"Koskoca çocuğu nasıl kaybedebilirsiniz? Siz... Siz, sorumluluk almayı bilmeyen iki yetişkinsiniz!"
"Böyle olmasını istemedim." Berta Anderson, karşımda bir harabe gibi duruyordu. Ağlamaktan dolayı göz altları kızarmış ve -susuzluktan olsa gerek- dudakları kurumuştu. Kestane rengi saçlarını tepeden dağınık bir topuz yapmıştı. Bu, onu olması gerekenden daha genç göstermişti.
"Aklım almıyor!" diye bağırdım, ellerimi saçlarımın arasından geçirirken. Stres durumundayken mide ister istemez salgı üretiyordu ve bu da garip hissetmemize sebep oluyordu. Şu an tam olarak o garip hissetme duygusunu yaşıyordum. Aramalarının ardından gece olduğunu dinlemeyip hızlıca eve gitmiştim. Matthew iki gündür eve gelmemiş ki bu hiç yapmayacağı türden bir şeydi. Ne olursa olsun telefonla arayıp annemi haberdar ederdi ve bunu bildiğimden dolayı şunu söyleyebilirim: Annemle Matthew arasında çok sıkı bir bağ vardı. Tam bir ana kuzusuydu. Babamdan normal olarak korkuyordu ve her zaman annemin arkasına saklanıyordu. Son olaylardan sonra babama güvenemeyeceğini ve onu aramayacağını düşünüyordum. Arasa arasa annemi arardı ama onu da yapmamıştı. Bu da demek oluyordu ki başı beladaydı.
"Sana söylemiştim, öyle değil mi? Ona bakacağını söylemiştin!" dedim babama doğru dönerek. Yüzü düşmüştü ve çaresiz bir şekilde yemek masasının sandalyesinde oturuyordu. Belki de suçluluk duyuyordu, bu kadar üzerine gitmemesi gerektiğini düşünüyordu fakat geldiğimden beri ağzını bıçak açmamıştı.
"Bir şey söyle! Sessiz sessiz oturduğunuzda deliriyorum, bir şeyler söyleyin! Bir çocuğa bile bakamadık deyin ama bir şeyler söyleyin!"
"Terrence'a söyledik Andrew. Haber bekliyoruz." dedi kısık bir ses tonuyla. Bir süre ensesini kaşıdıktan sonra devam etti. "O çocuğu aramadın mı?"
"Hangi çocuğu?" dedi annem bir yandan kurumuş peçeteyle burnunu silerken.
"Sevgilisi olanı." Bunu söylemekten dolayı ne kadar rahatsız olduğunu belli etmişti. Nitekim, söylerken sadece zemini seyretmişti.
"Hayır, bende bir numarası bile yok. Ev adresini de bilmiyorum."
"Hangi çocuktan bahsediyorsunuz?" dedim merakla.
"Chris adında bir çocuk ama kim olduğunu bilmiyorum." Annem neredeyse saatlerdir ağlıyordu ve ağlamaklı sesinden dolayı dedikleri zar zor anlaşılıyordu. Beyaz kazağının altından çarpan kalbinin sesini işitebiliyordum ve çarpma hızı son yarım saattir hiç düşmemişti. Matthew'u benden daha fazla seviyordu. O, ailenin gözde çocuğuydu. Ben ise sadece Andrew'dum.
"Bu Chris'in soyadı falan yok mu? Nasıl göründüğünü söyleyin. Belki tanıdığım birisidir." dedim koltuğun kenarına kurulurken. Vücudumu babama doğru çevirmiştim ve gelebilecek mantıklı bir cevap bekliyordum.
"Peki, eğer işe yarayacaksa." Derin bir nefes alıp elini alnında gezdirdi. Sanki bir kat yaşlanmış gibi duruyordu. Alnı kırış kırıştı, somurtmak ona göre değildi. "Matthew kadar bir çocuktu. Siyah saçları vardı, aslında her şeyi siyahtı. Teni oldukça beyazdı ve kaşının birisinde şimdiki gençlerin taktığı şeylerden vardı."
"Piercingden mi bahsediyorsun?"
"Her neyse." Omuz silkip devam etti. "Günler önce eve geldiğimde onları burada... Yakalamıştım."
Belki de yüzlerce kişi tanıyordum Chris adında ama bu kasaba sınırlarında bulunan sadece iki kişi vardı. Birisinin seksen yaşını geçtiğini düşünürsek, o değildi. Geriye bir seçenek kalıyordu ve her ne kadar bu seçeneğe inanmak istemesem de ayaklandım ve kapıya doğru ilerledim.
"Nereye?"
"Bahsettiğin Chris'i tanıyorum sanırım ve yanına gideceğim. Belki bir şeyler biliyordur." deyip kapıyı arkamdan kapattım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SONSUZ
FantasyUyarı: Bu kitap; cinsellik, şiddet gibi konuları işliyor olabilir. Bunu göze alarak okuyunuz. Diğerleri gibi normal bir hayat yaşayan başarılı bir iş adamının oğlu Andrew Anderson'ın hayatı yıldırım çarpması sonucu tamamen değişecektir. Ansızın kend...