deniz kenarındaki yazlık tatil köyleri ne kadar da huzurlu geliyor insana, değil mi? kafa dağıtmak için gelirsiniz, güzel bir ev tutarsınız, genelde denize yürüme mesafesinde olursunuz; yapılacak şeyler, gezilecek yerler vardır...
bu tatil köylerinden birinde yaşayan bizler de çok şanslı görünürüz. "yılın üç yüz altmış beş günü de deniz kenarındalar, oh şurada bu var hemencecik işlerini görürler, binalar çok güzel, hava harika..." söylemesi pek kolay tabii. sanki bu tür yerlerde oturan insanlar dertsiz, tasasız, yılının tamamını tatil edasında yaşıyormuş gibi görünürler ama... dürüst konuşalım: ne kadar doğru olabilir ki?
buralarda da yaşantılar var pek tabii, bahsettiğimiz beşer değil mi?.. burada da melekler dünyaya hoş geliyor, çocuklar düz yolda koşarken düşüp zırlıyor, gençler şu ülkeden bir çıksak derdinde, yetişkinler sabahları erkenden kalkıp bir dakikacık daha bekleyemeyen otobüslere yetişmeye çalışıyor, yaşlılar sabahtan akşama televizyon karşısında...
burada da aşık olunuyor, hem.
işte, ben, bunca yapılacak şey varken gidip de tuhaf bir hisler topluluğuna yakalandım. en güzel şeyler de aramayınca karşınıza çıkarmış ya hep, aynen öyle oldu.
bugün babamla olan küçük tartışmamızdan sonra; tuvalim sağ elimde, eşyalarım çantamda çıkamadım maalesef: bugün evden tüm öfkem ceplerimdeki ellerimde, yaşanmışlıklar sırtımda çıktım. boş sandığım çanta geçmişle doluymuş meğer, ağır hissettim. dengesiz adımlarım bundandı belki de.
fakat tüm ağırlığım katlı masamdaki notu bulana, jung hoseok'un tarif ettiği yerin babamın gece kulübü olduğunu fark etmeme kadar geldi benimle. şimdi bir şey taşıyan varsa o ben değilim, az önce benim taşıdığım ağırlıktır zira çok hafif hissediyorum. öyle hafif hissediyorum ki ayaklarım yere değmiyor dahî olabilir.
koşarak geldiğim yolu, sevinçli zıplamalarla geri dönüyorum. birkaç yıl öncesine kadar bana sımsıkı sarılan çocukluğum gibiyim. mutlu mutlu tepeden inerken paçalarıma ve ayakkabılarıma takılıyor gözlerim, epey kirlenmişler. sesli düşünüyorum. "eve giderim, üzerimi değiştiririm. terlemişimdir zaten.
"yeni aldığım parfümümü de sıkarım belki, hiç kullanmadım onu. çok güzel kokuyor oysaki." birkaç adımımı suskun atıyorum. "evet evet, öyle yaparım."
dediklerimi harfiyen uyguluyorum evde. güzel bir kazak geçiriyorum üstüme, kirli paçalarımı da hemencecik temizliyorum. parfümümü sürünüp aşağı iniyorum. ayakkabılığın karşısına geçip şöyle bir süzüyorum tüm çiftleri. en uyumlu görüneni alıyorum, giyiyorum. merdivenlerden sesler geliyor.
"oppa!" çıplak adım sesleri yükseliyor. hemen ardından haneul'ı görüyorum. "nereye gidiyorsun?"
"işe." diyorum bağcıklarımı bağlarken. "ayaklarını sıcak tut, havalar soğudu. hasta olursun."
"hm, tamam." tam ayaklandım, kapıyı açıp çıkacağım; haneul bir soru daha yöneltiyor. "annemin resmine ne oldu?"
afallıyorum.
"gördün ya..." diyorum yutkunabilip. "babam yere attı."
"gördüm ama sen resme ne yapacaksın?"
"olduğu gibi annemin yanına bırakacağım." gözlerimi sıkıca kapatıp açıyorum ve bakışlarımı ona çeviriyorum. "ben çıkıyorum. sabah sana bir şeyler almıştım, onları yersin. yarın için bir şey istiyor musun?"
"hayır." diyor yüzü düşerken. "dikkat et."
"sen de. bir şey olursa ara."
yine bir şeyler söylemesi üzerine çıkamıyorum: "oppa..." açtığım kapıyı iterek aralık bırakıyor ve ona bakıyorum. "bir akşam seninle yemek yiyelim mi? uzun zamandır seninle vakit geçiremiyoruz." gülümsedim ve başımı salladım hafifçe.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
hopegguk // please undo my chain of pain
Fanfictionresimlerini sanatla tanıştırmak isteyen jeongguk, sanatın kendisiyle tanışır. •°○°• take me now please undo my chain of pain -the rose 130920 (taslak) not: yaş farkı var