II.bölüm

14 1 0
                                    

Beyazın bu kadar anlam kazandığı başka bir zaman dahi düşünülemez. Dünya her yıl kirini, tozunu ve toprağını yıkamak için bembeyaz suyunu üzerine serpiyor ve kış yorga-
nının altında temizliği bitene kadar ölü uykusuna yatıyor. Kış her insanda farklı duygular oluşturur. Birbirine deliler gibi âşık olan bir çift için romantik olurken, bir çocuk için oyun
bahçesi ve karlarda oyun hamuru olabilir. Biraz ötede parkta,yalnız başına bankta oturan adam için soğuk ve üşüme kavramından başka bir şey hissettirmiyor oysaki. Bunun sebebi
bir sevgilisinin olmaması değil, sıcak bir yeri olmaması ve ev tanımına karşılık gelen ona ait bir yerin olmamasıdır. Adam üzerinde eski, incelmiş montunun yakasını yukarıya doğru, ensesini kapatacak şekilde düzeltmiş. Elinde yarısı kırık bir tahta kalemle, küçük bir not defterine bir şeyler yazıyor. Ayakkabısı iyice yıpranmış. Bu yüzden ayakları hep ıslak kalıyordu. Bu soğuk ve ıslak havada bankta oturmasının sebebi
karın insana ilham veren o duygulu yağışını izlemek değil. Bulunduğu yerde yaşaması. Aslında birçok yer onun evidir. Sık sık ev değiştirir. Bu da keyfi durumlardan ötürü değil. Zo- runlu bir zorunluluktan geldiği için. Bazen bir park, bazen bir bank olabiliyor ve genellikle komşuları tıpkı onun gibi yalnız kalan insanlardan ibarettir. Çoğu yaşını başını almış insanlardı. Çocuklu anneler, bazen de annesiz çocuklar. Şimdi bir parkta kalıyor ve oturduğu banka evim diyordu. Fakat artık
evini ve komşularını değiştirme vakti gelmişti; çünkü kış kapısına kadar dayanmış, zorluyordu. Bu evin damsız oluşu da bütün karı içeriye sızdırıyordu. Gitmek için artık hazırlanmak gerekiyordu ve koca bir hiçten başka eşyası da yoktu. Onu da
cebine koyup yola düştü.
   

   Vakit karanlığı getirmiş ve bu beyaz örtünün üstüne serilmiş durumda. Beyazla siyahın birbirine bu kadar uyum sağlaması hep ilgisini çekmiştir. Ne kadar kapatmaya çalışırsa çalışsın karanlık içinde beyazı görebiliyor. Geride bıraktığı izler, her adım attığında karda oluşturduğu izleri arkasında bırakarak yoluna devam etti. Sokakları ağır adımlarla, bir yere
yetişme kaygısı gütmeden (çünkü nereye gideceğini bilmiyor.) arşınlıyordu. Geçtiği her sokakta, önünden geçtiği her evin o karanlık duvarların pencerelerinden sızan ışıklar, gidip bakmak için celp ediyordu onu adeta. Bir insanın içeriye bakabileceği yükseklikte olan bir evin penceresine yaklaştı. Bak-
mak istiyor; ama bir yandan utanıyor, çekiniyordu. Bu çelişki içerisinde bocalarken bir an için ona doğru yaklaşan ayak sesleri duydu. Hemen yönünü çevirip oradan geçiyormuş gibi yürümeye başladı. Dikkat çekmemeye çalışarak kafasını çevirip arkasına doğru baktığında; orta yaşlı bir adamın kolunda her halinden bir yosma olduğu belli olan bir kadınla güle eğlene yaklaştıklarını gördü. Bu gece yaşayacağı hazdan dolayı adamın halinden pek memnun olduğu gözüküyordu. Yanındaki kadının hali pek dikkat çekiciydi. O da gülüyor, eğleniyor, memnun gözüküyordu. Fakat kadının bu gülümsemeleri samimiyet namına pek bir şey taşımıyordu. İyice yanına yaklaştıklarında onları hiç fark etmemiş gibi adımlarını yavaşlatıp yürümeye devam etti. Adamla kadın yanından geçince bir an için kadınla göz göze geldi ve o anda memnuniyet sergilediği tavrından farklı olarak üzüntü içeren bakışla baktı kadın İkisi de birbirinin halinden anlıyordu ve bunu dile dökmek için kelimelere ihtiyaç yoktu. Bir, iki saniyelik bakış her şeyi anlatmaya yetmişti. Evet, adamla kadın uzaklaşmıştı ve tekrar
pencereye doğru içeriye bakmak için geriye dönüp yürüdü. İçeriye doğru baktığında ilk gözüne çarpan şey üzerinde içi su dolu kaynamaktan fokurdamaya başlamış çaydanlıkla, yanan odunların hafif kıvılcım saçtığı bir sobaydı. Odaya biraz daha geniş bir gözle baktı. Yeri boydan boya kapatacak şekilde iki halı serilmiş. Duvarda, yaylaya otlatılmaya çıkarılmış beyaz bir koyun sürüsünün başında kaval çalan bir çobanın resmi
duruyor. Bir de pili bitmiş,çalışmayan bir duvar saati. Birkaç çakılı çivi daha duruyordu duvarda. Herhalde sık sık bir şeyler asılıp indirildiği için şimdi boşta duruyorlar. Bu manzara onda anılarından oluşan birkaç hayalin canlanmasına sebep oldu. On ya da on iki yaşlarında kışın soğuğuna bakmadan akşamın bir vaktine kadar top oynuyordu. Sonra eve koşarak
geldiğinde bahçedeki musluktan elini ıslatıp üstünü başını siliyordu. Annesinin kızacağını biliyordu çünkü. Annesi geldi aklına, çamaşır makinesi olmadığı için elleriyle yıkıyordu bütün çamaşırları. Hep çatlak ve nasırlıydı annesinin elleri. Üzüldü bir an, pişmanlık duydu o günlerden. “Biraz daha dikkatli olsaydım. Daha az kirletseydim elbiselerimi, annem o zaman daha az çamaşır yıkardı, elleri çatlamazdı.” diye içinden geçirdi. Kıpkırmızı olmuş yüzüyle eve girdiğinde babasından yediği fırçadan sonra sobanın yanına gidip diz çökerek, üşümüş ellerini sobaya doğru tutup otururdu. Şimdiki evin içi
o günkü evine çok benziyordu. Sobanın üstünde hep kaynamakta olan su, duvarda bir koyun sürüsü olmasa da Kâbe ve etrafında tavaf eden insanların resmi bulunurdu. Sonra duvarla soba arasında, evin en sıcak olan köşesinde uzanarak o gün kaç gol attığını düşünerek uyurdu. Tüm bu anılar ve hayallerin içinde onu tekrar zamanına döndürten, içeriye başı ev haliyle örtülü, elinde bir demlikle zarif bir kadının girmesi oldu. Paniğe kapılıp pencereden başını çekip aşağı doğru eğildi. Beş dakika bekledikten sonra gidip gitmediğini anlamak için başını hafifçe kaldırıp göz hizasından içeriye doğru baktığında kadın suyu demliğe boşaltıp çoktan gitmişti.
     
       Bir binayı ev yapan neydi? Dört duvar üzerinde damı olduğunda mı yoksa içinde bir hayat yaşanıldığında mı? Şimdi o zarif kadın demlediği çayı, içeride koltuğunda oturmuş
kocasıyla karşılıklı bir yandan hayattan bahsedip bir yandan
yudumluyorlardır. Aile olmamanın, bir yuvaya sahip olamamanın üzüntüsünü yaşarken bir yanda da kıskandı. En azından sıcak bir yerde oturmaları kıskanması için en somut bahaneydi. Islanmış ayaklarının, soğuktan kaşınmaya başlamış
parmaklarının da bu duruma etkisi var tabi. Dışarıda soğukta içeriye alınmayı bekleyen bir kediden daha çaresizdi. En azından insanlar kediye güvenip içeriye alabilir. Fakat insana
güvenmez. Hele ki bu tanımadığı biri olduğunda onun iyi bir insan olup olmaması hiç önemli değildir. Hobbes’un dediği gibi: “İnsan insanın kurdudur.” Felsefi olarak başka bir şey için yorumlansa da onun için şu anki durumda en iyi yorum
bu.
       .
     İçeri son bir kez daha göz gezdirdikten sonra oradan ayrılıp yürüdü bir vakit. Diğer evlerin ışık saçan pencerelerine baktı. O kadar çoktu ki hepsi gecenin ortasında ölülerin arkasından yakılan birer mum gibi üst üste, yan yana dizili
bir şekilde duruyorlardı. “Bunların hepsinde birer hayat var. Bin bir çeşit hayat…” diyerek hayret verici bakışlarla süzüyordu. Evler, içinde yaşanılan hayatı resmedermiş. Asık suratlı pencereler, güler yüzlü pencereler, umutlu, umutsuz, bin bir
yüzlü pencereler. Haddinden fazla şey gösteriyorlardı. Hiç saklama gereği duymadan. Evet, bir vakit daha yürüdü. Epeyce bir vakit yürümüş oldu. Nereye gidebilir, hangi yer onun evi olabilir. Ya da hangi yer ev olabilir. İyice ıslanmış ayaklarının kara, suya batmasına aldırış etmiyordu artık. Nitekim ıslanmış olanı ıslanmaktan korumak saçmaydı. Bedeni yorgun düşmüş, kara bata çıka attığı adımlar yürümesini iyice zor-
laştırmıştı. Artık demi kalmamıştı yürümek için. Durup bir duvara yaslandı. Diğer insanlar için sıradan bir gecenin bitişi olurken kendisi için hayatındaki son gece olacağını düşündü. Başını kaldırıp ileriye doğru baktığında tam olarak yıkık olmasa da dökük bir evi andırır bir şey çarptı gözüne. Son çare olarak oraya gitmeyi düşündü. Son kalan kuvvetiyle yürümeye başladı. İyice yaklaştığında görünüyordu ki evet, burası bir evdi. En azından bir zamanlar evdi. Çünkü camları olmasa da sokağa bakan bir penceresi ve sökülmüş olsa da bir kapısı vardı. Kapısı olmadığı için zorlanmadan içeriye girebildi. İçeride
onu karşılayan iki kapı daha vardı. İkisi de sağlam bir şekilde kapalı duruyordu. Sanki hayat ona iki yol sunmuş gibiydi. Sağ taraftaki kapıdan girerse başka bir hayata, sol kapıdan girerse başka bir hayata girecek gibi. Seçimini yapıp karşısında duran sağ taraftaki kapıya yöneldi. Biraz zor da olsa açıp içeri girebildi. İlk girdiği odadan farklı olarak buranın bir damı ve sağlam bir penceresi vardı. Sonunda üstünde damı olan bir
yerde olduğu için sevindi. Gerçi yüksek, güzel bir damın altında uyumak daha zevk veriyordu; ama şu an itibariyle bu çok mümkün gözükmüyordu. Dışarıdaki kar ve soğuk, onu daha alçak ve hiç yıldızı olmayan bir damın altında uyumaya
mecbur etti. Ölümün soğuğundan kurtulmanın şokunu atlattıktan sonra bulunduğu yere iyice bir baktı. Karanlık ona pek bir şey göstermiyordu. Ellerini duvara sürterek yokluyor, hissetmeye çalışıyordu. Şu duvarlar içinde biriktirdikleri, şahit oldukları anıları, hatıraları anlatmak istiyorlar da bir dile sahip olamadıklarının üzüntüsünü yaşıyorlar gibi. Kim bilir
kimler yaşamıştır burada. Ya da kimse bilmez, kimsenin farkında olmadığı bir aile yaşamıştır burada. Belki beş çocuklu ay başını zor getiren bir memur baba, evin bütün kahrını sı-
kıntısı çeken bir anne, yaşadıkları bütün sıkıntılara beraber göğüs geren bir aile olabilir. Ya da baba yetememenin verdiği bıkkınlıkla sinirli ve gaddardır. Anne de bunlardan dolayı psikolojisi bozuk bir kadın olabilir. Belki de özene bezene yetiştirdikleri tek çocuklu, ideal ve entelektüel bir aile yaşamıştır.
Evin haleti ruhiyesiyle böyle baş başayken içeriye hızlı adım-
larla birisinin girdiğini duydu. Paniğe, telaşa kapıldı. Odanın içinde bir aşağı bir yukarı gidip gelmeye başladı. “Evin sahibi mi gelen? Gerçi böyle bir evin sahibinin olabileceği hiç aklı-
ma gelmemişti. Daha çok sahipsiz görünüyordu ya da benim gibi soğuktan kaçmış biri de olabilir.” Bir yandan bu soruları soruyor bir yandan telaşlı bir şekilde odanın ortasında gidip geliyor. Tüm bu soruların cevabı kapı arkasında duruyor. Tek çare kapıyı açıp cevaba bakmak. Sessizce kapı kolunu tutup
aşağıya doğru yavaşça çekip açtı. Sadece gözün görebileceği kadar aralık verdi kapıya. Etraf karanlıktı ama gözü karanlığa alıştığı için yine de bir şeyler seçebiliyordu. İyice gözünü kısıp baktığında karanlıkta hareket eden şeyin bir kadın olduğunu gördü. Elbiselerini seçemiyor ama uzun saçlı zarif bir
kadın olduğu her halinden belliydi. Üstündeki karı temizlemek için elleriyle saçını, omzunu, ayaklarını çırpıyordu. Çok fazla heyecanlandı. Göğüs kafesinin birleştiği orta kısımda bir sıcaklık hissetti. Kalbi hızlı hızlı çarpıyor, fazla kan pompalı-
yor gibi. Havanın soğuk olmasına rağmen terlediğini fark etti. Karşısında gördüğü kadının üstündeki karı temizlemek için
yaptığı her hareket onu daha çok heyecanlandırıyor. Gecenin bu vaktinde içeri giren şeyin bir kadın olduğu değil, bütün acılarını görmüş olan gökten gelen bir kurtarıcı peri olduğunu, üstünde çırpmak için attığı şeylerin kar değil yıldız ışığından geldiği için yıldız tozu olduğunu düşündü. Hayran bir şekilde kadını izlerken hareketlerin kesildiğini gördü. Kadın kapı eşiğinde ona bakan bir çift gözü seçebilmek için vücudunu öne doğru biraz büküp, başını iyice öne uzatıp baktı. Orada birinin olduğunu iyice fark edince korkup birkaç adım geri atıldı. Kadının onu fark ettiğini anlayınca oda heyecana kapılıp kapıyı kapattı. Sanki kapıyı kapatınca orada olacağını unutacakmış gibi boş bir bekleyiş içine girdi.

Kadın:

-Hey kim var orda!

deyip yüksek bir sesle bağırdı.
Bu yüksek sesle sorulan soru bir anda bütün vücudunu endişe ve korkuyla kapladı. “Şimdi ne yapacağım! Tam
kendime bir ev buldum demişken kaçmalı mıyım? Hayır, kaçamam ki! Hem nereye kaçacağım ve niye kaçayım ki. Hırsız değilim ve yanlış bir şey yapmıyorum. Sadece üşüyen ve bir barınağa ihtiyacı olan biriyim o kadar.” Beyninin ona sorduğu sorulara kendi kendini tatmin eden cevaplar verirken:

-Oradaki cevap versene!

Diye ikinci bir soru geldi. Bu onu daha çok telaşa verdi ve hemen kapıyı suç işlemiş bir çocuk edasıyla başı önde eğik bir şekilde açtı.

-Korkmayın! Ben… Gidecek yerim yoktu. Hava da soğuk olunca burayı buldum. Kötü bir niyetim yok! Hırsız da değilim. Sadece üşüyorum.
Kadın rahatlamış bir tavırla birkaç adım atarak ona doğru yürüdü. Kadının ona doğru yaklaştığını görünce heyecanlandı. Sanki bacaklarında bir şey birikmişte bir anda boşalıverdi. Bu boşalmanın verdiği etkiyle bacakları vücudunu
taşıyamadı. Bir an yere çökecekmiş gibi oldu. Ellerini duvara dayayıp öyle tuttu kendini. Başı hala eğik, yüzüne bakamıyordu. Sanki bakınca son kalan gücünü de alacakmış gibi; ama
onun baktığını hissediyor. Kadın birkaç saniye öylece baktıktan sonra:

-Zaten buradan bir şey çalamazsın. Çalacağın tek şey bir avuç toprak olur, o kadar

.Bu sözünü söyledikten sonra yan taraftaki odaya doğru yürüdü. Kapıyı açıp içeri girdi ve kapatmadan önce:

-Burada kalabilirsin. Sana git diyemem. Buna hakkım da yok; çünkü burası bana ait bir yer değil. Bu odaya girme yeter. Deyip kapıyı kapattı.

O gider gitmez bacakları artık ağırlığını taşıyamadı ve olduğu yere çöktü. Başı ağrıyor nefes almakta zorlanıyor. “Bana neler oluyor? Sarhoş gibiyim sanki, daha önce hiç sarhoş olmadım ve sanırım içkiye gerek kalmadan da sarhoş olu-
nabiliniyormuş.”

İKİ KALEM BİR RUH Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin