Park Sokağı Caddesi Ölecek Hastalar Hastanesi, çuhaçiçeği rengi çinilerle kaplı altmış katlı bir binaydı. Vahşi taksikopterden inerken, neşeli renklere boyanmış bir uçan cenaze arabası konvoyu pırpır ederek çatıdan yükseldi ve hızla Park'ın üzerinden geçerek batıya, Slough Krematoryumu'na doğru yöneldi. Asansör kapısındaki görevli, Vahşi'ye gerekli bilgileri verdi ve onyedinci kattaki 81. Koğuş'a indiler (görevli, bu koğuşun Hızlı İlerleyen İhtiyarlık koğuşu olduğunu söyledi).
Güneş ışığı ve sarı boyayla parlayan yirmi yataklı büyük bir odaydı ve yatakların tamamı doluydu. Linda yalnız ölmüyordu -başka insanlar ve modern teknoloji eşliğinde ölüyordu. Odanın havası, neşeli sentetik melodilerle sürekli canlı tutuluyordu. Her yatağın ayakucunda, ölümcül hastaların tam karşısında bir televizyon kutusu duruyordu. Televizyonlar, akan bir musluk misali sabahtan geceye dek açık tutuluyordu. Odanın havasındaki parfüm her onbeş dakikada bir otomatik olarak değiştiriliyordu. Vahşi'yi kapıda karşılayan hemşire anlatıyordu:
"Burada bütünüyle hoş bir atmosfer yaratmaya çalışıyoruz - birinci sınıf bir otelle duyusal film sarayı arası bir şey, anlayacağınız."
Bu nazik açıklamaları duymazdan gelen Vahşi, "Nerede o?" dedi.
Hemşire alındı. "Aceleniz var," dedi.
"Umut var mı?" diye sordu.
"Yani, ölmeme umudu mu?" (Vahşi, başıyla doğruladı.) "Hayır, tabii ki yok. Eğer biri buraya gönderilirse, hiç..." Vahşi'nin solgun yüzündeki ızdırabı görerek hayrete düşen hemşire, konuşmayı bıraktı. "Niye? Sorun nedir?" dedi. Ziyaretçilerde böyle bir durum görmeye alışık değildi. (Zaten öyle çok ziyaretçi de gelmezdi ya. Hoş, ziyaretçi gelmesi için herhangi bir neden de yoktu.)
"Hasta değilsiniz, değil mi?"
Başıyla olumsuzladı. Güçlükle duyulabilen bir sesle, "Annem o benim," dedi.
Hemşire hayret içinde, dehşete kapılmış gözlerle Vahşi'ye baktı, sonra da bakışlarını kaçırdı. Boynundan saç diplerine kadar kıpkırmızı oldu. Sıradan bir ses tonuyla konuşmaya çalışan Vahşi, "Beni onun yanına götürün," dedi.
Kıpkırmızı olan hemşire öne düşerek yolu gösterdi. Hâlâ canlı ve kırışıksız olan yüzler (ihtiyarlık öyle şiddetli bir biçimde çökerdi ki, yanakları yaşlandıracak zamanı olmazdı - sadece kalbi ve beyni yaşlandırırdı) yanlarından geçerken dönüyordu. İkinci çocukluğunu yaşayan boş, meraksız gözler, Vahşi'nin hareketlerini izliyordu. Onlara bakan Vahşi, ürperdi.
Linda, uzun yatak sırasının en sonundaki duvara bitişik yatakta yatıyordu. Sırtı yastıklarla desteklenmiş Linda, Güney Amerika Riemann-Zeminde Tenis Şampiyonasının Yan Finallerini izliyordu, ayakucundaki ekranda maçlar, sesi kısılmış ve özet yayın halinde veriliyordu. Küçük şekiller, parlak camdan sahanın karelerinde akvaryum balıkları gibi oraya buraya koşturuyorlardı -başka bir dünyanın sessiz, ama kıpır kıpır sakinleriydiler.
Linda izliyor ve belli belirsiz, anlamaz bir ifadeyle gülümsüyordu. Solgun, şiş suratında embesilce bir mutluluk ifadesi vardı. Arada bir göz kapakları kapanıyordu ve birkaç saniyeliğine kestiriyor gibiydi. Sonra ufak bir irkilmeyle yine uyanıyordu - karşısında Tenis Şampiyonası'nın akvaryum kıpırtılarını görüyor, "Sar beni, uçur beni, tatlım," şarkısının Süper-Vox-Wurlitzeriana yorumunu duyuyor, başının üzerindeki vantilatörden gelen mine çiçeği esintisini kokluyordu -işte bütün bunlara, ya da daha çok, kanındaki so-manın dönüştürerek güzelleştirdiği bir rüyanın fragmanlarına uyanıyor ve bir kez daha çocuksu bir mutlulukla, kararmış, aralıklı dişlerinin arasından gülümsüyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Cesur Yeni Dünya
Science FictionCesur yeni Dünya bizi 'Ford'dan sonra 632 yılına' götürür. Bu dünyanın cesur insanları kapısında "Cemaat, Özdeşlik, İstikrar" yazan Londra Merkez kuluçka ve Şartlandırma Merkezi'nde üretilirler. Kadınların döllenmesi yasak ve ayıp olduğu için, 'anne...