Acı.
Akşamın sönmeye yüz tutmuş güneşi ile birlikte yeniden yanmaya başlamış olan, tekerleklerimi çevirip amaçsızca ilerlediğim taş yolun iki yanına dizili lambaların aydınlattığı parkta yine hissettim bu berbat duyguyu. O günkünden farkı, bacaklarımda değil de gereğinden fazla gezindiğim için kollarımda hissediyor oluşumdu bu hissi.
Alev alıp bana artık durmam gerektiğini söyleyen kollarıma istediklerini vererek öylece duruverdim. Zaten yolun en sağından ilerlediğimden ve bu yol oldukça geniş olduğundan akşam koşularını tamamlamaya çok yakın olan tek tük insanların hiçbiri umursamamıştı beni.
Derin bir nefes alarak ellerime geçirmiş olduğum eldivenlerimi çıkardım. Karlı, çamurlu yollardan geçerken pislenen tekerleklerimin ellerimi kirletmesini istemediğim için hep takardım bu eldivenleri, orijinalinde griye yakın olan renkleri de koyu kahverengiye dönerdi her zaman.
Hafifçe gülümseyerek başımı geri attım. Hava, aralık ayında oluşumuzun etkisiyle oldukça soğuktu lakin bu soğuğu severdim ben. Pek sık hastalanan bir yapıya sahip değildim ve soğuk havaları daha çok seviyor olmamı da buna bağlıyordum. Öte yandan benden altı yaş küçük olan kardeşim Jungkook, bana kıyasla daha sık hastalanırdı.
Kucağımda çalan telefonumu açtığımda onun kısılmış sesini duymak bu nedenle normal gelmişti bana.
"Hyung." diyerek başladı cümlesine. "Eve ne zaman döneceksin? Sana yemek getirdim."
"Yemekte ne olduğuna bağlı olarak değişir, Jungkook."
Bu sözcükleri söylerken hafifçe güldüm. Kardeşimin benim damak tadıma uymayacak bir şey alma olasılığı neredeyse yoktu, çoğunlukla aynı şeyleri yemekten hoşlanırdık. Benim gülüşüme karşılık onun da kıkırdadığını duydum. "Çok güzel bir şey var, ben olsam çabuk gelirdim."
Söyledikleri biter bitmez telefonu kapatması merakımı katlarken, telefonumu kucağımdaki çantamın ön gözüne koyarak eldivenlerimi giymeye başladım. Olabildiğince çabuk eve gitmek istiyordum.
Az ötemdeki bankta oturup tam karşısına bakan çocuk o zaman dikkatimi çekmişti işte. Onu diğer insanlardan ayıran pek bir özelliği yoktu aslında; koyu kahverengi saçları, ortalama bir boyu ve beyaz bir ten rengi vardı.
Pek de büyük olmayan yüzüne oturttuğu tam opak güneş gözlükleri bozuyordu bu sıradanlığını. Tekerlerimi biraz daha çevirip ona yaklaştığımda gördüm ki dizleri üzerine koyduğu kitabı okumakla meşguldü.
Braille Alfabesi ile oluşturulduğunu tahmin ettiğim sayfalarda hızla gezinen parmakları ve çatık kaşları sayesinde romanın çok nefes kesen bir kısmında olduğunu tahmin edebiliyordum.
Nedense gülümsetmişti bu beni. Satırları hızlıca geçerek romanın keyfini çıkardığı birkaç dakikada ona gizlice eşlik ettim. Gözlerimi ona dikip öylece baktığımı göremediği için minnettardım çünkü ona rahatsızlık vermeyi gerçekten istememiştim o anda.
Sessizliğimi korumaya devam ederken tekerlerimi yavaşça çevirerek oradan ayrılmaya yeltendim lakin yalnızca bir girişim olarak kalmıştı bu hareketim. Sandalyemin ön tarafında yer alan küçük tekerlerden birinin boyutça ufak olmasına rağmen biraz derin olan bir çukura girmesiyle sarsıldım.
"Eyvah."
Dudaklarımdan dökülen bu sözcükle birlikte sandalyemi yönetmemi sağlayan büyük tekerlere asılmam bir olmuştu. Bir süre orada öylece debelendim çünkü çukurun büyük bir problem olmadığını düşünmüştüm. Dikkati çabucak dağılan biri olarak etrafıma bakarken sık sık çukurlara dalıp çıkardım, benim için normal bir şeydi bu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Captive // Yoonseok
FanfictionÖzgürdüm nihayetinde, istediğim yere gidebilir ve istediğim gibi yaşayabilirdim. Fakat öyle bir şekilde tutsaktı ki ruhum, yemin ederim en katı kurallı hapishanenin en azılı suçlusu bile daha özgürdü benden.