Perdemi hafif aralayarak perdeleri komple açık olan odasını izlemeye başladım. Birkaç aydır hep yaptığım gibi. Işık yandı ve birkaç saniye sonra onu gördüm. Yorgun görünüyordu. Alnını sıvazladıktan sonra elleri tişörtünün uçlarına gitti. Tişörtünü çıkarıp umursamazca fırlattığında kaşlarım çatık bir halde yapılı vücuduna bakıyordum. Spor salonlarında vakit geçiren biri gibi durmuyordu pek ama vücudu öyle görünmüyordu.
Pencerelerimizin karşılıklı olması önceden rahatsız olduğum bir şey olsa da onu tanıdıkça hoşuma gitmeye başlamıştı. Onu gözlemlemeyi seviyordum. Aslında spesifik olarak onu değil, genel olarak insanları gözlemlemeyi severdim. Otobüsteyken, metrodayken, sokakta ya da herhangi bir yerde insanları gözlemleyip nasıl bir gün geçirdiklerini, hayatlarının nasıl olduğunu tahmin etmeye çalışırdım kendimce. Kendi yolunda, bambaşka varış noktaları, telaşları olan ve muhtemelen hayatımda tekrar hiç görmeyeceğim insanlar hakkında bir şeyler düşünmek hoşuma gidiyordu. Kendi dünyamdan çıkıp başkalarının hayatlarına küçük bir aralıktan şöyle bir bakıp çıkmış gibi hissediyordum ve bu hissi seviyordum.
Düşüncelerimden sıyrılıp pencerenin önünden ayrıldım. Biraz çalışsam iyi olacaktı. Bu sıralar İspanyolca'ya sarmıştım ama çalışma konusunda tembel biri olduğum için pek hızlı ilerleyemiyordum. Masama geçip bilgisayarımı açarken telefonum titredi. İşte hep böyle oluyordu. Ne zaman çalışmaya yeltensem mutlaka bir şey oluyordu ve çalışma eylemim başlamadan bitiyordu. Telefonumu elime alıp sandalyeme sırtımı yasladım. Tuş kilidini açıp bildirime tıkladım.
Ege: konuşalım mı biraz?
Ege: çevrem kendini bir halt sanan filozof bozuntularıyla dolu
Ege: felsefe yapmadan doğru düzgün konuşabileceğim
Ege: hatta öylece susabileceğim birine ihtiyacım var
Yerimde doğrulup bir süre sadece baktım mesajlara. Onu izlediğimi mi fark etmişti acaba? Yok canım, fark etse böyle yazmazdı herhalde.
Alin: İniyorum birazdan
Üstüme uzun kaşe montumu aldım ve botlarımı da giyip çıktım. Üstümü değiştirmeye üşendiğim için bu uzun mont çirkin ev kıyafetlerimi kapatır diye düşünmüştüm. Anahtarı alıp kapıyı çektim. Merdivenlere yöneldim ve iki kat indikten sonra binanın girişine geldim. Büyük demir kapıyı açtığım an soğuk çarptı yüzüme. Hani kar yağdıktan sonra havalar biraz yumuşar ve tatlı bir soğuk olur ya, öyle bir soğuk. Kış tüm ihtişamıyla gelmişti. Her yer öyle beyazdı ki, gözlerimi alıyordu. Of o kadar seviyordum ki bu görüntüyü, rezil olma kaygım olmadan kendimi kara atasım vardı.
Ege ile buraya taşındığımda birlikte asansörde kalmamız sebebiyle mecburen tanışmıştık. Çok uzun süren bir şey olmasa da kapalı alan ve karanlıkla aram pek iyi olmadığından aslında en rezil hallerime tanık olmuştu. Arkadaşı üst katımda oturduğu için sık sık karşılaşıyorduk ve böyle böyle bir arkadaşlık gelişmişti. Sonrasında bir daha hiç o asansöre binmediğimi belirtmeme gerek yok bence.
Binanın girişinde Ege beni bekliyordu. Elleri montunun ceplerindeydi. Burnu soğuktan kızarmıştı. Sevimli görünüyordu. Beni görünce gülümsedi.
"Ne demeye beni bu havada yollara döktün?"
"Hiç söylenme, kışı sevdiğini biliyorum."
Suratımı buruşturdum, doğruydu. Benim kadar üşüyen ama bir o kadar da kış aşığı biri bulamazdınız.
"Sana kendimle ilgili ailem dışında kimsenin bilmediği bir şey söyleyeyim mi?"
"Vaov, heyecanlandım galiba."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
space between hearts
Short Story"Farkında mısın bilmiyorum ama... Dalgasını geçtiğimiz bu apartman boşluğu, zamanla kalplerimiz arasındaki boşluk oldu."