"nereye?" sorunun sahibi kolumdan tutuyor ve bana öylece bakıyor. içeriye turunculaşmaya başlamış gün ışığı giriyor, çantam sırtımda, tuvalim elimde, kız kardeşime bakıyorum. bu, ancak resim çizmeye ve jung hoseok'u görmeye gittiğim o naçizane zaman olabilir.
"tepeye gidiyorum, annemi çizmeye." gözleri her zamankinden daha endişeli görünüyor, nedenini bilemiyorum. "oppa..." diyor neredeyse titreyecek sesiyle. "bugün gitmesen olur mu?" tek kaşım hafifçe yükselerek benim yerime soruyor o soruyu: neden?
"babam sen dün gittikten kısa bir süre sonra eve geri döndü, telefonunu unutmuş. bana seslendi. jeongguk nerede, dedi. bir şeyler uydurdum ama bana inanmadı." kolumdaki elinin biraz daha sertleştiğini hissediyorum, gözleri sulanıyor. "ya fark ederse?" onu telkin etmek için gülümsüyorum.
"haneul-ah." diyorum boştaki elimle kolumdaki elini tutarken. "beni açığa çıkarmadığın için teşekkür ederim ama bir dahaki sefere sakın bunu sen üstlenme. bana söylemedi, ben de bilmiyorum, de ve suçu bana at. ayrıca durumu iyi yönetmişsin, eğer bariz bir şey söylemediysen anlamayacaktır. babam düşünen bir insan değil."
"babam düşünen bir insan olsaydı..." başı yere düşüyor ve ayak parmaklarıyla yere tuhaf şekiller çiziyor. "öyle bir insan olsaydı her şey daha farklı olurdu, değil mi?"
küçük olmak ne de güzel, hiç büyümemek. hem hayal dünyasına hem de gerçek dünyaya en net bakılan zamanlar... çocuklar anlamaz, diye kim söylediyse ne kadar çocuk olmuş merak ediyorum: çocuklar pek de iyi anlar. fakat, işte, böylesine berrak bir görüşe sahip olmak -her iyi şeyin getirdiği gibi- beraberinde kötü bir şey daha sunuyor sana. çocuklar çok etkilenir olanlardan, gördükleri kadar çok korkarlar.
kız kardeşimde olan durum da bu, o babamdan korkar. babam aslında kötü niyeti olmayan fakat düşünemeyen bir insan, onun bu hali; özellikle annemin ölümünden sonra işleri hiçbir şekilde kolaylaştırmadı.
haneul'ın boyuna eğiliyorum ve saçlarına birkaç derin öpücük bırakıyorum. "seni seviyorum." başını sallıyor usulca ve paytak adımlarıyla odasına gidiyor. hemen ardından ben de evden çıkıyorum. acele adımlarla tepeye varıyorum.
bugün yalnızım gibi görünüyor.
hemencecik yerime kuruluyorum ve ilk fırça darbesini vuruyorum tuvale, usulca. belki elli, belki yüz darbeden sonra rüzgardan olamayacak çalılık sesleri yükseliyor arkamdan. beklentiyle sese dönüyorum.
dağılmış saçlar, kavuniçi camlı gözlükler, büzülmüş dudaklar, çatılmış kaşlar; birkaç düğmesi kasten açılmış ve yakaları yamulmuş, fuşya desenli pembe bir gömlek, elinde siyah ceket, bacaklarında siyah kumaş pantolon ve hafif çamura bulanmış siyah ayakkabılar. ah, tabii bir de naneli parfüm kokusuna karışmış zehir dumanı. işte, kendime tarif etmeye çalışırken dahî kelimelerimi tüketen adam: işte jung hoseok. "lanet it." diyor yakalarını düzeltirken. yanıma ulaşıp oturuyor bankın diğer ucuna.
"bayım, bugün diğer günlere nazaran dağınık görünüyorsunuz. şişeniz de yok, sigara içmeyecek misiniz?" ifadesi mümkünmüş gibi daha da düşerken yerinde yayılıyor. "sorma, çocuk. köpeğin teki beni kovalamaya başladı. sokak sokak koştu peşimden. kaçayım derken şişemi düşürdüm, param da yok yanımda." kıkırdamamak için kendimi kasmama rağmen çabalarım beni elim boş bırakıyor. "ne gülüyorsun?" gözlerim bakmayı özlediğim yüzüne çıkıyor, yarım ağız gülümseyişini şöyle bir inceliyorum. insan zaman geçtikçe çöker, hayatın altında ezilir, bakışları solar, sen nasıl tüm bunlarla beraber güzelleşiyorsun be adam!..
"hiç..." diyorum söylediğime ben de inanmazken. "sigara kokuyorsunuz da. köpekten kaçmanızın ardından bir sigara yakmanız fikri bana komik geldi ancak darılmayın, kötü bir niyetim yoktu."
"biliyorum, olmadığını." alışkanlıktan olsa gerek, elleri ceketinin iç cebine gidiyor fakat duraksıyor. geçen birkaç saniyenin ardından gözleri benimkilere değiyor. hiç kalamam ben jung hoseok ile göz göze: kızarıveririm oracıkta, ortaya çıkar henüz yeşermeye başlamış hislerimin tüm sırları; hemen önümdeki tuvale dönüp hızlı hızlı devam ediyorum işime. "çok baktın bugün bana." başım hala tuvale dönük vaziyette görebildiğim kadarıyla; cebine sarılmayı bırakması gerektiğini anlamış, az önceki pozisyonuna geri dönmüş. "nedendir?"
"öyle mi olmuş?" diyorum bilmezden gelerek. oyuncu tavırlarıma karşı çıkamıyorum: yanımdaki adamın büyüsü öyle bir şey ki ona adım atmadan duramıyorsun. "farkında değilim. sizi görmeyi seviyorum açıkçası. daha önce de bahsettiğim gibi, kalbinizin güzelliği yüzünüze vurmuş." kıpırdandığını hissediyorum, neden kıpırdandı acaba? "sigaram olsaydı bu sözlerinin üzerine bir tane daha tutuştururdum, çocuk." gülüyorum.
yeryüzünü çoktan öpmeye başlamış güneşin bıraktığı mükemmel renklere sessizlik eşlik ediyor bir süre. hoseok gerilmiş olmalı, ayaklarıyla ritim tutuyor ve sık sık oturma şeklini değiştiriyor. bağımlılığın çok kötü bir şey olduğunu düşünüyorum. arada resmime doğru eğildiğini de fark edebiliyorum, kulağıma kadar gelen saçlarımdan dolayı göremiyordur diye olabildiğince tuvale eğilmemeye çalışıyorum.
"şimdi düşünüyorum da, senin gibi bir çocuğa anlatmak istediğim çok şey var. senin anlatmak istediğin şeyler olursa bunları da dinlemek istiyorum, seni merak ediyorum. ileride konuşabileceğimiz şeyleri, bu resmin nasıl biteceğini..." bu dedikleri hareketlerimi yavaşlatıyor, gözlerim resme bakıyor olsa da kalbimle izliyorum yanımdaki adamı, zaten ancak da bunu yapabiliyorum.
"bir insanın sadece ismini öğrendiğinde tanışmış olursun ve ben seninle tanıştığım için mutluyum, yine de... görünen o ki seni tanıdığım için de mutlu olmak istiyorum."
061020
3.57 am
ŞİMDİ OKUDUĞUN
hopegguk // please undo my chain of pain
Fanfictionresimlerini sanatla tanıştırmak isteyen jeongguk, sanatın kendisiyle tanışır. •°○°• take me now please undo my chain of pain -the rose 130920 (taslak) not: yaş farkı var