Duygular ne zaman var olurdu? İçimizde ilk kez var olduklarında bunu anlayabilmemizin bir yolu var mıydı? Varsa da ben bunu hiçbir zaman öğrenememiştim. Sanki bu duygu, dünya daha gaz ve toz bulutuyken içime yerleşmişti. Ne kadar düşünsem de hatırlayamıyordum.
Okulun ilk günü yanımdan geçerken göz kırparak arkadaşına selam verdiğinde miydi? Teneffüste kendi derslerimizin sınıfına yetişmeye çalıştığımız o kalabalık koridorda bana çarptığında mıydı? Bir iki adım geriye gitmeme sebep olduğunda ellerini omzuma koyup "Pardon ya, görmedim seni. İyi misin?" dediğinde miydi? Böyle bir sürü an geçiyordu aklımdan ama hangisi olduğunu bilmiyordum.
Dedim ya, sanki dünyanın en başından beri içimdeydi bu his. Çömez bir dokuzuncu sınıfken, münazara kulübünün etkinliğinde, okul maçlarında, önemli gün ve haftalar için yaptığımız etkinliklerde, kantinde, beden eğitimi salonunda; hatta o soğuk, her kış camları ıslık çalan, iğrenç kokulu fen laboratuvarında bile kalbimi hızlandırmayı başarıyordu.
Çok sevgili Milli Eğitim'in pilot okul olarak seçtiği deniz manzaralı canım lisemiz bazı dersleri, sınıfları karıştırarak almamız gerektiğine karar vermişti. Böylece ilk yılımızda önce birbirimize sonra da dolayısıyla okulumuza hızlıca ısınacaktık. Kalbim bu konuyu biraz yanlış anlamış ve sonuç olarak da ona aşık olmuştum. Üzerinden geçen seneler bu aşkı hiç azaltmamıştı. Şu kadarcık bile yardımcı olmamıştı.
Derin bir nefes çektim içime. Kafamı sıradan kaldırıp kudurmuş gibi gürültü yapan sınıfıma baktım. Mevcudun yarısı bile yoktu neredeyse ama okula yetecek kadar ses çıkartıyorlardı. Bu çocuklar mı üniversiteye gidecek, başarılı avukatlar veya psikologlar olacaktı?
Gömleğimin cebinde duran telefonumu çıkartıp saate baktım. Öğle arasında dinlenmek için sınıfa gelmiş, uyumaya çalışıp düşüncelere dalmıştım. On dakika sonra ders başlayacaktı ama ben sadece uyumak istiyordum. Aslında bir iki isteğim daha vardı ama uzanamayacağım yükseklere uzanıp kalbimi incitmekten vazgeçeli biraz oluyordu.
Sağ elimin içiyle gözümü ovup esnedim. Çantamı alıp koşarak merdivenlerden inmek, okulun bahçe demirlerinden atlayıp denize koşmak istiyordum. Demek ki bugün Perşembe'ydi. Bir Eşit Ağırlık öğrencisi olarak sekiz dakika sonra Kimya dersine girecektim.
Evet, maalesef...
Yetkili merciler, son senemizde, sınavda sorumlu olduğumuz birinci bölümün derslerini müfredata zorunlu kılmıştı. Bu yaktığım fizik ve kimya test kitaplarının diyeti değildi de neydi bilmiyordum. Bir kere daha esnediğimde, güç bela yetişip ağzımı kapatmıştım, saatin biraz daha erken olmasını istedim. Kantine inip kahve alabilirdim ama artık mümkün değildi.
Yamuk oturduğum için kayan çorabımı düzeltip yerimden kalktım. Yüzümü yıkarsam açılırdım. Dönüşte de dolabımdan kitaplarımı alırdım. Evet... Amerikan dizilerindeki gibi, koridorlarda dolabımız vardı. Dokuzuncu sınıfta Okul Aile Birliği'ne para verip almıştık. Hatta kapağın içinde sevdiğim grupların fotoğraflarını bile yapıştırmıştım. Tabii onlarınki kadar büyük ve renkli değildi maalesef... En fazla dört beş defteri üst üste koyabiliyorduk, sonraki senelerde kullanmamıza izin verilmeyince isyan çıkartıp peşine düştüğümüz kadar yoklardı yani.
Sınıf kapısını itip dışarıya adım attığımda önümde beliren kişiye çarptım.
"Kızım yavaş olsana ya, deldin göğsümü!" dedi.
En yakın kız arkadaşıma merhaba demek ister misiniz?
"Of Burcu ya, görmedim tamam. Bağırma nolur, yeni uyandım." Dedim. Sınıfa girmesi için kenara çekildim. O yerine geçerken ben de yüzümü yıkayıp, dolabımdan defterimi ve kitabımı aldım.