-Her halde eğlendirici bir şey.
-Ne demezsin. Eskiden öyle sinema yoktu. Televizyonda yoktu. Orta oyunu, meddah, karagöz oyunları vardı. Tiyatroların bir çoğunda da tuluatçılar oynardı.
-Tuluatçı ne demek?
-Bir çeşit hazır cevap demek. Yazılıp çizilmeden oynanan oyun. Maksat halkı eğlendirmek. Babam merhum beni bu gibi eğlencelere götürürdü. Adamcağız pek ağırbaşlı, kibirli ve toplumun içinde hatırı sayılan bir kimse olduğu halde bir orta oyununda kahkahalarla gülerdi.
Hemen o gün, öğleden sonra Yıldız dedesinin tuttuğu dükkana gitmişti. Burası öyle pek küçük bir yer değildi. Bir masa, bir iki sandalye vardı. ,duvarlara kağıt kaplanmıştı. Bir işçi elektrik işleriyle uğraşıyordu. Dükkanın arkasında genişçe bir yer daha vardı. Buraya büyük bir buzdolabı ile bir divan konmuştu.
Yıldız boyanmaktan korkarak içerisini dolaştı. Küçük yazıhanenin üzerindeki resim kağıtlarına Recai bey bazı kukla ve orta oyunu tipleri çiziyordu. Yıldız bu resimlere dikkatle bakarak;
-Bu Abdi değil mi? dedi.
Recai bey;
-Sen Abdi'yi nereden biliyorsun? dedi.
-Ben kimin torunuyum, sen bana iyi baksana.
-Helal olsun. Ben küçüklüğünden beri senden kitap esirgemedim. Yırttın, kirlettin, ama okudun, yararlandın. Abdürrezzak denilen bu Abdi sarayda bile oynamıştır. Aslında tiyatrocudur ama orta oyunundaki başarısına da diyecek yok.
Recai bey birazdan sonra;
-Burada başım dinç çalışacağım inşallah, dedi. Aman bizim bedavacılara haber verme. Bu cadde epeyce eğlenceli. Çalışmaktan yoruldum mu şezlonga uzanır, geleni geçeni seyrederim. Yavaş yavaş çay kahve içinde takım düzeceğim gibi buzdolabına limonata, çerez, yoğurt gibi ha diyince gereken şeyleri de elimin altında bulunduracağım.
-Kışın güç olmaz mı?
-Neden olsun. Bak şurada radyatör var. Apartmanda kalorifer yandı mı burası da hamam gibi olur. Ha , şunu da unutma. Sana da bazı şeyler düşecek.
-Ne gibi şeyler dede?
-Kuklaları, orta oyunu tiplerini sen giydireceksin. Ben bunların kıyafetlerini sana anlatırım. Okuldan çıkınca bana uğrarsın. Daha şimdiden bizim terziden renkli kumaş parçaları istedim. Sonra bir kaç doğramacı ile konuştum. Bana ıhlamur kerestelerinin artan uçlarını saklayacaklar. Şu köşeye tezgahı yerleştireceğim. Tezgahın üstünde küçük bir torna, bir matkap, bir testere makinesi bulunacak. Eh, alet işler el öğünür, derler.
-Dede, aleti işletecek olan da eldir, kafadır.
-Aferin be kız.
Yıldız o günden sonra sık sık sokağa çıkıyor, dedesinin tuttuğu dükkana uğruyordu. Ismarlanan makineler gelmiş, tezgah kurulmuştu. Recai bey bir tahta parçasını mengeneye sıkıştırarak oyuyor, şekillendiriyor, ortaya bir kukla başı çıkartıyordu.
Sağda solda bulunan pastacı ile eczacıya bu ihtiyar adamın kimin nesi olduğu merak olmuştu. Günde bir iki defa kapıyı aralıyor;
-İçeriye girmeye izin var mı, beybaba.
-Buyurun, diyordu Recai bey.
-E, kolay gelsin.
-Uğraşıyoruz işte.
-Sormak ayıp olmasın, beybaba. Ama bu kukla başları ne olacak?
-Satacağım.
-Alan olur mu?
Kör alıcının kör satıcısı olur.
-Hani buraya hayli masraf ettin de, parana yazık olmasın diyorum.
-Ne yapayım, can sıkıntısı işte. Ben pek kazançta değilim. Elalem işte güçte görsün.
-Bir de küçük hanım geliyor buraya?
-Ha, torunumdur.
-Okul çantası taşıdığına göre okuyor besbelli.
-Tamam, ortaokulda. Şimdi okullar açıldı. Dönüşte bana uğruyor.
Bazen Yıldız dükkana uğradığı zaman oturmaya geliyorlardı. Recai bey bir ibiş kafasının suratının boyasını , kaşını, gözünü, bıyıklarını kıza yaptırıyor. Bazen;
-Yavrum, misafirlere soğuk bir şeyler ver, diyordu.
Yıldız buzdolabından limonata veya ayran alıp misafire veya misafirlere birer bardak veriyordu.
Pastahanenin sahibi her gelişte ya bir çörek , ya çikolatalı bir pasta geliyor, eczacıda Yıldız'a saç tokası , bir limon çiçeği losyonu, filan getiriyordu.
Bu komşular Recai beyden pek hoşlanmışlardı. Ona ilk zamanlarda çok acımışlardı. Zavallı üç beş kuruşunu buraya dökmüştü, sermayeyi kediye yükledi, diyorlardı. Ama bir gün şöyle yirmi santim boyunda, elinde minyatür bir gaz tenekesi ve saplı bir süpürge ile bir adam görmüşlerdi. Daha buna bakar bakmaz ayağındaki pabuçlardan, başındaki takkeye kadar, bir bakışta benzetmişlerdi.
-Ay bu kel Hasan değil mi?
Recai bey bu benzetişten çok memnun oldu. Bu onun başarısının bir işareti demekti. Adamcağızın resmine bakarak ince ince yüzünü işlemiş, biçimini vermiş, o küçücük elleri bile bir şimşir parçasından meydana getirmişti.
Adamcağız hakikaten sanatkardı.Bu minyatür sanatçıların örneklerini yaparken baştan aşağıya tahta kullanıyor, bütün oynak yerlerini yapıyor, bu tahta gövdenin üzerine o çağdaki kıyafeti oturtuyordu.
Recai bey yalnız dükkanda değil, artık gece yarısı kalkıp evdeki tezgahının başında da çalışıyordu. Bazen herhangi bir iş için odasından çıkmş olan Calibe babasının odasının altından ışık sızdığını görünce kapıyı açıyor ve onun bir tahta parçasından bir tahta suratı çıkarmaya çalıştığını görünce;
-Baba, gece yarısı bu, yatıp uyusana. Bu yaştan sonra kukla mı oynatacaksın? Gören seni tımarhanelik der.
Recai bey;
-Böyle saygısız bir aile içinde bugüne kadar aklımı oynatmadığıma göre , bundan sonra da oynatmam. Ben insanlara söz geçiremedim, insanları utandırmadım, bari kuklalara sözüm geçsin. Haydi savuş bakalım, beni rahat bırak. Gece yarısı asabımı bozma.
Calibe ertesi gün öğle yemeğinde annesine anlatıyordu;
-Gece ışık yandığını gördüm, hasta filan olmasın diye odasına girdim. Bir de ne göreyim, tahtadan insan suratı yapmıyor mu? E, vallahi artık bu adam iyiden iyiye sapıttı. Hayri'nin hakkı var, bir akıl hastanesine yatırılmalı.
Bunca yıldır sırtından geçinmiş, yiyip içmiş, giyinip kuşanmış, bekçi kızlığından sosyete hanımefendiliğine yükselmiş olan Sahire hanımın da istediği bundan başka bir şey değildi.
-Haydi hayırlısı, diyordu.Daha nice beri başımda çekeceğim bu adamın kahrını.