7|ruhu dağınık bedenlerde çürüyüp gidiyoruz biraz da.

64 16 6
                                    

Her saniye görmezden geldiğimiz şeylerde boğuluyoruz. Kursağımızda kalan heveslerimizde de, biraz... tutuşlarımızda, öpüşlerimizde... Biz ruhlarını kaybetmiş iki zavallı katiliz ve sorun da bu ya, artık ruhumuza dokunabilecek hiçbir sahneyi göremiyoruz, hissedemiyoruz. İçimize ağır gelen şeyleri artık kaldıramıyoruz ve sonucunda ya birbirimizi, ya da kendimizi mahvediyoruz.

Görmezden gelmek biraz alışkanlık olmuş bizde. Görülecek ne var, görülmeyecek ne var sürekli karıştırıp duruyoruz. Sürekli işitmememiz gereken sözler duyuyoruz, duygularımızın yokluğundan, artık bizi üzebilecek hiçbir şeye tepki veremiyoruz. Biz, birbirimizin ellerinde ölüyoruz, siyah beyaz oluyoruz ve artık sadece güllerimiz renklere sahip oluyor hayatlarımızda. Ve onlar da uğruna uğraşılmamış birkaç küçük hayal gibi solup gidiyor zamanla. Tepki veremiyoruz. Solup giden güllerimizin ardından ağlayamıyoruz bile.

Dağılmışız. Her ne yaşamışsak, öylesine dağılmışız ve öylesine bıkmışız ki toplamaya çalışmaktan, hiç tamamiyle toplayamadığımızdan, artık bırakmışız, gelişine yaşıyoruz. Üst üste binen bütün üzüntülerimize öyle alışmışız ki yerli yerlerinde olduğunu düşünemiyoruz bile. Öyle, işte. Öyle deyip duruyoruz ve anlatamıyoruz. Ruhumuza birkaç beden büyük gelen acılarımızı anlatmak için didinmiyoruz ve sadece "öyle" diyoruz. Kimseye bir şey de anlatmıyoruz ve zaten onlar bizi dinlemez.

Mezarlık, her şey bir mezarlıkta başladı bizim için. Hatırlıyorum da, elimde ilk baharın gelişiyle açmış olan çiçeklerimle gelmiştim oraya. Dizim yaralıydı, pantolonum yırtık... yüzümde ve kollarımda da yara izleri vardı, bir yanı hep eksik olan benin, kendine fazla gelen yaralarıydı onlar. Her zaman olduğu gibi.

Sonra elimdeki çiçekleri bırakmıştım mezarın üstüne. O zaman güllerim yoktu tabii, papatyalarım ve kara hindibalar vardı. Kimse yoktu, kendi kendimeydim. Kendimle ve dört duvarımla öylece yaşayıp gidiyor, soğuk mezar taşlarında ve dualarda teselliyi buluyordum. Sonra da beni dört duvarımdan çıkarmak isteyen herkese lanet okuyordum, hatırlarım da. Çünkü kimsenin umurunda olmayan ailesiz bir çocuktum. Yalandan da olsa bir ailem olmasına rağmen.

Birinin daha mezarının önünde durup dua ettim. Solan ruhları için ağladım biraz da. Belki iyi biriydi, belki kötüydü bilmiyorum. Zaten ben iyi ve kötü kavramlarını çocukluğumdan beri saçma bulmuşumdur. Böylesine bir şeye takılmak istemediğimden, herkesin canı değerli olduğundan, dua etmeye devam ettim. Dualarım hiçbir şeyi değiştirmese de.

"Ne arıyorsun burada?"

Arkamdan gelen sesten korkup düştüğümü hatırlıyorum. Gözlerimin o ana kadar görmüş olduğum en güzel varlığın üzerinde dolanışı daha daha dün gibi hatırımda. Beş yaşımın tek hatırası gözlerim önünden hiç gitmez ya, onun çehresi yüzündendir.

"Sana mezarımın önünde ne aradığını sordum!"

Üstelemeden çekildim. Her gün ziyaret ettiğim rastgele mezarlıklardan biriydi, kim olduğunu bilmiyordum. Fakat mezarın üzerindeki kadın isminden dolayı annesi olduğunu düşünmüştüm o zaman. Sonrasında çok sordum o mezarın sahibini, hiçbir cevap vermedi. Belki de annesinin yokluğunu hatırlattığımdan kızıyordur hâlâ.

"Dua ediyordum."

Kekelememin üzerine çıkan sesim gittikçe kısıldığından duyduğunu düşünmemiştim ama duymuş ve yanıma oturmuştu. Çıkık çenesi ve çocuk olmasına rağmen keskin çene hattı o kadar mükemmel duruyordu ki yüzünde, mükemmellik diye bir şeyin gerçekten var olduğunu düşünsem, şüphesiz onu kanıt olarak gösterirdim.

"Tanıyor musun onu?"

Başımı iki yana salladım. Tanıyıp tanımamak pek önemli değildi. Ben kimseyi tanımıyordum zaten, kimse de beni tanımazdı. Birinin ismini ya da yüzünü bilmekle birini tanıyor saymazdım da kendimi. O yüzden ben kimseyi tanımazdım.

Kimse de beni tanımazdı.

Ben bile kendimi tanımazdım.

"Öyle bir gereksinimim olduğunu düşünmüyorum."

"Nasıl dua ettin?"

İlgili bakan gözlerine bakıp güldüm. Çok konuşkan bir tip gibi görünmüyordu fakat söylediklerimle oldukça ilgiliydi.

"Dünyası kötü geçmişse ve hayatı onu üzmüşse eğer, tanrıdan ona daha güzel bir hayat vermesini istedim."

"Sanki verirmiş gibi."

Başını eğip tıslar gibi konuştuğunda birkaç saniye gözlerimi ondan çekmedim. Kaşlarım çatıktı çünkü tanrıya inanmıyor gibiydi. Benim hayatım ve tek kimsem olduğunu düşündüğüm tanrıya bu kadar nefret beslemek için ne yaşamış olabileceğini düşündüm o zamanki küçük aklımla. Hoş, hâlâ daha bulabilmiş değilim.

Sonrasında o mezarlıktaki çocuk benim her şeyim oldu. Nasıl yaptı ya da ne kadar uğraştı bilmem ama öyle. Belki ikimiz de değiştik ve artık beş yaşımızdaki kadar toy değiliz, belki mezar taşlarında aramıyoruz teselliyi, belki artık papatyaları değil de gülleri öldürüyoruz ama hâlâ birbirimizin bir nefes kadar ötesindeyiz. Ve bu tek bir nefes için tutunabildiğim tek şey.

Dead RosesHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin