İstediğim imkanları elde etmek için hep uğraştım. Hazır olarak önüme konan hiçbir şey olmadı. Her zaman çalışmak zorundaydım. Çalışmaktan kastım dersler veya okul değildi. Ben aklımı çalıştırmak istiyordum. Memur gibi, sabahın ayazında okula gidip akşam eve dönmek ve bir zombi gibi yaşamak bana göre değildi. Bu yüzden lisede okulu bıraktım. Yalnızca sevdiğim şeyleri yaptım. Yeterince sevmediğim hiçbir şey için parmağımı bile oynatmadım.
Büyük tutkuları olan biriydim. Tanıyabileceğim kadar insan tanımak istiyordum. Tüm dünyayı gezmek istiyordum. İstediğim her şeyi elde etmek istiyordum.
Kitapları sevdiğim için kitapçılarda çalıştım, filmleri sevdiğim için sinemalarda. Benim için bu, avukat veya doktor olmaktan çok daha önemliydi. Sevmediği halde, para için bu işleri yapan herkesten daha başarılıydım. Çünkü ne istediğimi biliyordum. Daha önemlisi, ne istemediğimi de biliyordum.
On sekizimde okuduğum bir şiir bana çok farklı bir kapı açtı. Beni sanatla tanıştırdı. Yazmakla tanıştırdı. Yalnızca kendim için yazmak. Oturup sayfalarca kendimi yazmak.
Sanata ilgi duydukça Avrupaya ilgi duydum. Avrupayı, sanat dolu sokakları hayal ettikçe Almanya aşkıyla doldum. Tarihini, soğuk havasını, hatta kibirli insanlarını bile sevdim. Ve sonra hayatımı burada devam ettirmeye karar verdim. Ve buna karar verdikten sonra önünde hiçbir şey duramazdı. En kolay nasıl yetişebileceğimi, nasıl geçinebileceğimi araştırdım. Eğitimler aldım, mülakatlara girdim. Bunu hayatımın amacı edindim.
Şimdi ise Almanya'daydım. Ve elimde bir hiç vardı. Günde altı saat bir huzurevinde çalışıyordum ve işimden nefret ediyordum. İşten çıkınca sokakların tadını çıkaramayacak kadar yorgun olmaktan nefret ediyordum. Buralı olmadığımı anladıktan sonra benimle konuşmayı kesen kibirli insanlardan nefret ediyordum. Havanın böyle soğuk olmasından nefret ediyordum. Klaus'tan nefret ediyordum. Ve bir zaman sonra burada uyanmaktan bile nefret etmeye başladım.
Geçen hafta tanıştığım komşumsa nefret etmediğim nadir şeylerden olmuştu.
Kai, gerçekten tahmin ettiğim gibi ünlü biriydi. Hatta tahmin ettiğimden daha ünlü. Dünyaca ünlü bir futbolcuydu. Kai Havertz. Ve ben Türk takımlarını bile bilmezdim. Çok başarılıydı ve rahatça sokakta dolaşamayacak kadar seviliyordu.
Kai aynı zamanda yalnız biriydi. Geçirdiğimiz bir haftada bunu kesinlikle anlamıştım. Tanıştıktan sonraki günlerde her sabah birlikte gölde yüzdük. Bir aylık bir tatildeydi. Söylediğine göre yıl içinde tek tatili buymuş. Her zaman antrenmanlarda veya kamplarda olurmuş. Bu yüzden bir aylık tatilinde, kimseyle konuşmak zorunda olmayacağı bu insansız yerde tek başına kafa dinlermiş. En azından bu yıl benimle tanışana kadar.
Bugün birlikte bir oyun klübüne gidecektik. Kai klübü bir günlüğüne kapattırmıştı. Yalnızca sohbet arasında doksanlarda yaşamak istediğimi söylemiştim ve bunu yapmıştı. Gerek olmadığını söyledim ama yalnızca ama yapabiliyorum cevabını beklememiştim.
İki kere çalan kapıyla oraya yöneldim. Her sabah bunu yaptığına dikkat etmiştim. Yalnızca iki kere çalardı. Sonra ellerini arkasında birleştirip beklerdi. Ve bu detay bile...... Kesinlikle bir haftada ona doğru gittikçe çekiliyordum.
Kapıyı açmamla o geniş sırıtış beni de gülümsetti. Ellerini arkada birleştirmişti...
"Hazırsan yol arkadaşın ve tur rehberin Kai seni bekliyor. Ve kesinlikle hazır olduğunu düşünüyorum."
Gülümseyerek üstümdeki yeşil hırka ve kot şortuma baktım.
"Kesinlikle hazırım ve sen... pantolon giymişsin. Bu kesinlikle bir farklılık işte. Yoksa beni randevuya falan mı çıkarıyorsun?"
Aptaldım. Aklıma gelen her şeyi dilime vuracak kadar. Yani epey aptal.
"Ah, aslında benim için pantolon düğün kıyafetidir ama mağdem sen erken diyorsun, biraz kırıldım ama, peki bunu erteleyebilirim."
Birlikte gülerek arabaya bindik. Ona demek isterdim ki seninle gülmek öyle bir şey ki, birinin gülüşünü kıskanırken aynı zamanda o gülüşe hayran olmayı mümkün kılıyor. Yalnızca ona bakmayı ister hale getirip sonra bunun için kendinden utandırıyor. Senin gülüşün kesinlikle benimle oyunlar oynuyor. Benimle dalga geçiyor. Aklımı sınıyor.
Arabayla yaptığımız beş dakikalık kısa ve sessiz yolculuk sonrasında durduk. Torpidodan bir şapka ve gözlük alıp kamufle oldu.
"Tamamım, inebiliriz." Dedi.
Arabadan inerek klübün kapısına doğru yaklaştık. Gerçekten de eski duruyordu. Doksanların asla eskimeyen, her daim insanı çanlı hissettiren renklerine sahipti. Solmuş neon ışıklar vuran güneşe rağmen inatla yanıyor ve buradayım diyordu. Unutulmaya yüz tuttum ama hâlâ buradayım.
Klübün dışı öylesine eski, öylesine sıradandı ki buraya birazdan ünlü bir futbolcunun adım atacağına ne insanlar ne de klübün kendisi inanamazdı. Ama biz içeri doğru adım attık.
Klübün kapısında duran adam saygıyla, "hoşgeldiniz, umarım nostaljimizi beğenirsiniz" dedi.
"Aslında önemli olan arkadaşımın beğenmesi. Tam bir doksanlar kadınıdır"
Utanarak görevliye "merhaba" dedim. Bana da gülümseyerek bizi buyur etti.
İçerisi gerçketen çok hoştu. Kırmızı, mor, yeşil ışıklar ve oyun konsolları büyüleyiciydi. Tüm canlı renkler başımı döndürmüştü. Rengarenk tuşlar öyle güzeldi ki gözlerimi alamadım. Kai'yi bile unutmuş, etrafıma konsantre olmuştum. Böyle bir sıradanlık en fazla bu kadar farklı olabilirdi. Omzumda Kai' nin elini hissederek kendime geldim.
"Büyülenmiş gibi duruyorsun. Bana hiç böyle bakmadın." Diyerek güldü.
Söylediğini boşvererek yalnızca içimden geldiği gibi konuştum. "Buna bayılıyorum. Bu sıradan olmayan sıradanlığa. Burada bizden yıllar önce arkadaşlarıyla takılmış insanları düşünüyorum. Belki iki aşık, belki bir baba ve iki kızı, belki iki küçük çocuk, ilk oyunlarını oynayan göçmenler. Bilmiyorum, kendimi hep bunları düşünürken bulurum. Biraz fazla düşünüyor da olabilirim ama kafamda, etrafımdakilerle ilgili hikayeler kurmayı seviyorum. Oldukça sıradan şeylerin altında yatan ve onları sıradanlıktan çıkaran hikayeler, anlamlar yüklemeye bayılıyorum. Bu benim bir tutkum."
Bir anda içimdeki duyguları çıplaklıkla söylediğimi farkederek ondan korktum. Bu adam benim en kuytu köşelerime uğraşmadan sızabilirdi. Üstelik bunu istemesine bile gerek yoktu. Sanki onunla zaten bu yüzden karşılaşmıştım. Sırlarımı açıp onu kalbime almak için. Bu düşünce beni bir anda dehşete düşürdü. Ama bu bile, kendimi parça parça ellerine bırakmama engel olamadı ki devam ettim. Üzerinde eski çıkartmalar olan konsola doğru yürüdüm. "Mesela bu bizim için muhtemelen eğlencelidir diye düşündüğümüz bir oyun aracı. Ama on yıl önce burada rastgele dolaşan bir adam için belki de hayatının aşkıyla göz göze geldiğinde kızın oynadığı oyun." Hızlıca arkamı dönüp bana şaşkın bakan gözlerini süzdüm. "Bilmiyorum belki de saçmalıyorum. Ama bana bir şeylere, hatta hayata anlam kattığımı hissettiriyor."
Derince gözlerime bakmaya devam etti. İşte o an gerçekten beni gördüğünü hissettiğim ilk andı. Her zamanki muzipliğiyle devam etti. "Güzelmiş, ama hikâyede bir eksik var."
"Ne gibi bir eksik bu?"
"Aşık olduğu kızı ilk kez bu oynarken gören adamdan bahsettin. Ona jack diyelim. Peki sonra ne yapıyor? Kızın yanına gidiyor mu?"
"Bundan emin değilim. Ama o kız. Ona Rose diyelim. Sanırım yanına gelmesi için yeterince sinyal verip vermediğini düşünmüştür."
"Öyle mi? Belki de Rose sandığı kadar kuvvetli sinyaller vermemiştir."
Sinsi gülümsemesine aynı ifadeyle karşılık verdim. Onun yanında gülümsemeden durmak imkansız gibiydi. Sanki gözleriyle dudaklarıma emir veriyordu.
Oyuncu tavrına ayak uydurarak devam ettim. "Belki bunun şimdilik yeterli olduğunu düşünmüştür."
Pes edercesine bir nefes vererek güldü. "Rose biraz zor bir kadına benziyor"
"Haklısın en az Jack kadar ketum olmalı"
Birlikte kahkaha attık. Telefonunu cebinden çıkararak bana yaklaştı. Aramızda bir adımlık mesafe kalmıştı. Gözlerime bakarak mırıldandı. "O halde bugün Jack ve Rose'u yeniden yaşatmaya ne dersin?"
"Peki, bunu nasıl yapacağız?"
"Tamam, o halde benim adım şu andan itibaren Jack, sen de Rose'sun. Ve ben kapıdan girdiğimizden beri gözlerimi senin büyülenmiş yüzünden ayıramıyorum."
Heyecanlanan sesimle ciddileştim. Yüzümüzün arasında çok az mesafe kalacak şekilde yaklaştım. "Ah, yani Jack alamıyor değil mi?"
O da daha fazla yaklaştı. Burnumuzun arasında santimler kalmıştı. Gözlerinde hapsolmuştum. Anahtarı ise kesinlikle istemiyordum. Mırıldandı. "Kesinlikle, Jack'ten bahsediyorum. Jack alamıyor. Yani Rose'dan."
Hiçbir şey söylemedik. Bu, o özel anlardandı. Yalnızca karşınızdakine kitlendiğiniz. Konuşacak hiçbir kelime ona bakmaktan daha önemli değildi. O an, hayatta yapmam gereken en önemli şey ona bakmaktı. Bakmak ve daha fazla bakmak. Burnu burnuma değdiğinde beni öpeceğini anladım ve kafamı yana eğdim.
Dudaklarımız buluşmadan hemen önce çalan futbol marşı ile ayrıldık. Havadaki atmosfer dağılırken anlamsızca tebessüm ettim. Telefon müziği futbol marşı he. Oldukça profesyonel.
O da beni taklit ederek utangaçca gülümsedi. "Aslında fotoğrafını çekmek için elime almıştım ama..."
Ekrana bir dakika boyunca baktı. Bir sorun olduğunu düşündüm ve yaklaştım. En sonunda ekrandan kafasını kaldırdığında yüzünde yanımda takındığı rahat tavır yerine, onu ilk gördüğüm günki gerginlik olduğunu gördüm. Çekingen bir tavırla konuştu.
"Şey, Sophia arıyor da. Sophia, benim kız arkadaşım.
İşte bu hiç doksanlara yakışmamıştı.Kontrol etmeden atıyorum yazım yanlışları olabilir. Doğal bir şey.