Ressamlığa heves ettiğim sıralar on beş yaşlarındaydım. Akranlarım tahta kılıçlardan çeliklere geçiyor, pazar koroları yerine kutsal kitap pasajlarını okuyor, çiçekleri bırakıp onları kanaviçelerle çeyizlerine işliyorlardı. Ben de çoğu akranım gibi hayranlık duyduğum kişinin izinden gitmeyi seçmiştim. Babam beni eğitmeye başlamış; güzellik, estetik, sanat konuları anlatmış, felsefeler üzerinde tartışmalar açmış, nadir bulunan kitapları getirerek ödevler vermişti.
Resmin gözüktüğü gibi olmadığını anlamam uzun sürmemişti, ancak resim yapmam uzun sürmüştü.
Çünkü estetik üzerine yaptığımız tartışmalardan birinde keşfettiğim tanım beni içine çekmişti.
Mükemmeli arama gafletine düşmüştüm.
Çayırlardaki en mükemmel havacıva çiçeğini bulmak için günler harcamıştım. Dut ağaçlarındaki en mükemmel duta sahip olmak için yüzlercesini koparmıştım. Kusursuz biçimde olan gözleri bulmak için genç kızların kalplerini kırmıştım.
Yoktu.
Hırsım kararıyor, mideme çörekleniyor, sinirlerimle oynuyordu. Arayışım yemek yememe izin vermiyordu, uykularımı kaçırıyordu. Daha çok arıyor, daha çok kayboluyor, daha çok kararıyordu ruhum.
Yoktu.
Babam bir cumartesi gecesi beni bahçeye çıkarmıştı. Soluma geçip omzumu sıkmış "Bak," demişti zarif bir el hareketiyle yukarıyı gösterip. "Gece nasıl gözüküyor?"
Göz bebeklerim uykusuzluktan iğne gibi batsa da kafamı kaldırmıştım. Bulutsuz gökyüzü yıldız doluydu.
"Gece gibi." demiştim ehemmiyet vermeden.
"Dikkatle bak Namjoon."
Sabırsız bir nefes verip kafamı geri kaldırmıştım. Yavaş ama etkiliydi. Yıldızlar ben baktıkça irili ufaklı çoğalmaya, teker teker parlamaya başlamıştı. Siyahın asil tonu bu incilere çok yakışıyordu. Her kıvılcımda göz bebeklerim birine değiyordu. Takım yıldızlarının köşelerinden bir diğerine takılıp oradan başkasına zıplayıp her dokunuşumda farklı notaların kulaklarıma dolmasına izin verdim bir süre. Gülümseten notalara bıraktım kendimi. Hafif bir meltem saçlarımı okşamıştı. O esnada hilal, iç bükeyine yaslanıp uyuyabileceğim rahatlıkta arz-ı endam etmişti.
"Çok güzel." deyivermiştim nefesim kesilerek.
"Arayışlarımız arasında feda ettiğimiz şeyleri görüyor musun?" Babam da geceye bakıyordu. "Yitip gitmesine engel olamadığımız ömrü, hazza, iyiye adamak yerine nafile çabalara sunuyoruz."
Babama dönmüştüm korkuyla. Tutulduğum bu hastalıklı arayışın farkında olması beni hem utandırmış, hem de yanlış bir şey yaptığım için ona yakalanmak beni korkutmuştu.
"Mükemmel, gerçekten var mı?" diye sormuştum bir süre sonra. İdrak ettiğim gerçekle kendime gelmiş olsam da, kırılan umutlarım gözlerime batıyordu işte.
"İnsan var oldukça mükemmel varlığını sürdürecektir."
"Ama nasıl? Aylardır arıyorum, gözlerim ve aklım yoruldu artık. Karşılaştığım her şey aynıymış gibi geliyor bana."
"Mükemmeli bulan gözler değil, ruhtur Namjoon." Babam son kez gece göğüne bakıp gözlerini kapattı ve bana döndü. "Ruhuna güzellikleri sun ki sana mükemmeli göstersin."
O gece mükemmeli aramayı bırakmış, babamın tavsiyesine uyarak güzelliklere bırakmıştım kendimi.
Ruhum mükemmeli elbet bir gün, bir yerde, bir şekle bürünmüş olarak bulacaktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Portrait of a Lord on Fire | Namjin
Fanfic[BİR SÜRE REST] 18. yüzyıl sonları, Fransa. Merhum babasından devraldığı mesleğinde en az onun kadar iyi olduğunu göstermek isteyen Kim Namjoon, genç bir adamın portresini yapmakla görevlendirilir. Genç ressam, yolculuğu kadar çetin bir görevi olduğ...