1, the painting

160 15 115
                                    

akşam beş suları. her zaman yaptığım gibi sırt çantamın içine boyalarımı, fırça kabımı, resim yapmak için gerekli olacak her şeyimi tıkıştıracak; annemin fotoğrafını güzelce yerleştirecek ve tuvalimi alıp hep oturduğum banka yürüyeceğim. çıkarken kardeşim kolumdan tutacak, "nereye gidiyorsun?" diyecek. "tepeye." diyeceğim. "tepeye gidiyorum, annemi çizmeye."

tam tarif ettiğim gibi oluyor.

dakikalar süren yolculuğun ardından tepeye varıyorum. güneş batmaya henüz başlamamış. hava serin gibi fakat üşüyeceğimi zannetmiyorum. derin bir nefes çekiyorum ciğerlerimin en ücra köşelerini de doldurnaya yetecek kadar. hava bugün ayrı bir güzel geliyor bana, nedendir bilmem. güzele yormak istediğimdendir belki şayet bunu yapmaya çok ihtiyacım var.

bugün, diğer tüm günlerden farklı olarak bir yabancı görüyorum bankımda. sol kısmına oturmuş. sol elinde sigarası, öylece izliyor karşısını. üflediği duman anın sakinliği ve durgunluğu ile karışıyor tertemiz havaya. ancak yabancı öyle bir üflüyor ki bu zehir, havayı kirletmez; biliyorum. kestane saçları, zarif elleri, sarı camlı gözlüğü ve lacivert takımı, ayağının dibindeki su dolu sigara şişesiyle bu yabancı; bu havayı kirletmez, kirletemez.

çalıların arasından marangoza yaptırdığım katlanmış tahtayı alıyorum ve yabancıya sesleniyorum. "oturabilir miyim, bayım?" sesim çok ani olmuş olmalı kendileri için, hafif bir irkilme ile arkasına bakıyor. beni şöyle bir süzüyor. gözleri tekrardan gözlerime geliyor.

güzel bir adammış. bakışları, tavırları, stili, havası...

"sigara içiyorum, çocuk." diyor.

"olsun." diyorum omuzlarımı silkerek. bakışları beni incelemeye devam ediyor. "ben de sigara kullanıyorum." dalga geçercesine kıkırdıyor, anlam veremiyorum. ne yani, ben sigara içemez miyim? "neden güldüğünüzü sorabilir miyim?"

"liseli değil misin sen? küçücüksün, içemezsin." ona cevaben gülümsüyorum.

"hayır, efendim. liseli değilim: reşitim." bir süre daha en az sigara dumanına özgürlük verişi kadar güzel olan ifadesini izliyorum. "öyleyse..." diyorum. "oturabilirim sanırım." kendilerinden herhangi bir cevap vermeden tahtayı ve tuvali oturacağım yere bırakıyorum önce. ardından sırt çantamı çıkarıp banka dayıyorum. bıraktıklarımı tekrar aldıktan sonra yerime yerleşiyorum. yabancının gözlerini üstümde hissediyorum, izlenmek pek de hoş değil.

tuvali kucağıma koyarken menteşelerle tutturulmuş tahta parçalarını açıyorum ve sonunda masamı kurmuş oluyorum. tuvalimi yerleştiriyorum hemen üzerine, ardından sırt çantamdan malzemelerimi çıkarıyorum.

yabancı, son kez sigarasının tadına bakıyor. bana sarf ettiği cümleler, dumanı akşamüstünün hoş renklerine uğurlamasına sebep oluyor. "hiç düşünmeden hazırlıyorsun kendini. buraya sık gelir misin?" o bitmiş zehrini şişenin içine atıyor, ben de başımı sallıyorum.

"gelirim." diyorum. "babam resim çizmemden pek hoşlanmaz. burada yapıyorum yapabildiğimi."

serin havaya bir de sessizlik eşlik ediyor. malzemelerimi sonunda bulabildim ve hepsini güzelce yerleştirdim, sırada annemin fotoğrafı var. çantamdan fotoğrafı koyduğum dosyayı çıkarıyorum ve içindekini yavaşça alıyorum. dosyayı geri koyarken bir soru daha geliyor bana, yabancıdan. "sevdiğin birisi mi?" mırıltılarımla onaylıyorum.

"annem."

"çok beğenecektir."

"ah..." diyorum başımı iki yana sallarken. "hayır, beğenemeyecek. beğenebilse keşke."

rüzgar çok güzel esiyor. bir yandan esiyor olması iyi aslında: kendimi kaybetmeyecek ve saatlerimi hayal dünyasında olduğumu düşünerek geçirmeyeceğim. rüzgar bana gerçeklikte olduğumu hatırlatacak. belki annemin saçlarımı okşayışı, belki güzel bir şarkı, belki beni üşütecek bir dokunuş ama bana "jeongguk, yaşıyorsun." diyecek. rüzgarı, rüzgarın olmasını istediğim şeyler olarak hayal ettiğimi fark edeceğim ve akabinde aklıma bir şey daha gelecek.

"annemin ölüm yıldönümü yaklaşıyor, bu resmi ölüm yıldönümünde mezarına bırakmak istiyorum."

sessizlik yeniden rengi iyice turunculaşmış göğe kavuşuyor ancak bu, pek de uzun sürmüyor: yabancı, ceketinin iç cebinde bulunan paketi yerinden etmeden içinden bir dal daha çıkarıyor ve dudaklarının arasına sıkıştırıyor.

"çocuk..." diyor sigarasının boğduğu kelimeleriyle. "zaman annenin güzelliğine engel olmasa tablonun güzelliğine engel olur. rüzgarı, yağmuru, fırtınası, kışı, yazı, böceği, tozu derken ne emeğin tanınır ne annenin yüzü." cümleleri üzerine başımı çeviriyor ve bu sefer de ben onu inceliyorum. kaşları hafif çatık, bir elini sigarasına siper ederken diğer eli ateşi tutuyor. sonunda başarıyor sigarasını yakmayı, yepyeni bir yudum alıyor ve bağışlıyor nefesini. "tabii, senin kararın yine de. ben olsam dediğin gibi yapmazdım sadece."

"basit düşünüyorsunuz, bayım." diyorum kırılacak olmasını önemseyemeden. "haklısınız, annem çok güzel, hatta en güzeli. tam olarak bu yüzdendir doğanın anneme, annemin doğaya karışmasını istemem." çok geçmeden başını sallıyor onaylarcasına.

"yaşına göre ince birisin, çocuk." ben birkaç fırça darbesini ancak atabilmişken sessiz sedasız ayaklanıyor yabancı.

içim korkuyla dolarken "bayım!" diye sesleniyorum ona. kırdım mı yoksa gerçekten de? "nereye gidiyorsunuz?" kalbimin ritminin değişmesine engel olamıyorum, bakışları çok güzel işliyor derinlerime.

"hava soğuyor. sen de çok durmamalısın." üzüldüğümü hissediyorum.

"sigaranız bitene kadar kalsanız?" kafasında bu teklifi tarttığı esnada kahve gözlerinin beni incelediğini anlamak için çok çabalamaya gerek yok. "kalayım." diyor iç geçirerek. yeniden oturuyor yanıma.

dediğim gibi, sigarası bitene kadar oturuyoruz yabancıyla. son nefesini de çektikten sonra yeniden açıyor şişenin kapağını. sigarasını atıyor içine, ayaklanıyor. bu sefer gidişi sessiz değil. "hoşçakal, çocuk." diyor.

"hoşçakalın, bayım."

hoşça kalın, şayet hoş insanlara acı yaşantılar yaraşmaz.








130920
3.11 am

hopegguk // please undo my chain of painHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin