2, his sun

95 12 124
                                    

heyecanla, aceleyle, ne yaptığımı bilemeden eşyalarımı toparlıyor ve tepeye çıkmak için hazırlanıyorum. içim kıpır kıpır. bugün de yabancıyı görmek istiyorum, onun gelmesini umuyorum. sigarayı incitmeden tutan parmaklarını, düşünceli bakışını, oturuşunu; güzel, mavi takımını bir kez daha görmek istiyorum. bir kez daha ile kandırıyorum belki de kendimi çünkü bir kez dahalarımın kolay kolay sonlanmayacağını kestirebiliyorum. onu tanımak için can atıyorum, kim bilir ne tecrübeler gizlidir sarı camlı gözlüklerinin arkasında... hepsini tek tek dinlemek istiyorum.

bugün öyle hızlı hazırlanmışım ki kardeşimin bana "nereye?" diyecek vakti olmadı. olsun, önemli değil: annemizi çizmeye gittiğimi o da biliyor sonuçta.

fakat sadece annemizi çizmeye gittiğimi biliyor.

patikada ilerlerken aklımdan o geçiyor sürekli. minik, küçücük bir gülümseme oluşuyor yüzümde. dün, ancak şöyle böyle öğrenebilmiştim yüzünü. bugün çok daha fazlasını öğreneceğim; tarzını, çehresini, sesini, kendisini... bugün onu fiziken -olabildiğince- tanımak istiyorum.

bir yönünü şimdi öğreniyorum mesela, yabancı çok iyi bir insanmış. lafın üstüne bile değil, düşüncenin üstüne gelebilecek kadar iyi bir insan.

"çocuk!" diye sesleniyor arkamdan bana. hızlanan nefesimin aksine yavaşlıyorum ve ona dönüyorum.

orada işte. kulağında henüz ölmemiş sigarası, biraz suyu olan şişesi, sarı gözlükleri... ancak kıyafeti farklı bugün: lacivert takımını giymemiş. pek yakışmıştı oysaki lacivert, kestane saçları ve buğday tenine. dünden farklı olarak: beyaz, kolları yarıya kadar sıvanmış, ilk iki düğmesi açık bir gömlek; ayrıca açık kahve ve bol bir pantolona eşlik eden dünkü siyah ayakkabıları var. yakışmış, diye düşünüyorum kendi kendime. buna karar vermek bana düşüyor ya...

"bayım!.." diyorum aptal gülümsememle. "gelmişsiniz." o da benim gibi gülümsüyor ve yavaş adımlarıyla yanıma geliyor. "hoş kalıp kalmadığını teyit etmek istedim."

inanmadım: her ne kadar bunun düşüncesi beni göklere çıkarsa da hemen her şeye inanacak birisi değildim. "emin misiniz? daha çok sigaranız için gelmiş gibisiniz."

"ah..." gülümsemesi artık pek de gerçek bir gülümseme değil, daha çok güneşin ışıklarından kaçıyor gibi. olsun, böyleyken de güzel. "o da var tabii. bu tepe içmek için mükemmel bir yer. sık sık misafirin olacağım, çocuk. haberin ola." gözleri tekrardan bana dönerken yukarı çıkmaya devam ediyor. "tepeyi ziyaret edilebilir kılanlardan birisi de sahibi, unutmayasın. güzel bir çocuksun. temizsin, safsın. izmaritlerin ve cam şişe kırıklarının seni bilmediğin renklere boyamasına izin verme."

o anki cesaret nereden geldi, bilmiyorum ama...

"zehri elinden ve damağından eksik etmeyen birine göre fazla iyileştirici konuşuyorsunuz. güneşin size doğru batmasına şaşmamalı." ifadesini düşürüyor bu sözlerim. onu incitmiş gibiyim. "bir tek güneşimin batmasına engel olamadım zaten." banka çıkan çalıları ittirirken kulağındaki sigaraya uzanıyor, o anlık gördüğüm son görüntüsü olarak kalıyor.

güneşimin, dedi yabancı. iyiliğinin kaybolmasından mı bahsetti yoksa onun çokça değer verdiği birisinin kaybolmasından mı?

beni mahrum bıraktığı bu merak duygusundan en hızlı şekilde kurtulmak gayesiyle adımlarımı hızlandırıyor ve çalıları aşıyorum. gözlerim onu bulurken adımlarım bankı arzuluyor, karşı çıkmıyorum. çantamı banka dayıyorum yine ve yerleşiyorum hemen. tuvalimi de kucağımda tutuyorum. "bayım, güneşiniz her zaman gerçek güneş olmak zorunda değil. bana sorarsanız annem de bir güneşti. birazdan batacak olandan çok daha sıcak, çok daha şefkatli, çok daha sevecendi üstelik." bakışlarımı ondan çekerek -sonunda- karşıya bakıyor ve çarpık çarpık dikilmiş, pek de hoş bir görüntü sunmayan binaları inceliyorum. "fakat bildiğiniz gibi, bazı güneşler olması gerekenden daha fazla bir süre için batıyor. acaba sizin güneşiniz de annem gibi bir kişi mi yoksa sizin gün yüzüne çıkaramadığınız hisleriniz mi?" ben yanına varmadan önce yakmış olduğu sigarasından büyükçe bir yudum alıyor.

"dün eşimin cenazesinden dönmüştüm."

aldığı yudumun zehrinin acısını sadece ciğerleri hissetmedi, ben de hissettim.

"öyle düşündüğün gibi romantik bir ilişkimiz yoktu, çocuk. onunla ona aşık olduğum için evlenmedim, evlenmek zorunda hissettiğim için evlendim. mükemmel bir eş olmanın dışında, her şeyden önce, çok iyi bir arkadaştı. mutluluğunu ve üzüntüsünü çok göstermeyen bir adamdım, bu yönümden pek şikayetçiydi. bana hep duygularımı göstermemi tembihlerdi. yakışıklı, güzel yüzlü biriymişim; öyle somurtup durmak, ifadesiz kalmak bana yakışmazmış. zamanla beni nasihatlerinde anlattığı bene benzetti. memnundum bu durumdan, arkadaş çevrem de benim adıma mutlu olmuştu. şimdi o gittikten sonra ben kendi kendime anlatmalıyım ne kadar güzel olduğumu." ona bakmaktan kendimi alamıyorum, üzülüyorum da. öyle bir anlattı ki eşinin dediklerini, şimdi tüm bunları kendisine söylerken güzel olmadığını düşünerek söyleyeceğine dair hiçbir şüphem kalmıyor.

"eşiniz size zamanında doğruları söylemiş. yüzünüz gibi kalbiniz de güzel, bayım. merak etmeyiniz, kendinize yönelik sözleriniz öylesine edilmiş laflar olmayacak."

acısını dindiremeyeceğimi biliyorum. bilmem kaç yıldır beraber yaşadığı eşini kaybetmiş bir yabancı var yanımda. eşinden çok dostu olsa bile ne fark edecek ki? aile de dosttur, kardeş de dosttur, eş de dosttur. gözlerin kapalı sırtını dayayabileceğin, sorgulamadan yardım edebileceğin herkes dosttur. aşk, arkadaşlık sevgisini bitirmez: bunlar birbirine bağlıdır zaten.

bu adamın acısı benim kardeşimi kaybetmem, babamı kaybetmem, seokjin hyung'u kaybetmemin yaratacağı acıdan farksızdır; bu: bir dostu yitirmenin acısıdır.

"ama..." diyor düşüncelerimi bölerken. "onun hakkında bir şey söyleyemezsin, değil mi? gidenin arkasından ne diyebilirsin ki?" kahve gözlerini üzerimde hissediyorum, ben de ona bakıyorum. doğru hissetmişim. gözlerimizin sarılmasını çok sevdim açıkçası, utanmıyor olsam bir müddet daha böyle kalmak isterim ama yapamam ki, hemen gözlerimi kaçırırım ben. "haklısınız. gidenin arkasından bir şey diyemem. ama şunu biliyorum, insanlar faniliklerinden kurtulunca kalplerinin saflığı kadar huzurlu kalırlarmış. eminim ki eşiniz küllerinin savrulmasından veya toprağa dost olmaktan düşündüğünüz kadar kötü etkilenmemiştir, onun için endişelenmeyiniz."

"onun gibisin." diyor yabancı. "şiirlerinde güzele yorma sanatını çokça kullanırdı. sende de aynısını görüyorum. ikiniz de şiir gibi insanlarsınız, sizin şiirlerinizi yorduğunuz gibi sizi güzel görmemek mümkün değil.

"hep gül, çocuk. gülmek, bana yakıştığından daha çok yakışıyor senin gibi insanlara." sigarası ancak bitecekken şişesini de alıp ayaklanıyor. "hoşçakal." bu defa paniklemiyorum. yabancı dediyse: bu tepe içmek için mükemmel bir yer ve burayı ziyaret edilebilir kılan bir etken de benim. bu kartı açıkça oynayabilirim, zannımca.

"yarın da hoşça kalıp kalmadığımı teyit edecek misiniz?" şöyle bir düşünüyor, ardından soruyor: "etmeli miyim?" kıkırdıyorum.

"adım jeon jeongguk." yüzünde iki gündür ilk defa böylesine kocaman bir tebessüm oluşuyor, onunla beraber ben de mest oluyorum. "jung hoseok."

"hoşçakalın, öyleyse."









180920
1.15am

hopegguk // please undo my chain of painHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin