçek dışı ve rol yapan biri olmak zorunda kaldın; çünkü bu dünyada başarılı olmana yardımcı olacak
şeyler bunlardı. Hakik i olmak sana yardım etmeyecek. Dürüstlük sana yardımcı olmayacak. Gerçeği
söylemek sana yardım etmeyecek.
Sahip oldukların, başarı, ün olmadan sen nesin? Bilmiyorsun. Sen isminsin, sen şöhretinsin, sen itibarın,
sen gücünsün. Ama bunlar dışında sen kimsin? O yüzden bütün bu sahiplik, senin kimliğin oluyor. Sende
varlığına ilişkin bir yanılsama yaratıyor. Ego budur.
Ego gizemli bir şey değildir; çok basit bir olgudur. Ki m olduğunu bilmiyorsun ve kim olduğunu bilmeden
yaşamak imkansızdır. Eğer ben kim olduğumu bilmiyorsam, o zaman burada ne arıyorum? O zaman
yaptığım her şey anlamını yitiriyor. İl k ve en öncelikli şey, kim olduğumu bilmem. Belk i ondan sonra,
doğamı doyuracak bir şeyler yapar, tatmin olur, kendimi yuvamda hissederim.
Ama eğer kim olduğumu bilmiyorsam ve birçok şey yapmaya devam ediyorsam, doğamın ulaşması
gereken yere nasıl ulaşacağım, nasıl oraya yöneleceğim? Sağa sola koşturup duruyorum; ama "İşte vardım;
aramakta olduğum yer burasıydı" diyebileceğim hiçbir yer olmaz.
Sen kim olduğunu bilmiyorsun. O yüzden onun yerine geçecek sahte bir kimliğe ihtiyaç var. O sahte
kimliği sana sahip oldukların veriyor.
Bu dünyaya masum bir gözlemci olarak geliyorsun. Herkes aynı şekilde, aynı bilinç niteliğine sahip olarak
geliyor. Ama yetişkinlerin dünyasıyla pazarlık yapmaya başlıyorsun. Sana verecek çok şeyleri var. Senin
ise verecek tek bir şeyin var: kendi bütünlüğün ve öz saygın. Senin pek bir şeyin yok; tek bir şeyin var.
Bunu istediğin şekilde adlandırabilirsin; masumiyet, zekâ, özgünlük. Sadece tek bir şeyin var.
B i r çocuk doğal olarak etrafında gördüğü her şeyle çok ilgilenir. Sürekli onu, bunu, şunu ister; bu insan
doğasının bir parçasıdır. Eğer küçük bir çocuğa bakarsan, yeni doğmuş bir bebek bile, elini sağa sola
uzatmaya başlar, elleri hep bir şey bulmaya çalışır. Yolculuğuna başlamıştır.
Bu yolculukta kendini kaybedecektir. Çünkü bu dünyada bedelini ödemeden hiçbir şey alamazsın. Ve
zavallı çocuk, verdiği şeyin ne kadar değerli olduğunu anlayamaz. Kendi bütünlüğünü bir tarafa koyup,
diğer tarafa bütün dünyayı koysan bile; bütünlük daha ağır basar, daha değerlidir. Çocuğun bunu bilme
şansı yoktur. Sorun budur, çünkü sahip olduğu şey, zaten içindedir. Onu kanıksamıştır.
Bunu daha iyi netleştirmek için bir hikâye anlatayım.
Çok zengin bir adam, sonunda büyük bir iç sıkıntısına düşmüş, ki bu başarının doğal bir sonucudur. Hiçbir
şey başarı kadar başarısız olamaz. Başarı, ancak eğer sen bir başarısızsan önemlidir. Bi r kez başardığında,
dünyanın, insanların, toplumun seni aldattığını artık bilirsin. Adamda her türlü zenginlik vardı; ama zihni
huzurlu değildi. Bu huzuru aramaya başladı.
Amerika'da olan da bu. Başka hiçbir yerde olmadığı kadar çok sayıda insan, Amerika'da zihinsel huzur
arayışına girmiştir. Hindistan'da zihinsel huzur arayan tek bir kişiyle bile karşılaşmadım. Önce mide
huzurunun icabına bakılması gerekir; zihinsel huzur çok uzaklardadır. Mideden bakılınca zihin milyonlarca
kilometre uzaktadır.
Ama Amerika'da herkes zihinsel huzur arayışında ve elbette sen böyle bir arayış içinde olunca, insanlar da
onu sana vermek için hazırda bekler. Bu basit bir ekonomi yasasıdır: Talep olan her yerde arz bulunur.
Aradığın şeyin gerçekten ihtiyaç duyduğun şey olup olmaması önemli değildir. İnsanlar arz edilen şeyin
sana ne vereceği ile de ilgilenmez; aldatıcı reklam, propaganda ya da gerçekten kayda değer bir şey
olabilir.
Talebin olduğu yerde, arzın bulunacağı ilkesini bilen akıllı ve kurnaz insanlar, bir adım ileri gitmiştir. Artık
"Talebin oluşmasını beklemeye gerek yok; talebi yaratabilirsin." diyorlar. Reklamın özünde bulunan şey
budur: talep yaratmak.
Reklamı okumadan önce, böyle bir talebin yoktu, böyle bir ihtiyacın olduğunu hissetmemiştin. Ancak,
reklamı okuyunca, bir anda "Aman Tanrım, bunu nasıl kaçırmışım; ne kadar aptalım, böyle bir şey
varolduğunu bile bilmiyordum!" hissine kapılırsın.
Biri , bir şeyi imal etmeye, üretmeye başlamadan önce, hatta yıllar önce - üç, dört yı l öncesinden - reklam
yapmaya başlar. Ürün henüz piyasaya sürülmemiştir, çünkü önce talebin insanların zihnine ulaşması
gerekir. Talep bir kez oluştuktan sonra, arzın sunumu da hazır olmuş olur.
Bernard Shaw'un söylediğine göre, il k kitabını bastırdığı zaman, tabii ki ortada kitapları için bir talep
yoktu. Kimse George Bernard Shaw'i duymamıştı. Nası l talep edebilirsin, "George Bernard Shaw'in
kitabını istiyorum" diye nasıl isteyebilirsin ki? O yüzden o da ne yaptı, bütün gün dolaştı... Kitabını
bastırdı, gerekli parayı tedarik edip, kendisi bastırdı. Ve sonra, bir kitapçıdan diğerine giderek, "George
Bernard Shaw'un kitabı var mı" diye sormaya başladı.
"George Bernard Shaw mu? Bu adı hiç duymadık" yanıtı alıyordu.
"Çok garip. Bi r kitapçı işletiyorsunuz ve böyle büyük bir yazarı hiç duymadınız mı? Yoksa çağın gerisinde
mi kaldınız ne? İl k fırsatta mutlaka George Bernard Shaw kitabı alın." diyordu. Sadece tek bir kitap
bastırmıştı, ama birkaç kitabın reklamını yapıyordu. Çünkü zaten kitapçıları dolaşıyorken, neden sadece
tek bir kitabın reklamını yapasınız ki? Sonuçta tek bir kitap, bir insanı büyük yazar yapmaz.
Kıyafet değiştirip; bazen şapka, bazen gözlük takıp tekrar giderdi. Ve insanlar George Bernard Shaw'in
evini aramaya başladı. Bütün bu reklamı ve talep oluşturmayı kendisi yapmak zorunda kalmıştı. İl k
kitabını böyle sattı. Sokaktaki insanlara soruyordu. "Duydunuz mu? Çünkü ben George Bernard Shaw
adında bir yazarın yazdığı bir kitap hakkında çok şey duyuyorum. İnsanlar, harika, muhteşem olduğunu
söylüyor. Si z duydunuz mu?"
İnsanlar, "hayır, daha önce adını bile duymadık" diyordu. "Çok garip. Ben Londra'yı kültürlü bir toplum
sanırdım" derdi. Sonra kütüphanelere, kitap kulüplerine ve talep yaratacağını düşündüğü her yere giderek,
o talebi yarattı. Kitabı sattı - hala yapmakta olduğu şey de budur - ve sonunda çağının en büyük
yazarlarından biri oldu. Talebi kendisi yaratmıştı.
Ama eğer başarılı olursan, kimsenin sende zihinsel huzur talebi yaratmaya ihtiyacı olmaz. Çünkü başarılı
olurken, zaten o zihinsel huzurunu kaybediyorsun. Bu , doğal bir gidişattır. Başarı, içindeki bütün huzuru
alıp götürür. Hayatta önemli olan her şeyi emip alır: huzur, sessizlik, coşku, sevgi. Her şeyi senden almaya
başlar. Sonunda ellerin döküntüyle dolar ve asıl değerli olan her şey kaybolur. Ve birden, zihinsel huzura
ihtiyaç duyduğunu fark edersin.
Anında tedarikçiler ortaya çıkar; ne zihin, ne de huzur hakkında hiçbir şey bilmeyen tedarikçiler. Bi r
Yahudi haham olan Joshua Liebman'ın yazdığı, Zihinsel Huzur adında bir kitap okudum. Bütün kitabı
bitirdim. Adam, ne huzuru biliyor, ne de zihnin ne olduğunu. Ama, adam bir işadamı. Zihinsel huzur
hakkında hiçbir şey bilmeden, çok iyi bir iş başarmış.
Kitabı, dünyanın en çok satan kitaplarından biri; çünkü zihinsel huzur arayan herkes, er ya da geç,
Liebman'ın kitabıyla karşılaşacaktır. Çok güzel yazmış. Çok iy i bir yazar, çok kıvrak ve etkileyici. Seni
etkileyecektir. Ancak, zihinsel huzur sana her zamanki kadar uzak olacaktır; hatta bu kitabı okuyarak, onu
daha da uzaklaştırabilirsin.
Sonuçta, eğer bir adam huzurun ne olduğunu biliyorsa, zihnin ne olduğunu biliyorsa, Zihinsel Huzur adında
bir kitap yazamaz. Çünkü bütün huzursuzluğun, bütün sıkıntının nedeni zihnin kendisidir. Huzur, zihin
olmadığında vardır. O yüzden zihinsel huzur diye bir şey varolamaz.
Eğer zihin oradaysa, huzur yoktur. Eğer huzur oradaysa, zihin yoktur. Ama, "Zihinsizliğin Huzuru" adında
bir kitap yazarsan, hiç kimse onu satın almaz. Bunu düşündüm; ama hiç kimse "Zihinsizliğin Huzuru"
adında bir kitabı almaz. Bunu havsalaları almaz; ancak, gerçek olan tam da bu.
Çocuk beraberinde getirdiği şeyin ne olduğunun farkında değildir. Bu zengin adam da aynı konumdaydı.
Dünyanın bütün zenginliklerine sahipti, ama şimdi ise zihinsel huzur peşinde koşuyordu. Bi r bilgeden
diğerine gitmiş ve hepsi de harika tavsiyelerde bulunmuş ama tavsiye kimseye yardımcı olmaz.
Sonuçta, sadece aptallar nasihat verir ve sadece aptallar nasihat alır. Bilge insanlar, nasihat vermekte
gönülsüz davranır, çünkü bilge bir adam, bu dünyada bedava olarak verilen ve hiç kimsenin almadığı
yegane şeyin nasihat olduğunu bilir. Öyleyse neden uğraşsın?
Bilge bir adam, önce nasihati kabul etmen için seni hazırlar. O sana sadece nasihat vermez; senin
hazırlanman da gerekir. Seni hazırlamak yıllar sürebilir; önce tarlayı süreceksin ve ancak ondan sonra
tohumu ekebilirsin. Sadece bir aptal, taşların, kayaların üstüne tohum atarken, aslında onları ziyan ettiğini
aklına getirmez.
Bütün bu bilgeler ona nasihatte bulundu ama hiçbir şey yerine oturmadı. Sonunda, bir şey sormadığı
adamın biri, kimsenin tanımadığı bir adam - hatta köyün aptalı olarak görülüyordu - bir gün yolda giderken
onu durdurdu ve şöyle dedi: "Sen gereksiz yere vaktini harcıyorsun: Bu adamların hiçbiri bilge değil.
Onları çok iy i tanıyorum; ama aptal olduğum için kimse bana inanmıyor. Belk i sen de bana
inanmayacaksın, ama tanıdığım bir bilge var.
Zihinsel huzur için kendine bu kadar işkence yaptığını görünce, sana doğru insanı göstersem iy i olur diye
düşündüm. Sonuçta ben bir aptalım. Kimse benden nasihat istemez ve ben de kimseye vermem. Ama
dayanamadım: Seni bu kadar üzgün ve mutsuz görünce sessizliği bozdum. Komşu köydeki şu adama git."
Zengin adam hemen, içinde çok değerli elmaslar bulunan büyük bir torbayla, güzel atına binip gitti. Köye
ulaştı ve adamı gördü. Bu adam, Sufilerin Nasrettin Hocasıydı.
Hocaya sordu: "Zihinsel huzura ulaşmama yardımcı olabilir misin?"
Hoca yanıtladı: "Yardım mı? Onu sana verebilirim."
Zengin adam düşünmüş. "Çok garip, önce o aptal tavsiye etti ve ben de çaresizliğim yüzünden,
denemekten bir zarar gelmez dedim ve buraya geldim. Bu adam daha büyük bir aptala benziyor. 'Onu sana
verebilirim' diyor."
Zengin adam konuşmuş: "Bana verebilir misin? Her türlü bilgeye gittim hepsi nasihat verdi; şunu yap,
bunu yap, disiplinli yaşa, bağış yap, yoksullara yardım et, hastane aç, şunu yap, bunu yap. Bütün bunları
söylediler ve aslına bakarsan ben de hepsini yaptım, ama hiçbiri işe yaramadı. Hatta daha da çok bela çıktı
başıma. Şimdi sen onu vereceğini mi söylüyorsun?"
Hoca cevap vermiş: "Bu iş çok kolay. Şimdi attan in." Zengin adam atından inmiş. Torbasını elinde
tutuyormuş ve hoca sormuş: "Neden o torbayı kalbine bu kadar yakın tutuyorsun?"
"Bunlar çok değerli elmaslar. Eğer bana huzur verebilirsen, sana bu torbayı vereceğim." Ama adam daha
ne olduğunu bile anlamadan, hoca torbayı kapmış ve koşmaya başlamış.
B i r an için şok geçiren zengin adam, ne yapacağını bile anlamamış. Sonra hocanın peşine düşmüş. Ama
burası hocanın köyüydü; her sokağı, her kestirmeyi biliyordu ve koşuyordu. Zengin adam, hayatı boyunca
hiç koşmamıştı ve çok şişmandı... Ağlıyor, hızla nefes alıp veriyor ve gözlerinden yaşlar süzülüyordu.
"Dolandırıldım! Bu adam hayatım boyunca biriktirdiğim bütün emeğimi, her şeyimi aldı" diye bağırıyordu.
Böyle olunca da bir kalabalık toplanmıştı ve hepsi gülüyordu. Zengin adam, "Hepiniz aptal mısınız, bu köy
aptallarla mı dolu; ben mahvoldum ve sizler hırsız ı yakalamaya çalışmak yerine gülüyorsunuz" demiş.
Kalabalıktan sesler yükselmiş: "O bir hırsı z değil, çok bilge bir adamdır."

cesaret osHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin