Bedenleri parçalanmış üç cesede bakamayan gözleri ağlamaktan şişmişti. Sigarasının birinin ucu kararırken diğerinin ucu kızarıyordu. Serkan köye, cesetleri taşıyacak birilerini bulmaya gitmişti. Artık korktuğunu kendisinden saklamıyordu. Korkuyordu... Kafasını, ayda yılda bir görüp sadece selam verdiği köylülerin ölmüş bedenlerinin olduğu tarafa çeviremiyordu. Bir yandan kafasını yakan 'Nasıl?' sorusu, bir yandan ağaçların hışırtısına silah çektirecek kadar büyük korku, bir yandan Serkan'ın "Sen gitmek ister misin?" sorusuna verdiği 'Hayır' cevabına duyduğu pişmanlık... Korkudan saçmalamaya başlamıştı artık; "Serkan birazdan yanında üç beş kişiyle gelecek, bir şey olmayacak bize... Onlarda silah yoktu. Karşılarına çıkan her neyse hiç karşı koyamadılar ki, bir anda bu hale geldi bedenleri." Yetmedi bu ona, rahatlatmadı korkmuş bedenini.
"Yeter ulan! Gel artık..."
Ali'yi sevmese de yerinde olmak istemezdi. Sebebini bilmedikleri üç parçalanmış bedenle yalnız kalmıştı dağda. Hava da kararmak üzereydi. "O benim yoldaşım, şu içine ettiğimin dağında ondan başka kimse yok yanımda." diye geçirdi içinden ve daha hızlı koşmaya başladı. Çantasını bırakmıştı ama belindeki kocaman tüfeği bırakmak istememişti. Bırakamamıştı... Korktuğunu kendine söylemekte Ali kadar cesur olmasa da artık Serkan'ın da hareketlerinden, gözlerinden süzülürken yüzünün pisliğinde iz bırakmış yaşlardan anlaşılıyordu korktuğu. Köye çok az kalmıştı. Kimi çağırmalıydı, ne demeliydi, anlatırken gözlerinden akmalı mıydı gördüğü korkunç manzaranın büyüklüğünü gösteren yaşlar... Hiçbir şey bilmiyordu. Sadece koşuyordu. Sigara... Evet içmeliydi artık en fazla iki üç dakika yavaşlatacaktı onu. Durmalı mıyım, devam mı etmeliyim diye düşünürken göremediği dışa çıkıntı yapmış söğüt köküne ayağı takıldı. O hızla yere kapaklandı. Son anda yere koyduğu sağ eli kan içinde kalmıştı, omzu düşmenin etkisiyle inanılmaz derecede acımıştı.
"Devam et! Kalk ve devam et."