v| yakarış

123 7 48
                                    

bin yedi yüz on yedinci orend yılı

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

bin yedi yüz on yedinci orend yılı

"TANRIM, SANA ÇOK FAZLA İNANIYORUM!" diye haykırdı kırık bir ses. "NEDEN, NEden, neden?"

Çok fazla inanıyordu. Kadere ise Tanrı'nın bile takdir etmeyeceği kadar sarsıcı ve derin bir inançla bağlıydı. Belki de düşünceleriyle oldukça çok vakit geçirmiş her insan gibi hayatın onun için yazılmış bir hikaye olabileceğini çok sık hayallerine misafir ettiğinden ötürüydü bu hâli ya da yalnızca mutsuzluğuna başka bir kalıp bulmaya çalışıyordu.

Gecenin karanlığında açık sarı saçları ayın boğuk ışığı gibi parlıyordu. Çamur içindeki kıyafetleriyle toprağa diz çökmüş, bir yanıt beklercesine sabırla bulutlarla kaplı göğe bakıyordu.

Herhangi bir cevap gelmedi. "En azından eskiden onun mutlu olduğunu bilirdim." diye devam etti yumuşakça. İçine işleyen soğuk onu ürpertti. "Peki ya şimdi?" dedi. "Ya ikimiz de mutsuzsak?"

Yaşamaya daha fazla nasıl katlanabilirdi durum böyleyken?

Çok uzun olmayan yaşamındaki koca bir gerçeğin ayırdına ilk kez o gece varmıştı: Rose Weasley'in mutluluğu onun hayat hakkındaki en büyük avuntusuydu. Çünkü, o mutluluğun içerisinde kendisininkini de görürdü. Kızın kendisinin yerine de mutlu olduğunu düşlemek farkında olmadan onu hayata bağlamış bir etken olmalıydı ancak şimdi... Şimdi, elinde bu dahi yoktu. Her şeyini kaybetmişti...

Bundan daha öncesinde de sıkça her şeyini kaybettiği düşünürdü fakat şimdi yeniden -kaybettikten sonra- asıl şimdi her şeyini yitirmiş hâldeydi ya da yine benzer bir yanılgıya düşüyordu. Belki de yine bir şeylere sahip olduğunu ancak onları kaybettikten sonra fark edecekti.

Öfkeyle toprağı avuçladı. Hayat acımasız bir oyundu. Çok az kazanılan, her ân kaybedilen bir oyun... Tanrı'nın da hayat kadar acımasız olabileceğinden şüphelendi ancak hemen sonra kendini suçlu hissetti. "Hiçbir zaman ondan nefret etmedim, yemin ederim!" diye kendini açıkladı rüzgarın uğultusuna. "Hatta o gece onunla konuşabilseydim eğer, yalnızca mutluluğumuzu bölüşmemiz gerektiğini söylerdim ona."

'Ben kötü bir insan değilim.' demek istiyordu Tanrı'ya. 'İyi sayılmam belki, elbet bu diğer insanlara haksızlık olur fakat 'kötü' de beni tanımlamak için doğru bir sözcük olmayacaktır.'

Bu düşüncesiyle birlikte kulaklarının kızardığını hissetti. En başta onun kayıp ilanlarını nasıl birer birer toplayıp ateşe verdiğini hatırladı. Tanrı'yı kandıramazdı... Yine de bunu saf nefretten yapmış değildi, daha çok mutluluğa sahip olma ihtirasının oyununa gelmişti. Tanrı bunu da anlayacak olmalıydı.

Anlaşılacağı gibi yıllar sonra, görünmez makarayı tüm gücüyle kendisinin tarafına çekerek, elde ettiği mutluluğu pek uzun sürmemişti. Lakin şimdi ona kendi mutsuzluğunun yanında Rose'un mutluluğunu garanti eden hiçbir şeye sahip değildi ve bu bilinmezliğin dayanılmaz ızdırabıyla nasıl başa çıkabileceğini bilemiyordu.

Hemen önündeki su birikintisinden kendi yansımasına baktı. Elini suratına, sakallaşmış belli belirsiz tüy parçalarına attı. "İleride bir meczup olacağım." diye mırıldandı. "Şehrin delisi..." diye ekledi, onun olmadığına yemin edebileceği tüyler ürpertici bir ses. "Tanrım, aklımı yitiriyorum..."

Kuzey'deydi. Neden burada olduğunu, onu buraya neyin getirdiğini bilmiyordu. Mutsuzluğu ise olağana tezat bir cevap olurdu. Ne zaman kalbi sıkışacak gibi olsa aklına buradaki insanlar gelir ve onlardan olabilecek en uzak yere kaçardı ama bu kez işte tam da buradaydı.

Çocukluğundaki heybetli ağaç, artık yaşlanmış gözükse de, dallarını o zamankinden bile uzaklara yaymıştı. Rüzgar, yazın bile geceleri insanı zatürre edebilecek bir sertlikte esiyor ve o rüzgarın uğultularından hala küçük bir çocuk gibi ürküyordu.

Ve o buradaydı...

Kadere olan hastalıklı inancı dışındaki hiçbir şey onun neden burada olduğuna dair akla yatan bir yanıt veremezdi. Sâhi neden buradaydı?

Bunlar ve türevi düşüncelerinin hayaletlerinin gölgesinde "Ne olur Tanrım, bir şey olsun!" diye yalvardı alacakaranlığa doğru. "Yaşamaya daha fazla katlanamıyorum." dedi. Artık ağlıyordu.

Sırtını dayadığı duvar onu tüm soğukluğuyla kucaklıyor, Scorpius Malfoy sığınabileceği tek şeyin ardındaki taştan kütleler olduğu gerçeği karşısında küçük bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

Gecenin ayazı ve henüz kendini göstermiş minik kar taneleri bedeniyle oldukça haşır neşirken "Bir şey olsun." diye fısıldadı bir kez daha. Göz yaşları minik alev parçalarıymışçasına yanaklarını ıslatıyor, o kafasını dizlerine gömmüş sayıklıyordu. Küçük bir titremeyle ansızın başını göğe kaldırdı. "Bir şey olsun, bir şey olsun, bir şey!" Ne hakkında olduğundan bir türlü emin olamıyor ancak o şeyi tüm kalbiyle istiyordu. "Bir şey..."

Daha sonraları, Scorpius Malfoy'un hafızası bu ânı tüm ince ayrıntılarıyla hatırlamak için yeterince kudretli olamadı belki fakat o gece bir şey oldu.

fic'in ismini 'genç scorpius'un acıları' yapmamak için zor tutuyorum kendimi

12.09.20

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Oct 17 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

penthos » scorpius malfoyHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin