Selammm.
Çok güzel bir bölümle daha karşınızdayım. Artık hikayeye giriş yapıyoruz. Beğeneceğinizden eminim.
Ayrıca 1 tane bile olsa yorum yapmanızı istiyorum en azından hem sizin fikirlerinizi okumak istiyorum. Beğenmeyi de unutmayalım.
İyi okumalar
_____________________________________________
Güneş düşerken gökyüzünde usulca gözlerimi açtım. Güneşin son ışıkları gözlerimi alırken rüzgar usulca tenimi okşadı. Bedenimde öyle bir yorgunluk vardı ki sanki binlerce savaştan çıkmıştım. Sanki varımı yoğumu kaybedip kazanmışım gibi. Ruhumda öyle bir boşluk vardı ki. Kazanmış olsam bile kaybetmenin acısı sancılanıyordu derinde. Ben kazanmış mıydım yoksa kaybetmiş miydim ?
Yattığım çimlerden hafifçe bedenimi kaldırıp etrafa baktım. Bir çayırlığın ortasında etrafımı inci çiçekleriyle kaplanmış halde buldum kendimi. Hepsinin boynu inceden bükülmüştü ama yaydıkları koku o kadar güzeldi ki. Lakin bir kokunun anısı olmazdı ama sanki yıllardır bu kokuya aşinamış gibi hissettim. Sanki benden bir parçaymış gibi...
Sanırım bu çayırlığın önünden yüzlerce kez geçtiğim için olmalıydı. O yüzden hatırlıyordum bu kokuyu. Yerimden iyice doğrulup en yakınımdaki inci çiçeğine dokunmaya çalıştım. Fakat dokunamadım... Ona dokunsam güzelliği kaybolacakmış gibi hissettim. Bembeyaz çiçekleri siyaha boyanacak diye korktum. Korkum onu koruyacaktı; sevgim ise öldürecekti. Sadece uzaktan bakınmakla yetindim. Bu bile onun boynunu daha çok eğdi.
Saatler devrilirken bir biri ardına, ayağa kalktım. Uzunca bir yürüyüşten sonra çayırlığı geride bırakıp taşlı yola ulaştım. Yolun sonu kasabaya çıkıyordu. Kızıl uzun saçlarım rüzgarın valsine katılıp usulca dans ediyordu bu sırada. Elbisemin etekleri çoktan çamura bulaşmıştı bile. Hava biraz soğumuş ay ise güneşin aksine yavaşça yükseliyordu sonsuzlukta. Kuşlar yuvalarına çekilmiş huzuru dinliyorlardı. Tabiat kendini gecenin zarif koynunda uykuya yatırmaya hazırlanıyordu.
Adımlarımı hızlandırıp çabucak kasabaya vardım. Herkes evine gitme yoluna koyulmuştu. Bazıları tezgahların başında durmuş alışveriş yapıyordu. Çocuklar hala ortalıkta koşturuyor annelerini bağırtırıyorlardı. Yüzümde oluşan gülümsemeye engel olamadım. Sonra bir fırın dükkanına yanaşıp içeri girdim. En sevdiğim sütlü ekmekten bir tane alıp kese kağıdına koydum. "Hey! Verona." diye seslendi biri arkamdan. Başımı çevirmemle bana doğru koşan Linanya'yı gördüm. Bir eliyle sımsıkı tuttuğu eteğini havaya kaldırmış diğer eliyle ise başındaki kenarı dantellerle kaplı şapkayı tutuyordu. Benimkinden daha beyaz olan teni soğuktan kızarmıştı. Aceleyle yanıma gelip "Verona. Neler olduğunu bilemezsin." dedi nefes nefese.
"Anlatmazsan büyük ihtimalle sonsuza kadar bilemeyeceğim Li." omuzlarımı hafifçe kaldırıp indirdim. "Hadi gel ne anlatacaksan ev yolunda anlat." dedim. Usulca başını sallayıp beni onayladı.
Nefesleri artık düzene girmiş görünüyordu ki konuşmaya başladı Linanya. "Annemin dediğine göre kasabaya yaşlı bir kadın gelmiş." dedi biraz dehşet biraz da şaşkınlık içinde.
"Bu kasabaya her gün yaşlı birisi geliyor Li." dedim gülerek. Oysa bakışlarını devirmiş oflamaya başlamıştı bile.
"Komik olmadığını söylemem gerekiyor herhalde." dedi. Dudağımın bir kenarını kıvırıp kısa bir süre baktıktan sonra ağzıma bir parça sıcak sütlü ekmekten aldım.
"Bu kadın sıradan biri değil Verona." Yavaşça yaklaşıp kimsenin duyamayacağı biçimde "O bir cadıymış." dedi. Bir an için şaşkınlığa uğramıştım. Yıllardır bu kasabada cadılar sadece korku hikayelerini süslemek için kullanılırdı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
UÇURUM - ince iplik
FantasíaKaderim şafaktaki ilk çığlık ile başladı... Koca bir bilinmezliğin içinde sürüklenirken yapabildiğim tek şey kaçmaktı belki de, yarattığım kötülükten kaçmak... Herkes kaderinde yazılanlarla yaşıyordu. Onların kaderlerini ise ben yazıyordum... Ya h...