BİR KADININ YAŞAMINDAN 24 SAAT 9.BOLUM

331 20 1
                                    


“Yolun yukarısında küçücük bir köyün
içinden ağır ağır ilerlerken birden kibarca
şapkasını çıkarıp selam verdi. Şaşırdım: Kimi
selamlamıştı, yabancılar içindeki bu yabancı –
sorum karşısında yüzü hafif kızardı ve
neredeyse özür dilercesine, bir kilisenin
önünden geçtiğimizi, memleketi Polonya’da,
tüm katı Katolik ülkelerde olduğu gibi
çocukluktan itibaren her kilisenin, her
ibadethanenin önünden geçerken şapka
çıkarmayı öğrendiğini söyledi. İnanca karşı
gösterdiği bu hoş saygı beni derinden etkiledi,
aynı anda o bahsettiği haç geldi aklıma ve ona
inançlı olup olmadığını sordum. Utangaç bir
hareketle, mütevazı bir şekilde evet dediğinde
ve Tanrı’nın lütfundan mahrum olmamayı
ümit ettiğini söylediğinde, birden aklıma bir
fikir geldi, arabacıya ‘Durun!’ dedim veaceleyle arabadan indim. Şaşkınlıkla beni takip
etti. ‘Nereye gidiyoruz?’ ‘Gelin benimle,’
dedim.
“Onunla birlikte arkamızda bıraktığımız
kiliseye gittim, tuğladan inşa edilmiş küçük bir
taşra kilisesiydi. Kireçli, gri ve boş iç duvarlar
pek ayırt edilmiyordu, kapı açıktı, öyle ki bir
parça sarı ışık içeri sızıyor, küçük mihrabın
çevresinde mavi gölgeler yapıyordu. Buhur gibi
sıcak bir alacakaranlıktan iki mum, peçeli bir
çift göz gibi bakıyordu. İçeriye girdik, o
şapkasını çıkardı, elini günah çıkartma kabına
soktu, istavroz çıkardı ve dizlerinin üzerine
çöktü. Tam ayağa kalkmıştı ki, kolundan
tuttum. ‘Gidin,’ dedim, ‘mihrabın önüne ya da
sizin için kutsal olan bir resmin önüne ve orada
söyleyeceklerimi tekrarlayarak yemin edin.’
Şaşırarak, neredeyse korkarak bana baktı. Fakat
söylediğimi çok çabuk anlayarak içinde heykel
olan bir oyuğun önünde durdu, istavroz çıkarıp
diz çöktü. ‘Söylediklerimi tekrar edin: Yemin
ederim,’ – ‘Yemin ederim,’ diye tekrarladı ve
ben devam ettim: ‘Ne tür olursa olsun parakarşılığında bir oyun oynamayacağıma,
hayatımı ve şerefimi bu tutkuya kurban
etmeyeceğime yemin ederim.’
“Titreyerek bu sözcükleri tekrarladı: Net ve
yüksek bir ses tonuyla söylediği bu sözler
tamamıyla boş mekânda çınladı. Sonra bir an
sessizlik oldu, öyle bir sessizlik ki, dışarıda
rüzgârın yapraklarına değdiği ağaçların hışırtısı
duyuluyordu. Derken genç, bir tövbekâr gibi,
daha önce hiç duymadığım biçimde kendinden
geçmiş bir halde anlamadığım Leh dilinde hızla
ve arka arkaya bir şeyler söyledi. Bu bir dua
olmalıydı, teşekkür ettiğine ve pişman
olduğuna dair bir dua, çünkü coşkulu biçimde
günahlarını itiraf ederken başını kürsünün
önünde eğiyor, her defasında daha büyük bir
tutkuyla yabancı dilde dua ediyor ve gittikçe
daha ateşli ve tarif edilemez bir içtenlikle
duasını tekrar ediyordu. Daha önce ve daha
sonra dünyanın hiçbir kilisesinde böyle bir dua
etme görmedim. Elleri, bütün gücüyle ahşap
dua kürsüsünü kavramış, bedeni içindeki
kasırganın etkisiyle sarsılıyor ve kâhdoğruluyor, kâh yine yere kapanıyordu. Bir şey
görmüyor, bir şey hissetmiyordu: İçindeki her
şey başka bir dünyada gibiydi, değişimin
arafında ilerliyor, çok daha kutsal bir boyuta
yükseliyor gibiydi. Sonunda yavaş ayağa kalktı,
istavroz çıkarıp güçlükle döndü. Dizleri
titriyordu, yüzü çok bitkin bir insanın yüzü
gibi bembeyaz kesilmişti. Fakat beni
gördüğünde, gözleri parladı, saf ve gerçekten
inanan bir insanın gülümseyişiyle aydınlandı
yüzü; yaklaştı, Ruslar gibi yerlere kadar eğildi,
iki elimi tuttu ve saygıyla dudaklarına götürdü.
‘Sizi bana Tanrı yolladı. Bunun için ona
teşekkür ettim.’ Ne diyeceğimi bilemedim.
Fakat o anda kilisenin orgunun bu mütevazı
duygulara eşlik etmesini arzu ettim, çünkü her
şeyi başarmıştım: Bu insanı sonsuza kadar
kurtarmıştım.
“Kiliseden çıktık, mayıs ayının parıldayan
ve ışıldayan gün ışığına attık kendimizi: Dünya
hiç böyle güzel gelmemişti bana. İki saat
boyunca arabayla fevkalade manzarası olan ve
her dönemecinde ayrı bir güzellik sunan yoldaağır ağır gittik. Duyguların böyle
anlatılmasından sonra her sözcük önemsiz
kalıyordu. Bakışlarım tesadüfen onun
bakışlarıyla karşılaştığında utanarak
kaçırıyordum: Kendi mucizemi görmek beni
çok duygulandırıyordu.
“Öğleden sonra saat beşe doğru Monte
Carlo’ya geri döndük. Şimdi de akrabalarımla
bir randevum vardı ve ertelemem artık
mümkün değildi. Aslında içimden biraz
dinlenmeyi, yaşadığım bu coşkulu duygu
patlamasından sonra gevşemeyi geçiriyordum.
Çünkü aşırı derecede mutlu olmuştum.
Hayatımda daha önce hiç yaşamadığım aşırı
heyecanlı ve coşkulu durumu sindirmek için
biraz kendimi dinlemek zorunda olduğumu
hissediyordum. Bu nedenle himayeme aldığım
gence birkaç dakika otele kadar bana eşlik
etmesini rica ettim; odama geldiğimizde ona
eve dönüş yolculuğu ve mücevherleri rehinden
kurtarması için para verdim. Ben akrabalarımla
görüşürken o tren biletlerini alacak, Cenova
üzerinden onun memleketine gidecek treninkalkmasından yarım saat önce saat yedide
istasyonun girişinde buluşacaktık. Ona beş
banknotu uzattığımda dudakları tuhaf bir
şekilde bembeyaz kesildi: ‘Hayır... para...
istemiyorum... rica ederim, para vermeyin!’
dedi dişlerinin arasından konuşarak, o sırada
parmakları sinirden kontrolsüz bir şekilde
titriyordu. ‘Para istemiyorum... para
istemiyorum... para görmeye tahammülüm
yok,’ diye tekrarladı bir kez daha, tiksinti ya da
korkuyla sarsılmışçasına. Fakat onun utancını
gidermeye çalıştım, ödünç verdiğimi söyledim,
kendini mahcup hissediyorsa bana bir makbuz
kesebileceğini belirttim. ‘Evet evet... makbuz,’
diye mırıldandı bakışlarını kaçırarak ve sanki
parmaklarını titreten yapışkan bir şeymiş gibi
banknotları buruşturup bakmadan cebine
koydu ve bir kâğıdın üzerine hızla bir şeyler
karaladı. Başını kaldırdığında alnını nemli ter
tanecikleri kaplamıştı: Sanki içinden bir şeyler
dışarı çıkmak istiyor gibiydi, elindeki kâğıdı
bana uzatır uzatmaz titremeye başladı ve
birdenbire –ben farkında olmayarak korkuyla geri çekildim– dizlerinin üzerine çöktü ve
elbisemin eteğini öptü. Anlatılamaz bir hareket:
Bu davranışının etkisiyle tüm bedenim
titremeye başladı. Tuhaf bir ürperti çöktü
üzerime, şaşırıp kaldım ve kekeleyerek,
‘Minnettarlığınızı gösterdiğiniz için size
teşekkür ederim,’ dedim. ‘Fakat şimdi gidin
lütfen! Akşamleyin saat yedide vedalaşmak için
istasyonun girişinde buluşmak üzere.’
“Bana baktı, duygulandığı için parlayan
gözleri nemlenmişti; bir an bana bir şeyler
söyleyecek sandım, bir an bana yaklaşmak
istiyormuş gibi geldi. Fakat birdenbire eğildi,
iyice eğildi ve odadan çıktı.”
Mrs. C. yine anlatımına ara verdi. Ayağa
kalkıp pencerenin önüne gitti, dışarıya baktı ve
uzun bir süre hareketsiz öylece durdu. Belli
belirsiz görünen sırtında hafif, titreyen bir
sallanma görür gibi oldum. Birdenbire döndü, o
zamana kadar sakin ve kayıtsız olan elleri sanki bir şeyleri parçalamak ister gibi aniden sert bir
hareket yaptı. Derken sert, neredeyse cüretkâr
bir şekilde bana baktı ve birden anlatmaya
devam etti:
“Dürüst olacağıma dair size söz verdim. Ve
şimdi bu sözün ne kadar gerekli olduğunu
görüyorum. Çünkü ilk kez şimdi o gün neler
yaşandığını ilk kez olduğu gibi anlatmaya
çalıştığım, o anda iç içe geçmiş ve karmakarışık
olan duygular için net sözcükler bulmaya
çalıştığım şu an, o gün farkına varmadığım ya
da varmak istemediğim şeyleri çok net
görebiliyorum. Bu nedenle kendime karşı sert
ve kararlı olmak, size de gerçeği anlatmak
istiyorum: O gün, genç adamın odamdan çıktığı
ve benim yalnız kaldığım saniyelerde –baygınlık
gibi bir şey çökmüştü üzerime– yüreğime
adeta sert bir şeyle vurulmuş gibiydim. Bir şey
beni ölesiye yaralamıştı, fakat ne olduğunu
bilmiyordum –ya da bilmek istemiyordum–,
himayeme aldığım gencin dokunaklı ve saygılı
tavrında beni acıyla yaralayan şey neydi?
“Fakat şimdi geçmişteki her şeyi acımasızca ve olduğu gibi, içimdeki yabancı bir şeyi çekip
çıkarmak istercesine kendimi zorladığım, sizin
tanıklığınızın da, utanç verici bir duyguyu
korkakça saklamama izin vermeyeceğini
bildiğim şu an her şey benim için çok net: O
gün beni o kadar çok yaralayan şey, hayal
kırıklığıydı... bu genç insanın öyle boyun eğerek
çekip gitmesinden duyduğum... hayal
kırıklığı... yani beni tutmak, benim yanımda
kalmak için hiç çaba harcamadan... evine
dönmesi, ilk söylediğimde boyun eğerek,
saygıyla kabul etmesi... beni kendine çekmek
yerine... bana, yoluna çıkmış bir azize gibi
tapması... ve... beni bir kadın gibi görmemesi.
“Hayal kırıklığım buydu... ne o zaman ne de
daha sonra kendime bile itiraf edemediğim bir
hayal kırıklığı, fakat bir kadının duyguları
sözcükler olmasa da, her şey apaçık ortaya
dökülmese de, her şeyi hisseder. Çünkü... artık
kendimi daha fazla kandıramayacağım – o
insan o gün beni kucaklasaydı ve isteseydi,
onunla dünyanın öbür ucuna giderdim, kendi
adıma ve çocuklarımın adına leke sürerdim... başkalarının söyleyeceklerini ve içimdeki
mantığı umursamaz, onunla giderdim, tıpkı
Madame Henriette’in daha bir gün öncesine
kadar tanımadığı o genç Fransız’la çekip gitmesi
gibi... nereye, ne kadar süreliğine gideceğimizi
sormaz, geçmişteki yaşamıma dönüp
bakmazdım bile... paramı, ismimi, servetimi,
şerefimi bu insan için feda ederdim...
dilenirdim ve sanırım onun uğruna bu dünyada
her türlü aşağılanmaya katlanırdım. Utanç ya
da başkalarını saymak adına ne varsa hepsini
bir kenara fırlatırdım; eğer bana tek bir kelime
etseydi, bana bir adım yaklaşsaydı o saniye
kendimi ona verirdim. Fakat... size söyledim
ya... bu tuhaf, durgun insan beni ve içimdeki
kadını görmedi... ve nasıl tutkulu bir şekilde
onun için yanıp tutuştuğumu ise bir başıma
kaldığımda, daha biraz önce onun aydınlık ve
hayal gibi yüzünde hissettiğim tutku tüm
karanlığıyla içime dolduğunda ve boşlukta
kendimi terk edilmiş hissettiğimde anladım.
Güçlükle kendimi toparladım, sözleştiğim
randevuya gitmek hiç içimden gelmiyordu. Sanki kafamda demir gibi ağır, bastıran ve
ağırlığından ayakta duramadığım bir miğfer
vardı; akrabalarımla buluşmak için diğer otele
gittiğimde düşüncelerim de adımlarım gibi
dağınıktı. Orada herkes hiç durmadan
konuşurken ben sıkılmış, öylece oturdum,
arada bir bakışlarımı çevreme gezdirdiğimde
bulutların ışık ve gölgeler saçarak oyun
oynadığı delikanlının yüzünün aksine maske
takmış ya da donmuş gibi hareketsiz yüzleri
gördüğümde her defasında ürktüm. Sanki bir
sürü ölünün arasında oturuyormuşum gibi
korkunç donuktu bu ortamdaki insanlar;
fincanıma şeker koyarken, aklım başka yerde
onlarla konuşurken, içimdeki kan kıpır kıpır
ediyor ve her hareketinde seyretmesi benim
için tutkulu bir sevinç haline gelen ve –
düşüncesi bile korkunç– bir iki saat sonra son
kez göreceğim o yüz, gözlerimin önünde
canlanıyordu. Farkında olmadan yavaşça iç
çekmiş ya da derin derin inlemiş olmalıyım ki,
eşimin kuzeni birden eğilip neyim olduğunu,
kendimi iyi hissedip hissetmediğimi sordu, yüzümün soluk ve endişeli göründüğünü
söyledi. Bu beklenmedik soru hemen ve
zorlanmadan bir bahane bulmama yardım etti,
migren ağrısı çektiğimi söyledim, bu nedenle
kimseye fark ettirmeden kalkmak için izin rica
ettim.
“Böylece vakit kaybetmeden otele döndüm.
Ve yalnız kalır kalmaz birden bir boşluk ve
terk edilmişlik duygusu ve bugün bir daha
görmemek üzere ayrılacağım gençle birlikte
olma arzusu birbirine karıştı. Odanın içinde bir
oraya bir buraya gidiyordum, dolabı açtım,
üstümü değiştirip aynanın karşısına geçtim,
böyle süslenirsem onu bağlar mıyım diye
içimden geçirdim. Sonra birden kendimi
anlamaya başladım: Onu bırakmamak için her
şeyi yapacaktım. Olağanüstü bir saniye içinde
bu istek karara dönüştü. Aşağıya indim,
görevliye bugün akşam trenine bineceğimi ve
otelden ayrılacağımı söyledim. Acele etmem
gerekiyordu: Eşyalarımı toplamama yardım
edecek kat görevlisini çağırdım – zaman
daralıyordu; görevliyle beraber hızlı hızlı elbiseleri ve küçük eşyaları valize koyarken
yapacağım sürprizin hayalini kurdum: Ona
trene kadar eşlik edecektim, son, en son
dakikada vedalaşmak için elini uzattığında
birdenbire şaşkın bakışları altında trene
atlayacak, o gece, sonraki geceler ve – beni
istediği sürece onunla olacaktım. Hoş,
heyecanlı bir sarhoşluk kanımı
hareketlendiriyordu; elbiseleri valize atarken
bazen kat görevlisinin şaşkın bakışları altında
birdenbire kahkaha atıyordum: Duygularım
karmakarışıktı, hissediyordum. Valizlerimi
indirmeye gelen görevliye şaşkınlıkla baktım,
içimdeki heyecan o kadar güçlüyken rutin
şeyleri düşünmem imkânsızdı.
“Zaman daralıyordu, yediyi geçmiş
olmalıydı, trenin kalkmasına çok çok yirmi
dakika kalmıştı – ancak o istediği müddetçe
onun yanında olmaya karar verdiğimden beri,
gara gidişimin bir vedalaşma olmayacağını
düşünerek kendimi teselli ediyordum; hemen
hesabımı kapatmak için aşağıya indim.
Kasadaki görevli paramın üstünü vermişti, tam yukarı çıkmak üzereydim ki, biri hafifçe
omzuma dokundu. Bu, rahatsızlandığımı
söyledikten sonra merak edip arkamdan gelen
kuzenimin eliydi. Gözlerimin karardığını
hissettim. Şimdi ona hiç ihtiyacım yoktu, her
saniyelik gecikme korkunç bir kayba neden
olabilirdi, fakat nezaket gereği onu dinlemem
ve yanıt vermem gerekirdi. ‘Yatağa gitmelisin,’
diye ısrar etti, ‘kesin ateşin vardır.’ Öyle de
olmalıydı ki, şakaklarımdaki damarların
şiddetle attığını ve bazen de gözlerimde mavi
gölgeler uçuştuğunu hissediyordum. Fakat
kabul etmedim, her sözcük beni yaktığı halde
ve onun zamansız ilgisinden kurtulmak
istememe rağmen minnettarmış gibi
görünmeye çalışıyordum. Ancak bu davetsiz
ilgili kaldıkça kaldı, kolonya uzattı ve
şakaklarımı kolonya ile ovmak için ısrar etti:
Ben ise bu sırada dakikaları sayıyordum, bir
yandan genç adamı düşünürken, diğer yandan
kuzenimin işkence haline gelen ilgisinden
kurtulabilmek için bir bahane arıyordum.
Huzursuzlandıkça kuzenim daha da kuşkulanıyordu: Sonunda neredeyse beni
odama çıkıp uzanmam için zorlamaya çalıştı.
Tam o sırada lobinin ortasında saati gördüm:
Saat yediyi yirmi sekiz geçiyordu ve yedi otuz
beşte tren kalkacaktı. Umutsuz bir insanın
kaba, ani ve fevkalade kayıtsız tavrıyla,
‘Hoşçakal, gitmem gerekiyor,’ deyip elimi
uzattım, donuk bakışlarına aldırmadan ve
etrafıma bakmadan şaşkın şaşkın kalakalan otel
çalışanlarının önünden fırlayıp kapıya
yöneldim, istasyona gitmek üzere caddeye
çıktım. Orada valizlerimle bekleyen taşıyıcının
heyecanlı tavrından, ta uzaktan zamanın
geldiğini anladım. Öfkeden deliye dönmüş bir
halde geçişe koştum, fakat biletçi beni
durdurdu. Bilet almayı unutmuştum. Ve beni
perona bırakması için neredeyse zor kullanarak
onu ikna etmeye çalışırken, tren hareket etti.
Arkasından bakakaldım, tüm vücudum
titriyordu, hiç olmazsa vagon pencerelerinden
birinden bir bakış, el sallama, bir selam
görmeye çalıştım. Fakat hızla giden trende
onun yüzünü göremedim. Vagonlar gittikçe hızlandı ve bir dakika sonra kararmış gözlerim
koyu ve siyah dumandan başka bir şey görmez
oldu.
“Taşlaşmış gibi orada kalmış olmalıyım, kim
bilir ne kadar süre, çünkü taşıyıcı kolumdan
dürtmeden önce birkaç defa beyhude yere bana
seslenmişti. Korkuyla irkildim. Taşıyıcı
valizlerimi otele geri götürüp götürmeyeceğimi
sordu. Kendime gelebilmem için birkaç
dakikanın geçmesi gerekti: Hayır, bu
imkânsızdı, o gülünç, apar topar ayrılıştan
sonra tekrar otele dönemezdim, dönmek de
istemiyordum; kesinlikle hayır: Böylece ona,
yalnız kalmak için sabırsızlanarak, valizlerimi
depoya koymasını emrettim. Ancak sonra
istasyonda sürekli artan ve sonra azalan insan
kalabalığının ortasında düşünmeye çalıştım, net
bir şekilde düşünmeye, öfke, pişmanlık ve
çaresizliğin neden olduğu bu umutsuzluktan ve
acıdan kurtulmak istedim, çünkü –niye kabul
etmeyeyim ki– kendi hatam yüzünden son
buluşmayı kaçırmış olduğum düşüncesi, kor
gibi yakan düşünce acımasızca içimi deşiyordu. Avazım çıktığı kadar bağırabilirdim, acımasızca
içimi oyan bu kızdırılmış bıçak o kadar çok
canımı yakıyordu. Sadece tutkuya yabancı
insanlar, böylesi ender anlarda böyle çığ gibi,
kasırga gibi birdenbire tutku patlaması
yaşarlar. İşte o zaman yıllar yılı biriken her şey
insanın içinde patlar. O saniyede yaşadığım
şaşkınlığa ve öfkelendiren güçsüzlüğe benzer
bir şeyi hayatımın ne öncesinde ne de
sonrasında yaşadım, çünkü en cüretkâr şeyleri
yapmaya hazırdım –hayatımdaki her şeyi,
sahip olduğum, biriktirdiğim her şeyi elimin
tersiyle itmeye hazırdım– , işte tam o saniyede
tutkularımın kendini kaybetmiş bir şekilde
başını tosladığı bir anlamsızlık duvarı
yükselmişti önümde.
“Sonrasında yaptığım aynı şekilde
anlamsızdı, deliceydi, aptalcaydı, anlatmaya
neredeyse utanıyorum – fakat kendime ve size
hiçbir şeyi saklamayacağıma dair söz verdim:
ve ben... ben... onu yine aramaya başladım...
yani onunla geçirdiğim her ânı hatırlamaya
çalıştım... içimdeki bir güç beni zorla onunla dünü geçirdiğim yerlere sürüklüyordu, onu
güçlükle kaldırdığım bahçedeki banka, onu ilk
kez gördüğüm oyun salonuna, evet, hatta o pis
otele gittim, geçmişi bir kez olsun yeniden
yaşamak için. Ve ertesi gün arabayla Cornich’e
gidecek, aynı yolda yürüyecek, her sözcüğü,
her hareketi içimde yeniden yaşayacaktım –
evet, böyle anlamsız, böyle çocukçaydı
şaşkınlığım. Fakat tüm olanların şimşek gibi
birdenbire üzerime geldiğini unutmayın – beni
kendimden geçiren tek bir darbe gibiydi. Fakat
o karışıklıktan sert bir şekilde kendime gelmiş,
yaşadığım ve kaybolup giden bu şeyi tekrar
tekrar keyfini çıkararak tatmak istiyordum,
‘hatırlamak’ denilen, o kendini kandırmaca
büyüsü sayesinde. Bunu anlamak için belki de
yanan bir yüreği olması lazım insanın, kim bilir.
Böylelikle ilk önce oyun salonuna gittim,
oturduğu masayı aradım, böylece orada
gördüğüm tüm eller arasında onun ellerini
hatırlayacaktım. İçeriye girdim, onu ilk kez
gördüğüm yer ikinci odada, soldaki masaydı,
çok iyi hatırlıyordum. Her hareketi hâlâ canlı bir şekilde gözlerimin önüne geliyordu:
Uyurgezer gibi gözlerim kapalı, ellerimi
uzatmış gibi gitseydim bile onun oturduğu yeri
bulabilirdim. İşte içerideydim, hemen salonun
bir başından öbür başına gittim. Ve orada...
kapıda, bakışlarımı içerideki kalabalığa
çevirdiğimde... çok tuhaf bir şey oldu... tam
orada, hayal ettiğim yerde, orada oturuyordu –
ateşin halüsinasyonu!.. Oydu gerçekten... O...
O... tıpkı biraz önce hayal ettiğim gibi, tıpkı
dünkü gibi bakışlarını topa dikmiş, hayalet gibi
bembeyaz yüzü... fakat oydu... O... kesinlikle
o...
“Neredeyse bağıracaktım, öyle
korkmuştum. Fakat bu saçma hayal karşısında
korkumu yatıştırdım ve gözlerimi kapattım.
‘Sen çıldırmışsın... rüya görüyorsun...
sayıklıyorsun,’ dedim kendi kendime. ‘Bu
mümkün değil, halüsinasyon görüyorsun...
Yarım saat önce buradan ayrıldı.’ Sonra yine
gözlerimi açtım. Fakat korkunç: Biraz önce
olduğu gibi orada oturuyordu, canlı canlı ta
kendisi... milyonlarca elin arasından o elleri tanırdım... hayır, rüya görmüyordum,
gerçekten oydu.

Devamı gelecek. Oy vermeyi unutmayın ;))

Bir Kadının Yaşamından 24 SaatHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin